Prof. Dr. Nesimi YAZICI: İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’nda İslâm

İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’nda İslâmiyet

Prof. Dr. Nesimi Yazıcı

[TÜRKLER; V. Cild, s.394- 408]

Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Benim elimle Tâlût adında bir Bulgar Müslüman oldu. Ona Abdullah adını verdim. Bu adamın karısı, anası ve çocukları Müslüman oldular. Ona “Elhamdü lillah” ve “Kul huvallahü ahad” surelerini öğrettim.            Bu iki sureyi öğrenmekten dolayı duyduğu sevinç, Bulgar hükümdarı olsa duyacağı sevinçten daha fazla idi.”

İbn Fadlân Seyahatnâmesi

“Bulgarlar Türk Tarihinin umumî cereyanında büyük bir mevki sahibi değillerse de ilk evvel heyet-i mecmualarıyla İslâmiyet’i kabul etmeleri itibarıyla Türk ve İslâm Tarihinde mevkîleri vardır.”

Köprülü (Türkiye Tarihi)

Bu makalede, isminden de anlaşılacağı üzere, İdil (Volga) Bulgarları sahasında İslâmiyet’in kabulü konusu değerlendirilmeye çalışılacaktır. Ülkemizde Bulgarlar hakkında yapılan araştırmalar hem sayıca çok az ve hem de meselenin muhtelif noktalarını açıklamaktan oldukça uzaktırlar. Bizim dikkatimizi çeken husus Bulgarların İslâmiyet’i kabulü ve İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’nın hangi tarihten itibaren bağımsız bir devlet olarak kabul edilebileceği konularında, özellikle çelişkili görüşlerin bulunduğu yönündedir. Bu nedenle bu küçük boyutlu çalışmamızda biz, bu konulardan birincisine açıklık getirmek istiyoruz. Böylelikle, özelde İdil (Volga) Bulgarlarıyla ilgili değerlendirme eksikliklerini giderme yönünde bir adım atmış olacağımız gibi, ayrıca Türkler arasında İslâmiyet’in gönül rızası ve serbest kabul ile yayıldığının önemli bir örneğini de ortaya koymuş olacağız.

Hangisi olursa olsun, bir milletin inandığı bir dini bırakarak yeni bir dine geçmesi, o milletin tarihindeki en önemli olaylardan birini oluşturur. Ayrıca bir milletin din değiştirmesini, belirli bir gün, ay ve hatta seneyle tarihlemek de mümkün değildir. Çünkü büyük toplulukların, aynı zamanda denebilecek şekilde, kısa sürede din değiştirdikleri görüldüyse de, bir milletin fertlerinin bütününe yakınının inançlarını değiştirmelerinde, benzer durumun geçerli olması olayın doğasına aykırı, dolayısıyla imkânsızdır. Bu nedenle biz, Bulgarların İslâmiyet’i kabulü konusuyla ilgili olarak önce simgesel bir olayla tarihleme yapacak, sonra da bu dinin, Bulgarlar arasında yayılmasının şekillerini ve sürecini açıklamaya çalışacağız.

İdil (Volga) Bulgarları arasında IX. yüzyıl sonlarında İslâmiyet’in büyük oranda kabul edilmiş olduğunu İbn Rusteh’in kitabından öğrenmekteyiz. Çünkü bu müellif, bu konuyu her hangi bir tereddüde yer bırakmayacak biçimde net olarak ortaya koymuştur.1 Nihayet bu kabul 922’de Abbasî Halifesi Muktedir’in (908-932) gönderdiği İslâm elçilik heyetinin, Bulgar ülkesine vararak Almış b. Şelkey (Şilkî) Han (Müslüman ismi Cafer b. Abdullah) ile düzenlenen resmî bir törenle görüşmesinden (16 Mayıs 922 Perşembe)2 itibaren, İslâmiyet’in devlet dini haline getirilmesiyle yepyeni bir merhaleye ulaşmıştır.3

Bu tarih İdil (Volga) Bulgar Hanlığı sınırları içerisinde İslâmiyet’in yayılması/kabulü açısından simgesel önemi olan bir tarihtir. Şüphesiz bu dinin kabulü daha sonraki tarihlerde de devam etmiş, nihaî noktaya ulaşılmak için sürecin tamamlanması gerekmiştir. Bu konularda tarihçiler arasında her hangi bir tartışma ve anlaşmazlık söz konusu değildir. Bizim kanaatimize göre İslâmiyet’in Bulgarlar tarafından kabulü meselesinde üzerinde durulması gereken noktalar, bu dinin bu bölgelere ulaşma yol ve şekilleriyle, bunlarla ilgili zaman kayıtlarıdır.

Hiçbir İslâm devletiyle müşterek sınırı bulunmayan, dolayısıyla kendisi bir İslâm devletinin topraklarını fethetmediği gibi, bir Müslüman istilâsına da maruz kalmamış bulunan İdil (Volga) Bulgar Hanlığı sınırları içerisinde İslâmiyet’in yayılması, hem Türklerin İslâmiyet’i kabulünü ve hem de bu dinin dünyanın farklı bölgelerinde nasıl yayıldığını anlayabilmemiz açısından, son derece dikkat çekici bir örneği oluşturur. Bununla birlikte konumuzu doğrudan ilgilendiren tarihî malzeme bulmamız oldukça güçtür. Çünkü geçmiş dönemlerin tarihçileri, fikir ve inançların değil, öncelikle orduların ilerlemesi veya gerilemesiyle meşgul olmuşlardır. Bununla birlikte farklı bir kısım tarih kayıtları bizim önümüzü de aydınlatmaktadır.

İdil (Volga) Bulgar Hanlığı, bir Türk-İslâm devleti olarak ortaya çıkmadan önce, diğer İslâm devletleriyle silahlı bir ilişki içerisine girmediğine göre, İslâm mesajının onlara ordular haricinde başka bazı vasıtalarla getirilmiş olması gerekecektir. Bunun için de özelde Bulgarların durumlarıyla birlikte, İslâm’ın başka bölgelerde genelde hangi yollarla yayılmış olduğunu göz önünde bulundurmamız yerinde olacaktır. Çünkü muhatap insan olduğuna göre, ona inançların ulaştırılmasının ve onun tarafından kabulünün de belirli bazı esaslar dahilinde gerçekleşmesi, bu arada özel durumların etkilerinin de göz önünde bulundurulmalarının lüzumu açıktır. Biri diğerinin tıpatıp aynı iki ihtida olayı bulmak mümkün olmamakla birlikte, İslâm’ın kabulünün en önemli etkeni doğrudan onun kendisi, yani içerdiği mükemmel esaslar olmalıdır. Bu mükemmel esasların muhataplarına ulaştırılmasında kullanılan başlıca yöntem ve vasıtalarsa şunlardır: Ticaret, tasavvuf, toplum önderlerinin kabul ve teşvikleri, yerli dil ve mahallî unsurların kullanılması, ayrıca evlilik, evlat edinme gibi diğer bir kısım vasıtalar. Bunlar içerisinde Bulgarlar arasında İslâm’ın yayılmasında en önemli ve tabiî ki en bilinen vasıta ticaret olmalıdır. Şimdi bunu ve İslâm’ın kabulünde Bulgarlara özel diğer durumları göstermeye çalışalım.

Bilindiği gibi Bulgar ismi ilk defa Bizans kaynaklarında ve 482’de İmparator Zenon’un Sirmium’da Doğu-Gotlarına karşı savaşmak üzere, Karadeniz’in kuzeyindeki toplulukların yardımlarını istemesi dolayısıyla geçer.4 Bu sırada Bulgarlar kısmen Tuna ile Kuban nehri ve Azak denizi havalisindeki bozkırlarda bulunmaktadırlar. Bu bölgelerdeki Bulgarlar sırasıyla Sabirler (558’e kadar), Avarlar (567’ye kadar) ve Göktürkler’in (630’a kadar) hakimiyetinde kaldıktan sonra, ortaya çıkan müsait ortamdan istifade ederek Hazarlardan (630) sonra bağımsızlıklarını elde ederler (635).

715

Başında Kubrat’ın (583-665) bulunduğu bu siyasî teşekkülün adı Büyük Bulgarya’dır. Kafkaslar’ın kuzeyi ve Azak denizi çevrelerini içeren bu devletin hayatı, kurucusunun ömrü ile sınırlı kalmış, onun vefatından az sonra da Hazar Kağanlığı’nın baskısıyla parçalanmıştır. Fakat bu parçalanmanın neticeleri, bağımsızlığın kaybından daha ileri noktalara ulaşmış ve bir kısım Bulgarlar eski topraklarında kalırlarken, önemli miktarlardaki iki Bulgar kütlesi farklı coğrafyaları vatan tutmak üzere bulundukları yerlerden ayrılmışlardır.

Asparuh’un (Esperih) yönetiminde önemli bir Bulgar topluluğu Tuna çevresine göç etmiş (668) ve burada Tuna Bulgar Devleti’ni kurmuştur. Başta Bizans olmak üzere bölgesindeki siyasî teşekküllerle olumlu-olumsuz ilişkilere giren Tuna Bulgarları, burada güçlü bir devlet kurmuşlar, Boris Han (Mihail) (852-889) Dönemi’nde Bizans’ın da çabalarıyla 864’te Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. 971’de Bizans hakimiyetine girmek zorunda kalacak olan Tuna Bulgar Hanlığı 1018’de ise Bizans’ın bir eyaleti haline gelecektir.5

Bizim konumuzu oluşturan ve ileride İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’nı kuracak olan çoğunluğu Otuz- Oğuzlardan meydana gelen Bulgar toplulukları ise Kubrat’ın ikinci oğlu Kotrag yönetiminde Orta İdil yani İdil (Volga) ile Kama (Çulman) nehirlerinin birleştikleri bölgeye çekilmişlerdir. Yeni yurtlarında yerli Fin-Ugorlar ve M.S. III. yüzyıldan beri burada bulunan muhtelif Türk topluluklarını da yönetimlerinde birleştiren Bulgarlar, bölgeyi süratle Türkleştirmiş ve devletlerini kurmuşlardır. Bu devletin Hazar Kağanlığı’na bağlı olmakla birlikte, bu bağlılığın, oldukça da serbest hareket etmeye imkân verebilecek nitelikte olduğunu düşünmemiz yerinde olacaktır.

Gerek Hulefâ-i Raşidîn (632-661) ve gerekse Emevîler (661-750) ve hatta Abbasîler (750-1258) dönemlerinde Müslüman Arapların, silahlı ilişkiler içinde bulundukları Türk devletlerinden biri, hatta başlıcası Hazar Kağanlığı’dır. Özlü biçimde hatırlamak gerekirse Hazarlarla Müslüman Arapların ilişkileri Hulefâ-i Raşidîn Dönemi’nde başlamıştı. 643’te Suraka b. Amr, Derbend’in fethiyle görevlendirilmiş, fakat bölgenin İran asıllı komutanının cizye vermeyi kabul etmesiyle antlaşma sağlanmıştı. Daha sonra İslâm ordularının Hazar ülkesine küçük çaplı akınları 645 ve 646’da da devam etmiş, büyük boyutlu ilk savaş ise 32/652-53’te Müslümanların Derbend’i geçerek bu sırada Hazar başkenti olan Belencer üzerine hücumlarıyla gerçekleşmiştir. Hazarlar bu savaşta, daha önce İran Sâsânî İmparatorluğu’nu tamamen ortadan kaldırmış, Bizans’ın da önemli eyaletlerini almış olan İslâm ordularına şiddetle karşılık vermişler, hatta komutan Abdullah b. Rebîa bile şehit olmuştur.

Müslüman ordularıyla Hazarlar arasında Kafkaslar bölgesindeki silahlı mücadeleler Emevîler Dönemi boyunca da devam etmiştir. Bu devrede Velîd’in (705-715) hilâfetinde başlayan savaşlar, daha sonra Emevî halifelerinin sonuncusu olarak tahta çıkacak olan Mervan b. Muhammed’in 737’deki zaferine kadar bütün şiddetiyle devam etmiştir. Bu savaşlarda İslâm orduları Derbend’i geçerek Hazar ülkesinin iç kısımlarına kadar nüfuz etmişlerse de, Hazarlar da her defasında mukabil akınlarda bulunmuşlar, zaman zaman Musul ve Erbil’e kadar Müslüman bölgelerini yağma ve tahripten geri durmamışlardır. Bu bölgede görev yapan İslâm orduları komutanları ve savaş tarihlerini şu şekilde gösterebiliriz: Anadolu gazalarında büyük şöhret kazanmış Mesleme b. Abdülmelik (708,

716

710, 724), Hâtim b. Nûman el-Bâhilî (719-720), Subeyt en-Nahranî (721), Cerrah b. Abdullah (722, 723), Mesleme b. Abdülmelik ve Said b. Amr el-Haraşî (726), Haris b. Amr et-Tâî, tekrar Mesleme b. Abdülmelik (727, 728), Cerrah b. Abdullah (729), Said b. Amr el-Haraşî (730) ve Mesleme b. Abdülmelik (731). Sonuç olarak Müslümanların 737’deki kesin zaferlerine kadar Kafkaslar için çok önemli bir geçit kapısı olan Derbend müstahkem mevkii, çoğunlukla Müslümanların hakimiyetinde kalmış, kuzeydeki başkent Belencer ise, kısa süreyle de olsa, fethedilebilmiştir. Bilindiği gibi bundan sonra Hazarlar daha kuzeydeki İtil’i başkent edinmişlerdir.

Müslüman Arapların 737’deki galibiyetleri, ilişkilerde bir dönüm noktası oluşturması dolayısıyla önemlidir. Hezimetin büyüklüğü karşısında şaşıran Hazar Kağanı, barışı temin edebilmek için İslâm dinini kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bölgeden ayrılmadan Nuh b. Sabit el-Esedî ve Abdurrahman el-Hulânî isimli iki fakihi İslâm’ı öğretmeleri için burada bırakan Mervan b. Muhammed, esir olarak almış bulunduğu 20 bin aileyi kendisiyle birlikte getirmiş ve Derbend’in güneyine yerleştirmiştir. Bizim için dikkat çekici olan, bu ailelerin büyük çapta Hazarlara yardıma gelmiş olan Bulgarlardan oluşmuş bulunmalarıdır. Eski yurtlarında kalan Bulgarlarla birlikte İdil (Volga) Bulgarlarının da Hazar Kağanlığı’na bağlı oldukları düşünülürse onların, Müslümanlarla savaşları sırasında Hazar ordularında, belirli oranlarda da olsa, yer almış olduklarını ve Müslümanlarla bir şekilde ilişki içerisine girmiş bulunduklarını düşünmemiz mümkündür.6 Nitekim İbn Fadlân ile birlikte Bulgar ülkesine giden Tegîn et-Türkî ve Bâris es-Saklâbî’nin ya Bulgar Türklerinden olmaları veya geçmişte bu ülkede bulunmaları dolayısıyla sefaret heyeti içerisine dahil edilmiş olduklarını düşünebiliriz.7 Bulgarların Hazar ordularında yer almaları ve bu vasıtayla Müslümanlarla temasa geçmiş olmaları durumu, Abbasîler Dönemi’nde 762’deki Hazar hücumunda, 799’da Harun Reşîd Dönemi ilişkilerinde de geçerli olmalıdır.

Hazarlarla Müslüman Araplar arasındaki ilişkilerin yalnızca karşılıklı silahlı mücadelelerden ibaret olmadığını da belirtmek gerekir. Nitekim bu savaşlara ara verildiği dönemlerde veya silahlı mücadelelerin son bulmasından itibaren, yani özellikle de Abbasîler Dönemi’nde, büyük çapta ticarî münasebetler başlamıştı. İtil yanında Belencer ve Semender gibi Hazar şehirleri bu ticaretin yoğunlaştığı merkezlerdi ve buralarda Müslüman ticaret kolonileri kurulmuştu. Hazar ülkesindeki Müslümanların davalarına bakmak üzere iki ayrı hakim tayin edilmişti. Hazar Kağanlığı’nın savunmasında Müslüman Hârizmli (Harezmli) paralı askerler özel bir yere sahiptiler. 10-12 bin kadar oldukları bilinen bu paralı askerler (erîsiyye), hizmete girerken yaptıkları antlaşmalarla, kendi dindaşlarına karşı olan savaşlarda tarafsız kalma hakkını elde etmişlerdi. Ayrıca Hazar ülkesinde huzur, refah ve adaletli yönetimle birlikte dinî hoşgörünün de bulunması, başta Hârizmliler olmak üzere farklı İslâm ülkelerinden Müslüman göçmenlerin buraya gelip yerleşmelerini kolaylaştırmıştı.

Bunlar arasında sanatkârlar da vardı, Bütün bunların sonucunda İslâmiyet’in Hazar ülkesinde siyasî otoriteden bağımsız, belki hızlı değil, fakat oldukça da istikrarlı bir biçimde yayıldığı tespit edilmektedir. Nitekim X. yüzyılın farklı dönemlerini anlatan İslâm tarihi kaynaklarında Hazar başkenti İtil, 10 binden fazla Müslümanın yaşadığı, 30 kadar cami ve mescidi bulunan bir yer olarak tanıtılmaktadır.8 Anlaşılan o ki Bulgarların bir bölümü İslâmiyet’i, Hazarlarla Müslümanların, farklı görünümler arz eden ilişkileri sırasında tanımış, muhtemelen de bu tanıma sonrasında bu dini kabul etmişlerdir. Fakat bundan daha da önemlisi İdil (Volga) Bulgarlarının esas yurtlarında İslâm’ı öğrenmeleridir ki, bu da öncelikle ticarî aktiviteler sırasında gerçekleşmiş olmalıdır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.9

İletişimin gerçekleşmesi için dört esas unsura ihtiyaç vardır. Bunlar mesaj, gönderici, alıcı ve kanal’dır. Maddî ve manevî bütün iletişim şekilleri bu dört unsurun içerisinde cereyan eder. Zamanın, coğrafyanın ve teknik imkânların değişmesiyle mesaj kanalının değişebileceğini kabul etmek gerekir. Bununla birlikte eski çağların iletişiminde yolların ve bu yollar boyunca sürdürülen ticarî ilişkilerin çok önemli bir yerinin bulunduğu kesin kabul görmüş hususlardandır. Çünkü tüccarlar mallarını götürüp satar, yenilerini alıp başka pazarlara taşırken, mektup, kitap ve benzerlerini, aynı zamanda ve bunlardan çok daha önemli olarak da haberleri, fikirleri, düşünceleri yani manevî bir takım unsurları da taşırlardı. Orta Asya’da İpek Yolu dolayısıyla bu durumun çok dikkat çekici bir tasvirini yapan Water Ruben, eserinde şu cümleye yer veriyor:10 “Bu nevî fikrî alış veriş hakkında bir fikir edinebilmek için, Türkistan mağaralarında bulunan şaheser tablolara dikkat etmek kâfidir. Burada; Çin ve Batı tesirleri altında Hint kültürü elemanlarının nasıl yekdiğeriyle mezcedildiğini ve Avrasya kültür mıntıkasının bütününe şâmil bir karma tip yarattığını görmek mümkündür”. Göktürklerden bahsettiği sırada L. Rasonyi’nin kullanmış olduğu şu cümleler de enteresandır; “Türk hakanları, Orta Asya kervan yollarının sahibi sıfatıyla, dört yüce medeniyet ortasında dünya ticaretinin ve büyük manevî cereyanların şahdamarını ellerinde bulundurdular. Bir yüzyıl boyunca onların teşkilâtçılığı sayesinde kültür değerlerinin mübadelesi sağlandı”.11 Bu vesile ile Uygurlarda haberci ve elçi anlamlarında kullanılan arkış teriminin, Karahanlılar sahasında da varlığını koruduğunu ve bununla ilgili olarak Kaşgârlı’da “Yırak yer sawın arkış keldürür” (Uzak yerin sözünü kervan getirir) şeklinde çok dikkat çekici bir kaydın bulunduğunu belirtmemiz yerinde olacaktır.12 İran’dan Çin’e giden kervan yollarında IX ve X. yüzyıllarda da güvenlik Türkler tarafından temin edilecektir.13 Yollar boyunca yalnızca tüccarın gidip geldiğini de düşünmemek gerekir. Nitekim maddî kazançla hiç ilgisi bulunmayan, tek amacı fikir, düşünce ve inanç taşımak olanlar da hedefledikleri bölgelere yollar vasıtasıyla ve bilhassa da bu yolları kullanan ticaret kafilelerinin refakatinde ulaşırlardı. Geçmiş dönemler için bu durum en tabiî bir uygulama idi. Nihayet çanak, çömlek satıp; kumaş, deri, kürk almak durumunda olan tüccarın, kendi dininin yayılmasına gayret sarf ettiğini düşünmemiz yerinde olacaktır. Bu durum geçmiş dönemin tüccarının daha dindar olmasıyla da alâkalı değildir. Kara yollarından faydalanılarak yapılan ticarette kervanların, gün boyunca yol aldıktan sonra, geceyi emin bir yerde geçirmek isteyecekleri açıktır. Bu emin yer ise inancını paylaşan, kendisine zarar vermeyecek insanların bulunduğu mekândır. Bunu temin etmek için tâcirler güzergâhları boyunca dinlerinin yayılması yolunda, büyük çaplı maddî fedakârlıklarda bulunmaktan geri durmamışlardır.

Tüccarları yalnızca kervanlarla seyahat eden kişiler olarak düşünmemek gerekir. Tüccar kafilelerinin belli başlı uğrak yerlerinde ve nihaî varış noktalarında ortakları veya işbirliği yaptığı diğer tüccar grupları bulunurdu. Nitekim Çin’de olduğu gibi Kore’de bile Müslümanların ticaret kolonileri, dolayısıyla yerli ortakları vardı.14 Benzer durum Oğuzlarla ticaret yapan Hârizmli Müslüman tüccarlar için de geçerliydi.15 Yabancı ülkelerde yerleşmiş olan bu tüccarlar, çoğu defa mahallî dilleri bilir, yerli hanımlarla evlenirler; çoluk çocukları, hizmetçileriyle birlikte bir topluluk oluştururlardı. Ayrıca bunların ilişkide bulundukları yakın çevreleri üzerinde de olumlu etkiler bırakmış olduklarını düşünebiliriz. Hatta bir tüccarın, yalnızca kendisi ile Allah arasında olmak üzere, günün belirli zamanlarında yaptığı ibadetlerin bile etrafındakiler üzerinde, dolaylı da olsa, olumlu etkiler yapmış olması mümkündür.

Bir defa tohum atıldığında, artık biraz da söz konusu ülkenin, toplumun içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak, fikirler ve inançlar yayılmasını sürdürür gider. Bu konuyu dinlerle örneklemek gerekirse; M.Ö. VI. yüzyılda Buda tarafından kurularak, daha sonra evrensel bir nitelik kazanan Budizm’in, Hint Baharat Yolu ve İpek Yolu’nu kullanarak Hindistan dışına çıktığını gösterebiliriz. Nitekim M.S. I. yüzyılda önce Batı, sonra da Doğu Türkistan’da Türkler bu dinle tanışmışlardır. Bu arada Göktürklere de Budizm, diğer çeşitli vasıtalar yanında özellikle de ticaret kervanlarıyla dolaşan gezici vaizler eliyle ulaştırılmıştı.16

Hıristiyanlığın bir mezhebi olan Nesturîlik İran’dan Orta Asya’ya büyük oranda ticaret yollarından faydalanarak girmiştir. 17 Ön Asya’dan başlayarak İran’dan Maveraünnehir’e ulaşan ve burada Beykent, Buhara, Semerkant gibi belli başlı merkezlerden geçen milletlerarası İpek Yolu, bir taraftan ekonomik gelişmeyi sağlarken, öte taraftan da kültür ve medeniyet unsurlarını taşımış, birçok din asırlar boyunca bu vasıta ile Türk dünyasına ulaşmıştır.18 Nesturî misyonerler de ellerinde bir torba bir değnek, tüccar kafilelerinin refakatinde, bazen bizzat tüccar olarak bu yolda gayret göstermişler, dinlerini yaymaya çalışmışlardır. 19 Nitekim Batı Göktürklerini değerlendirirken F. Köprülü dinlerin yayılmasıyla ticaret arasındaki ilişkiyi açıkça belirtmiş bulunmaktadır.20

Bütün diğer düşünceler ve dinler için geçerli olan ticarî ilişkilerden faydalanma konusu, İslâm’ın yayılmasında da geçerlidir. Bu nedenle İslâm’ın, özellikle İslâm devletlerinin hakimiyet alanlarının dışarısında yayılmasıyla, Müslüman tüccarın ticarî faaliyet alanları ve ilişki yoğunluğu arasında, paralel bir alâka daimâ var olmuştur. Müslüman tüccarın ticaret güzergâhlarını gösteren bir haritanın, aynı zamanda da İslâm’ın yayılış yollarını işaretleyen harita olduğunu söylemek abartılı bir iddia değil, ancak hakikatin ifadesinden ibarettir. Bu konuyu, yani İslâm’ın yayılmasıyla Müslüman tüccarların faaliyetleri arasındaki ilişkiyi bir iki örnekle gösterebiliriz.

Güneydoğu Asya adalarında İslâmiyet’in yayılış serüvenini araştıran tarihçilerin ulaştıkları sonuç, bu dinin tebliğinin üç yolla gerçekleşmiş olduğudur. Bunlar; barışçı ve dürüst bir ticaret için çalışan Müslüman tüccarların faaliyetleri, Hindistan ve Arabistan’dan, gayrı müslimleri İslâm’a davet, Müslümanlara ise dinlerini daha iyi öğretmek (tebliğ ve irşâd) için gelen vaiz ve tebliğcilerin çalışmalarıyla, son olarak da Müslümanlığı kabul eden yerlilerin yeni dinlerini diğer ırkdaşlarına da kabul ettirmek için yaptıkları her türlü mücadelelerdir. Bu bölgenin Arap, Hint ve İranlı Müslüman tüccarlar açısından önemi, bizzat yerli üretimin çeşitliliği ve fazlalığı ve Batı Asya ile Uzak Doğu arasındaki ticaret yolu üzerinde bulunmasından kaynaklanmakta idi. Bütün bu durumların neticesi olarak İslâmiyet, bölgenin öncelikle sahillerindeki ticarî merkezlerde, müteâkiben de iç bölgelerinde

719

barışçı bir yolla ve yüzyıllar süren yavaş bir süreci takip ederek yayılmıştır. Doğrudan din tebliğini hedefleyen vaizlerin de çoğu kez tüccarların refakatinde bulundukları düşünülürse, bölgede İslâmiyet’in ticareti takip ederek yayıldığını ifade etmemiz yanlış olmayacaktır.21 Sri Lanka’ya (Seylan) da İslâmiyet VII. yüzyıldan itibaren Arap tüccarları ve onlarla birlikte hareket eden İslâm davetçileri vasıtasıyla ulaştırılmış ve yayılmıştır.22 Borneo’da ise, adanın bazı bölgelerine Hinduizm ve Budizm nasıl ticarî ilişkilerle girmişse, İslâmiyet de Müslüman Arap, İranlı ve Hintli tüccarlar vasıtasıyla girmiştir.23 Hindistan’da İslâm’ın yayılması da ticarî ilişkilerle yakından ilişkilidir.24 İslâm’ın Afrika’da yayılmasıyla Müslüman tüccarların faaliyetlerindeki paralellikle ilgili olarak da çok sayıda örneğe sahibiz.25 Bütün bunları vermekten maksadımız genelde İslâm dininin yayılmasıyla, Müslüman tüccarların faaliyetleri arasındaki yakın ilişkiyi ortaya koyabilmektir. Nitekim bu dinin Türkler tarafından kabulünde de, diğerleriyle birlikte, ticarî ilişkilerin ve bunlara bağlı faaliyetlerin önemli yeri bulunmaktadır.26 İdil (Volga) Bulgarlarının Müslümanlığı kabulünde ise ticarî ilişkiler, çok özel bir yere sahiptir ki, şimdi bunu göstermeye çalışacağız.

İdil (Volga) Bulgarlarından bahsedenler, bunlar arasında İslâm’ın ticarî ilişkiler sonunda tanındığını ve kabul edildiğini ittifakla ifade ederler.27 Gerçekten de onların bölgesine İslâm’ın, ticarî münasebetler olmaksızın, bu kadar eski tarihlerden itibaren gitmiş olduğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü Bulgarlar hiçbir zaman, hiçbir İslâm devletiyle müşterek sınıra sahip olmadıkları gibi, doğrudan askerî nitelikli bir ilişki içerisine de girmemişlerdir. Modern iletişim imkânlarının bulunmadığı o  dönemlerde, ticaret kervanları ve bunları götürüp getiren tüccarlarla onlara refakat eden diğer unsurlar; fikirlerin, düşünce ve inançların en önemli taşıyıcılarıydılar. İslâmiyet de Bulgarlara bu vasıta ile ulaştırılmıştı. Bu dönemde Hazar ülkesi ile İdil (Volga) Bulgar ülkesi, çok önemli ticaret bölgeleriydiler. Özellikle Bulgar ülkesi transit ticaret yönünden ehemmiyeti yanında, kendi üretimiyle de ticarete ve tüccarların faaliyetine konu oluşturmaktaydı.

Bulgar ülkesi ve bilhassa da başşehir Bulgar, hem kendi üretimi ve hem de dışarıdan gelen çeşitli malların ticaretine konu olan çok önemli bir merkezdi. Buraya kuzey bölgesinden tüccarlar gelip gittiği gibi Müslüman tüccarlar da Bulgar’a gelirlerdi. Bu ülkede ticaret kolonileri oluşturmuş olan Müslüman tüccarların daha ileri bölgelere kadar ulaşmaları söz konusuysa da bu durum çok yaygın değildi. Aynı şekilde bizzat Bulgarlar da bu faaliyete aktif biçimde katılmakta ve kuzey bölgeleriyle Hazar başkentine, Hârizm ve daha ötelere ticarî seferler düzenlemekteydiler. İşte bu canlı ticaretle ona bağlı diğer bazı çalışmalar ve pek muhtemeldir ki, tüccar kafilelerinin refakatinde gelerek bu ülkede yerleşen Müslümanlar,28 Bulgarların İslâm’ı tanımalarının ilk ve en önemli vasıtası olmuştur. Bu konunun biraz genişliğine ele alınması, bu ticarî trafiğin genişliğini daha iyi kavramamızı, dolayısıyla İslâm’ın bu ülkeye ne şekilde ulaştığını anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Bilindiği gibi Orta İdil sahası zenginlik ve ulaşım açısından kuzey bölgelerini Hazar Denizi, İran, Kafkaslar, Türkistan ve dolayısıyla da Orta Asya’ya bağlayan büyük kervan yolları üzerinde bulunuyordu. Ülkelerinin bu konumu dolayısıyla Bulgarlar, çok erkenden şehirler kurmuşlar ve iyi tüccarlar olarak tanınmışlardır. Özellikle İbn Fadlân’ın ziyaretinden hemen sonra, yani 922-23 veya 924’te temeli atılarak kurulmuş olması gereken başkent Bulgar, Kama ve İdil nehirlerinin birleştikleri yerden 100 km. güneyde, İdil nehrine 6,5 km. mesafede, X-XIII. yüzyıllarda Doğu Avrupa’nın en önemli ticaret merkezi olmuştu. Bulgar şehrinin ticarî önemi, Hârizm’den gelen kara yoluyla birlikte, İdil (Volga) nehri ve buna paralel uzanan yol vasıtasıyla Hazar başkentine bağlanmış olması, kuzey ülkeleriyle İslâm dünyası arasındaki yolların pek önemli bir noktasında bulunmasındaydı.

Hazar Kağanlığı’nın başkenti İtil, Volga ırmağının Hazar Denizi’ne döküldüğü sahilde kurulmuş olup, İslâm dünyası içerisinde yer alan Suriye, Irak, İran, Türkistan gibi ülkeler ve Çin ile Rus bölgeleriyle İskandinavya arasındaki ticaret trafiğinin en önemli noktasında bulunuyordu. VIII. yüzyılın sonunda Doğu Avrupa’nın en çok kullanılan iki ana ticaret yolundan birincisi İtil şehrinden başlıyor ve Volga nehrini takip ederek kuzeye, bir taraftan Kama (Çolman) nehriyle Urallar sahasına, diğer taraftan Volga’nın yukarısında bazı küçük ırmaklar vasıtasıyla Ladoga gölü ve Fin Körfezi’ne, oradan da İskandinav memleketlerine kadar gidiyor, bu güzergâhlar büyük bir ticaret trafiğine şahit oluyorlardı.

Bu yolların geçtiği Bulgar ülkesi ve bizzat Bulgar şehri de söz konusu ticarî akış içerisinde pek aktif bir mevkiye sahipti.29 Hazar başkentinden geçen diğer önemli ticaret yolu ise, Bizans ile İskandinavya Körfezi ve İsveç’e kadar ulaşıyordu. Fazla bir üretime sahip bulunmayan Hazarlar, ülkelerinin ve başkentlerinin bu konumunu o derece de iyi değerlendirmişlerdi ki; “Hazar Kağanlığı’nın ekonomik bünyesinin ticaret faaliyetine dayanmış olduğunu söylemek mümkündü”. Başkent İtil’de çeşitli milletlerden tüccarlar kısa veya uzun süreli olarak bulunurlar, bunlar içerisinde Müslüman tüccarlar önemli bir yer tutardı.30 Zaten diğer Hazar şehirleri yanında, özellikle de İtil’de çok önemli bir Müslüman nüfus bulunmaktaydı. İtil’deki Müslümanlar ve şehrin ticarî ehemmiyeti İslâm tarih ve coğrafya kaynaklarında da belirtilmişti.31

İdil (Volga) Bulgarları, uzun dönemler halinde Hazarlarla birlikte bulunmaları yanında, Hazar ülkesindeki ticarî faaliyetlere de etkili bir biçimde katılmaları dolayısıyla İslâm’ı, bu ilişkiler sırasında belirli oranda tanımış olmalıdırlar. Bu vesile ile hatırlanması gereken bir husus da, Bulgar Hanı Almış tarafından Abbasî Halifesi Muktedir’e gönderilen elçinin, Hazar asıllı bir Müslüman, Abdullah b. Baştû el-Hazarî olmasıdır. Fakat bundan çok daha önemlisi Bulgarların, diğer İslâm ülkelerine gittiklerinde ve bilhassa da kendi ülkelerine gelen tüccarlarla temasları sırasında Müslümanları ve İslâmiyet’in gereklerini daha geniş çerçevede görerek kavramalarıdır. Çünkü Bulgar tüccarlar, Hazar başkentinde olduğu kadar, Hârizm’de ve Sâmânîlerin ülkesinde de ticarete aktif biçimde katılmaktaydılar.32 Fakat Bulgar tüccarlarının çok daha ilerilere, hatta Hindistan’a bile ulaşmaları söz konusuydu.33

İslâm medeniyetinin hudut vilayetlerinden biri olan Hârizm’in üç tarafı bozkırlarla çevriliydi ve buranın göçebe kavimlerle ticareti İslâm öncesine kadar uzanıyordu. İslâm döneminde de iyi tüccarlar olduklarını her vesileyle ispatlayan Hârizmliler, Seyhun çevresindeki ticaret kolonilerinin kurulmasında rol oynamışlardı. Fakat Hârizmlilerin en önemli ticarî faaliyet alanları batı ve kuzeybatı taraflarıyla, yani Hazar ve Bulgar ülkeleriyleydi.34 Hârizmliler ve diğer ülkelerden gelen Müslüman tüccarlar Kuzeyin ürünlerine ihtiyaç duyuyorlar ve bunları almak için Hazar başkenti İtil veya daha ziyade

721

Bulgar’a gidiyorlardı. Bu ticaretin canlılığının bir göstergesi olarak, İbn Fadlân’ın meşhur sefareti sırasında Hârizm’den Oğuzların ve Bulgarların memleketine giderken, ilkbaharda çıkıp sonbaharda geri dönmeyi hedefleyen, 5.000 kişilik bir kervana katılmış olduğunu gösterebiliriz.35 Nitekim biraz da bu durumun sonucu olarak, kendine özel şartlarına rağmen, İbn Fadlân’ın dahil olduğu sefaret heyetinin, Bağdat’tan Buhara’ya, oradan Harizm’e ve oradan da Bulgar ülkesine ulaşmış olması; yani Bağdat’tan Orta İdil havzasına gitmek için kullanılabilecek en kısa yol olan Kafkasya güzergâhını tercih etmemiş bulunması, Bulgarların İslâm medeniyetiyle temaslarının, öncelikle Hârizm ve Sâmânîlere bağlı vilayetler vasıtasıyla gerçekleştiği şeklinde yorumlanmıştır.36

Müslüman tüccarlar Bulgar’da her türlü kıymetli kürkü buluyorlardı. Bunlar arasında samur, kakım, sansar, sincap ve tilki kürkleri önemli bir yer tutuyordu. Ayrıca bal, balmumu, fındık, tutkal, çiriş, balık dişi, kehribar, sahtiyan gibi diğer bazı mallar da Müslüman tüccar tarafından buradan alınıyordu. Bunlara Slav köleleri, kılıç, zırh ve av köpeklerini de ilave edebiliriz. Tabiatıyla bunların bir kısmı Bulgar ülkesinin üretimiydi. Nitekim deri işleme sanatı burada çok gelişmişti. Bulgar’da yapılmış ayakkabı ve çizmeler İslâm ülkelerinde çok beğeniliyordu.37 Müslüman tüccarlarının burada sattıkları arasında ise çeşitli dokuma ürünleri, silah, lüks eşyalar ve seramik eşya en önde yer alıyordu.38

Emevîler Dönemi’nde Müslüman Arapların fetihleri doğuda Seyhun sınırında, Hazarlar sahasında ise Kafkaslar bölgesinde kalmıştı. Bundan sonraki fetihler, istisnaları olmakla birlikte, Sâmânîlerden başlamak üzere bölge devletleri ve özellikle de Müslüman Türk devletlerince gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, çok önemli bölgelerde Müslüman azınlıkların ortaya çıkması veya İslâm devletlerinin kurulmasının fetih ve savaşlarla, doğrudan bir alakası da bulunmamaktadır. Nitekim Bulgarların İslâm’ı kabulünde, Müslümanlarla yaptıkları yoğun ticaretin çok önemli bir yeri olduğunu vurgulamış bulunuyoruz. Gerçekten de Araplar, bir taraftan fetihlerin nimetlerinden faydalanmışlar, diğer taraftan da, gerek onlar ve gerekse diğer Müslümanlar kendi hakimiyetlerinin haricindeki ülkelerle, farklı ilişkiler içerisine girmişlerdi ki, ticaret bu ilişkilerin en önde geleniydi.

Bu durumu Hârizm’in ötesindeki ülkelerle ilgili olarak W. Heyd şu şekilde ifadelendirmiştir; “Buradan kuzeye doğru fatih olarak değil, tüccar olarak atılıyorlar, Volga nehri boyunca yukarı çıkıyorlar, gerek nehrin munsabında yerleşmiş olan uygar ve hoşgörücü bir ulus olan Hazarlar arasında, gerek bunların ortalarına rastlayan topraklarda yerleşmiş ve İslâmlığı kabul etmiş tüccar bir ulus olan Bulgarlar arasında, her yerde iyi karşılanıyorlardı”.39 Bu olumlu ilişkilerin sonucu ise, bu bölgelerde İslâm kültür ve medeniyetinin tesirlerinin yaygınlaşması ve nihaî olarak da bu üstün medeniyetin kaynağı olan dinin kabulü şeklinde tezahür ediyordu. Mercanî bu hususa dikkat çekerek, coğrafî mekân itibarıyla daha uzak olmalarına rağmen Müslüman Arapların dili Arapçanın, Bulgar dili üzerinde Farsçadan çok daha fazla etkili olduğunu ifade ederken,40 Barthold ise; “İbn Fadlân’ın şimdi artık bize belli olan güzergâhından pek açık olarak görülüyor ki, İslâm memleketlerinden uzakta kalan kavimler bazen İslâm memleketleriyle komşu olan kavimlerden daha önce İslâm tesirine giriyorlardı”,41 hükmünü verir.

Heyd’in Yakın-Doğu Ticaret Tarihi adlı meşhur eserinde, Doğu Avrupa’nın farlı bölgelerinde çıkarılan çok bol miktarlardaki İslâm gümüş paralarına (dinar) dayanılarak, Kuzey ve Kuzeydoğu Avrupa’daki bu ticaretin hangi tarih ve yöreleri içerdiğiyle ilgili dikkat çekici detaylar verilmiş bulunmaktadır. Buna göre İzlanda ve İngiltere gibi az önemli olanları bir tarafa bırakılacak olursa, İslâm sikkelerinin yoğun bulunduğu bölgelerin batı sınırı Norveç’in Christiansand eyaletinde, Kuzey Denizi’ne bakan en uç noktasındaki Egersund şehridir. Rusya için ise kuzey sınır Kazan’dan Ladoga gölüne ve oradan da Finlandiya’ya çizilecek düz bir çizgiyi takip eder. En güney nokta Kırım’da eski Kerç şehridir. İslâm gümüş paralarının en bol bulunduğu yerler ise Rusya’nın orta bölgeleri, yani Volga yatağı, Dinyeper nehrinin yukarı kısmındaki topraklarla, Baltık denizi ve Finlandiya Körfezi’ndeki eyaletlerdir. Finlandiya’dan İsveç’e Aland adasından geçiliyor, daha güneyde Gotland ve Öland adaları, Rusya’nın Baltık bölgesi ile İskandinavya arasında bir köprü oluşturuyordu. Danimarka’da bu sikkeler en çok Bornholm adasında bulunmuştu.

Ödemelerin İslâm sikkeleriyle yapıldığı yoğun bir ticaretin varlığını gösteren bu paraların basılış tarihleri ise, bu ticaretin hangi dönemlerde özellikle artarak yapıldığının belirlenmesi açısından önemlidir. Buna göre Rusya ile Baltık ülkeleri arasındaki İslâm dinarlarının en eskileri VII. yüzyıl sonlarına, en yenileri ise XI. yüzyıl başlarına aittir. 795-816 arasında bir yoğunlaşma söz konusu olmakla birlikte, daha sık bulunan sikkeler IX. yüzyıl sonlarıyla X. yüzyıl başlarına, bu arada da 909­914 yıllarına aittir. 995’ten itibaren bir azalma söz konusu olup, XI. yüzyılın ilk on senesinden sonra hiçbir sikkeye rast gelinememiştir.

İslâm gümüş paralarının basılış yerlerinin dikkate alınması, ticarete konu oluşturan malların gidiş istikametlerini, yani nereye satıldıklarını göstermesi yönüyle anlamlı olmalıdır. Buna göre bu paraların üçte ikilik bir kısmı Sâmânîlere aittir ve Semerkant, Buhara, Şaş (Taşkent), Belh, Enderâb, Nişabur gibi şehirlerde basılmıştır. Hazar Denizi’nin güney sahilindeki Cürcân, Taberistan ve Deylem’de basılmış sikkeler de önemlidir. Abbasî başkenti Bağdat’ta basılmış bol miktarda sikke bulunurken, Emevîler Dönemi’nde Şam’da darbedilmiş paralara çok nadir rastlanmıştır. Ayrıca Maveraünnehir, İran ve Dicle-Fırat nehirlerinin suladığı bölge sikkeleri de görülmüştür.

Bu paraların bulundukları bölgelere kadar nasıl gelmiş oldukları konusu da araştırmacıları meşgul etmiş, farklı ihtimaller üzerinde durulmuştur. Bu ihtimallerin ikinci derecede önemlilerinden biri savaş ganimeti olmalarıdır. Fakat bulunan paraların çokluğu, ticarî ilişkilerde kıymetli madenlerin ağırlık olarak ödenmeleri dolayısıyla yer yer ikiye, dörde ayrılmış olmaları ve nihayet dönemlerinin en önemli ticaret merkezleri çevresinden çıkarılmaları karşısında bunların, savaşlarla değil, ticarî ilişkilerle buralara getirilmiş olduklarında ittifak sağlanması sonucunu doğurmuştur. Bununla birlikte burada açıklığa kavuşturulması gereken bir konu da, Müslüman tüccarların hangi noktalara kadar ulaştıklarıdır. Her ne kadar Rusya ve İskandinav ülkeleri İslâm coğrafyacıları tarafından tanınmakta ve tanıtılmakta ise de, Müslüman tüccarların, Volga üzerinden geldikleri Bulgar ülkesinden daha ileriye geçip geçmedikleri bilinememektedir. Kuzeyin ürünleri Bulgar ülkesine ve onun başkentine getirilmekte, Müslüman tüccarlar da burada hiçbir sıkıntıyla karşılaşmamaktaydılar. Her ne kadar Müslüman tüccarların İtil’de bu malları, Rus veya Bulgar tüccarlar tarafından getirilmiş olarak bulmaları mümkünse de, iki aylık nehir veya bir aylık kara yolculuğuyla Bulgar’a kadar gelmek, büyük çapta kaynağa ulaşmak anlamına geliyordu.42 Buradan daha ileriye gitmek maceraya atılmak olurdu ve esasen Bulgarların çalışmaları dolayısıyla43 böyle bir çabaya hiç gerek kalmıyordu.44 Yani İtil ve çok daha önemlisi Bulgar’da İslâm tüccarı, daha ziyade alıcı durumundaydı ve söz konusu paraları da karşılık olarak veriyordu. Onların buradaki aralıksız faaliyeti Bulgarların İslâm’ı daha yıkından tanımalarına da imkân veriyordu.

Bu vesile ile Bulgarların Veslerle (Visolar, Vîsûlar) yaptıkları ticaret üzerinde de durmak gerekir. Bulgarların başta kürk olmak üzere, kuzeyin ürünlerini temin etmek için bu ülkelere ticarî seferler düzenlediklerinden bahsetmiştik. Bulgar tüccarların bu arada Kama, Vyatka ve İdil’in kuzeyinde yaşayan ve genel olarak Vesler olarak isimlendirilen kavimlerle yaptıkları ticaret dikkat çekicidir. İslâm kaynakları bu ticaretten bahsetmişler, daha sonra yapılan araştırmalar da meseleye açıklık getirmişlerdir. Buna göre Bulgarlar Vyatka nehri boyunca koloniler tesis ettikleri gibi, kuzey istikametinde daha da uzaklara, bugünkü Arhangelsk’e kadar yani Beyazdeniz sahillerine kadar ticaret amacıyla gitmişlerdir.

Fakat bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta, Veslerle Bulgarların, Bulgar şehri civarında yaptıkları ticaretin şeklidir. Bu ticaret “sessiz mübadele” tarzında gerçekleştiriliyordu. Buna göre Bulgarlar ve Vesler birbirlerini görmeden ve konuşmadan alış-veriş yapıyorlardı. Bu usulde Vesler ticaret eşyalarını Bulgar şehrinin alış veriş mekânı olan muayyen bir pazar yerine koyarlar ve buradan uzaklaşırlardı. Daha sonra gelen Bulgarlar, belirli mallar karşılığında kendi tekliflerini para veya eşya cinsinden Veslerin satılık eşyaları karşısına koyarlar ve pazar yerinden ayrılırlardı. Vesler kendi mallarına yapılan teklifi kabul ederlerse bunu, kabul etmezlerse getirdikleri malları alırlardı. Böylece ticaret ilişkisi hiç konuşma olmaksızın gerçekleşmiş olurdu.45 1l35/36’da Bulgar’ı ziyaret etmiş olan Ebu Hâmid el-Endelûsî el-Gırnatî’nin kaydına göre Bulgarlar Vesleri şehre, kuzeyin soğuğunu getirmesinler diye sokmadıklarını ifade ediyorlardı.46 Tabiatıyla bu bahane Veslerle yabancı tüccarları, özellikle de Müslüman tüccarları karşılaştırmamak isteğine, dolayısıyla aracı olarak daha fazla kar elde etmek hedefine yönelikti. Bu durumun Müslüman tüccarların, bir oranda da olsa Bulgar ülkesinde daha fazla ikametleri ve Bulgarlarla daha fazla ilişkiye girmeleriyle sonuçlanmış olduğunu düşünmemiz yerinde olacaktır.

Şahabeddin Mercanî, Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâli Kazan ve Bulgar adlı meşhur eserinde47 Bulgarlar arasında İslâm’ı anlatan vâizlerden bahseder ve Bulgarların Müslümanlığı kabulünün Halife Harun Reşid (786-809) ve Me’mun (813-833) dönemlerinde olduğunu vurgular. Bu tarihler yukarıda gösterilen para trafiğinin ifade ettiği ticaret yoğunluğuyla da uyuşmaktadır. Bu durum, bu dönemde halk arasında İslâm dininin, hiç değilse belirli oranda, kabul gördüğü şeklinde değerlendirilebilir. Almış Han’ın hangi tarihte tahta çıktığını ve ne zamandan beri Müslüman olduğunu bilememekle birlikte, İbn Fadlân’ın eserinden, onun babasının Müslüman olmadan öldüğünü öğrenmekteyiz. Yani Bulgarlar arasında İslâmiyet’i kabulde öncelik ülke ahalisine aittir. Almış Han’ın kabulüyle de bu süreç çok önemli bir merhaleye ulaşmıştır. Tabiatıyla Han’ın Müslüman olmasının, ülkede İslâmiyet’in yayılmasına olumlu etkiler yapmış olmasını düşünmek durumundayız.

Bulgarların İslâmiyet’i kabulleriyle ilgili olarak farklı bazı rivayetler de bulunmaktadır. Nitekim eserini XVIII. yüzyıl sonu veya XIX. yüzyıl başlarında yazmış olması gereken Hüsameddin b. Şerefeddin el-Bulgarî bu konuda şunları kaydetmiş bulunmaktadır:48 Hicretin dokuzuncu yılı Ramazan’ında Hz. Peygamber; Abdurrahman b. Zübeyr, Zübeyr b. Ca’d (veya Ca’de) ve Talha b. Osman adlı üç sahabesini “tebliğ-i İslâm ve din-i hak için” Bulgar ülkesine göndermiştir. Bu sırada ülke Aydar Han tarafından yönetilmekte, Barac isimli bir de veziri bulunmaktadır. Türkçeyi çok iyi bilen Zübeyr b. Ca’d ve diğer sahabîler, iyi tabiplerdi ve Bulgarlar arasında bilhassa bu özellikleriyle tanınmışlardı. Bir süre sonra Aydar Han’ın kızı Toybike hastalanmış ve Bulgar tabipler tedavisinde aciz kalmışlardır. Bunun üzerine vezir Barac, Aydar Han’a; “Ey Hanım, ömrünüz uzun olsun. Bizim şehrimizde Arap yurdundan gelme üç tabip bulunmaktadır ki, bunların tabiplikte benzerleri yoktur. Ama bizim dinimizde değillerdir” demiştir.

Menkıbe Aydar Han’ı, Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğle görevlendirilmiş olmasından haberdar gösterir. Nitekim o Arap tabiplere, kendi yurtlarında peygamber olarak ortaya çıkan Muhammed’i bilip bilmediklerini sorar. Arap tabiplerden Peygamber’i tanıdıkları ve onun dinini kabul etmiş, yakın arkadaşları oldukları cevabını alınca, şayet kızını tedavi edebilirlerse, kendisinin de onların dinini kabul edeceğini bildirir. Sahabîler çeşitli otlardan yaptıkları ilaçlarla Toybike’yi tedavi etmeyi başarırlar. Bunun üzerine başta Aydar Han olmak üzere, ailesi, Vezir Barac ve bütün şehir İslâmiyet’i kabul eder. Bu sırada keramet sahibi bu sahabîler şehir ahalisine Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı ve İslâm’ın kurallarını öğretmiş, ibadet için cami yapmışlar, burada beş vakit namazı, Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmışlardır. İslâmiyet’in daha iyi öğrenilmesi için okullar da kurmuş olan sahabîler üç yıllık bir çalışmanın sonunda, görevlerini yaptıklarını düşünmüşler, içlerinden ikisi ülkelerine dönmüştür. Toybike ile evlenen Zübeyr b. Ca’d Bulgar ülkesinde kalmış, daha sonra yaşadığı 25 yıl süresince İslâmiyet’in şehirler ve bölgede kabulüyle daha iyi öğrenilmesi için çalışmalarına devam etmiş, hutbelerinde Hz. Peygamber’in kendisine verdiği asaya dayanmış, vefatı üzerine burada defnedilmiştir.49

Hüsameddin b. Şerefeddin el-Bulgarî’nin kitabının devamında ülkenin muhtelif yörelerinden gelerek bu sahabeden İslâm’ı öğrenenlerden bahsedilmektedir. Bunlar arasında Başkurtlardan altı kişinin İslâm’ı öğrenmesi ve sonra kendi ülkelerinde Müslümanlığın yayılmasına çalışmaları, Nogay Han’ın yurdu Ufa’dan gelen üç kişinin ve diğer bölgelerden gelenlerin benzer durumları anlatılmaktadır. Yine bu eserde tâbiîn başlığı altında 33 kişiden bahsedilmektedir. Tebe-i tâbiîn Dönemi’nde, yani üçüncü nesil Müslümanların zamanında İslâmiyet iyice kuvvetlenmiştir. Bu devrede Bulgar ülkesinden bazı öğrenciler Hârizm ve Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek İslâmî kültürlerini geliştirmişler, ülkelerine dönerek çok sayıda dinî eserler vermişlerdi ki, bunların bir kısmının eserleri ve isimleri sayılmakta, mezarlarının da Bulgar ülkesinde bulunduğu belirtilmektedir. Kitapta kaydedilen bir ayrıntı da, Bulgar ülkesine gelen üç sahabîden Kur’ân-ı Kerîm’i ve dinî bilgileri öğrenmeye büyük hevesle sarılanlar arasında Bulgar kadınlarının da bulunduğudur ki, bunların isimleri tâbiîn kadınlar olarak belirtilmektedir.

Ebû Hâmid el-Endelüsî el-Gırnatî (ö. 1169) Tuhfetü’l-Elbâb’ında ve ondan naklen Kazvînî (ö. 1283) Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd’ında; dindar bir kişinin Bulgar’a geldiğini, hükümdarın hasta olan karısı ve kızını tedavi ettiğini, bunun üzerine İslâm’ın hem yöneticiler ve hem de halk tarafından kabul edildiğini, Bulgarların bundan sonra bu dinin müdafaası ve yayılması için çalıştıklarını kaydederler.50

Çağdaş yazar Abdurrahman Zübeyrî de Tarih-i Bulgar isimli küçük kitabında bu bilgileri tekrar eder. Fakat o daha sonra Müslüman olmayan hanların da tahta çıktıklarını, 300/912-13’te Almış (Cafer) Han’dan itibaren gelenlerin ise tamamının Müslüman olduklarını ilave eder.51 İslâm’ın Bulgarlar tarafından kabulünü Peygamber Dönemi’ne kadar geri götürme gayreti ve bunda sahabenin rolü başka bazı eserlerde de görülür.52 Tabiatıyla sahabeden üç kişinin İslâm tebliği amacıyla ve tabip kılığında Bulgar ülkesine gelmesi ve buradaki faaliyetleriyle ilgili olarak aktarılanlar bir menkıbeden ibarettir. Böylelikle Bulgar halkının muhayyilesinde İslâm’ı kabullerinin çok eskilere dayandığı fikrinin varlığı vurgulanmış olmaktadır. Çünkü üç sahabenin Müslümanlığı yaymak için, o günün şartlarında Bulgar ülkesine gelmesi ve burada sözü edilen çalışmaları yapmaları mümkün değildir. Zaten ifade edilen hususlar gerçek olsaydı, bunun muteber kitaplarda geçmiş olması gerekirdi. Bununla birlikte burada sözü edilen hususların dikkatle incelenerek, Bulgarların İslâm’ı kabulleri konusunda bazı neticelere ulaşılabileceği ve ulaşmanın gereği de açıktır. Nitekim Şehabeddin Mercanî de konuya bu açıdan yaklaşmış ve bize göre meseleyi en açık biçimde ortaya koymuş bulunmaktadır. Fakat biz onun açıklamalarına geçmeden önce, merkeze uzak ülkelere İslâm’ı tebliğde sahabeyi öne çıkaran iki farklı örnek üzerinde durmak istiyoruz. Böylelikle Bulgarların durumunu kavramamızın daha da kolaylaşacağını düşünmekteyiz.

Son araştırmalara göre İslâm’ı kabulleri en erken X. yüzyılda başlayarak XVIII. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar sürmüş olan Kırgızların bu dine geçmelerinde de sahabe unsurunun kullanıldığı görülmektedir. Nitekim Seyfeddin b. Damolla Şah Aksikendi, XVI. yüzyılın birinci yarısında Farsça olarak kaleme aldığı, daha sonra oğlu Nur veya Nevruz Muhammed tarafından tamamlanan eseri Mecmuatü’t-Tevârih’te, Hz. Peygamber’in Kırgızlara sahabesinden birini, İslâm’a davet mektubuyla gönderdiğini ifade etmektedir. Buna göre Hz. Peygamber’in yanında Kırgızlardan Akaşe isimli bir Müslüman vardı. Hz. Peygamber, açık davete başladığında onu bir mektupla bölgeye göndermiş, bunun üzerine İslâm Hârizm’de ve diğer bölgelerde kolayca kabul edilmiştir. Hatta Aksikendi’nin eserinde, Kırgızlar da dahil, çok sayıda Türk kabilesi Hz. Peygamber’in Bedir gazvesine bile iştirak etmiş gösterilmektedirler.53

İslâmlaşma ile sahabenin ilgilendirilmesi konusundaki ikinci örneğimiz ise Çin’e aittir. İslâmiyet’in Çin’de yayılması ile ilgili olarak da bir sahabenin, Sa’d b. Vakkas’ın ismi geçmektedir. İslâm kaynaklarında bir bilgi bulunmamasına rağmen, Çin tarafına göre Hz. Peygamber muhtelif devlet başkanlarına İslâm’a davet amacıyla elçiler gönderirken, Çin imparatoruna da bir elçi göndermişti. İmparatorun ne cevap verdiği bilinmiyorsa da, elçinin geri döndüğü, Hz. Peygamber’in irtihalinimüteakip tekrar Çin’e gelerek oraya yerleştiği ve türbesinin halâ ziyaret edilmekte olduğu Çin kaynağının verdiği bilgiler arasında bulunmaktadır.54

726

Belki de bununla bağlantılı olarak düşünülebilecek bir menkıbeye göre, İslâmiyet Çin’e sahabeden Sa’d b. Vakkas tarafından tanıtılmıştı. Hatta onun mezarı Kanton’da bulunmaktaydı.55 Bu şehirde onun adına nispet edilen bir cami de yaptırılmıştı.56 Bu sahabenin Vehhâb İbn Ebî Kebeşe olduğu, 628 senesinde Çin’e gittiği ve İslâm’ın müjdesini orada verdiği, İmparator tarafından kendisi ve maiyetindekilere, ülkede İslâm’ı yayma müsaadesinin verildiği de nakledilmektedir. Çin’de dört sene kalan heyet, bir kısım Çinlinin Müslüman olmasında etkili olmuştur. Nihayet İbn Ebî Kebeşe Hz. Peygamber’in vefatından sonra Medine’ye dönmüş, bir süre sonra ise tekrar Kanton’a, bu defa yanında bir Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte gelmiştir. Burada vefat eden İbn Ebî Kebeşe’nin mezarı, bir ziyaret yeri haline getirilmiştir.57

W. Arnold ise; Çin Müslümanları arasında dolaşan rivayete göre, Çin’de İslâm müjdesini veren ilk kişi Hz. Peygamber’in dayısıdır, demekte ve yine onun türbesinin ziyaretgâh haline getirilmiş olmasından bahsetmekte, sonra da bu rivayetin hiçbir esasa dayanmadığını kaydetmektedir. O bu konuda şunu da ilave etmektedir: “Bu rivayet şüphesiz Çin Müslümanlarının, dinlerinin kendi memleketlerindeki tarihini, mümkün olduğu kadar Peygamber’in zamanına yaklaştırmak arzusundan ileri gelmiştir; böyle bir arzu ise, İslâm tarihinin merkezinden uzak olan yerlerdeki kıssalar için bereketli bir kaynaktır”.58 Biz de bu görüşe bütünüyle iştirak etmekle birlikte, yukarıda da değindiğimiz gibi bazı velîler çevresinde oluşturulan menkıbelerin dikkatten uzak bulundurulmamaları ve özellikle kültür tarihinin kaynakları olarak değerlendirilmeleri gerektiğini düşünmekteyiz. Nitekim Afet İnan bu konuya dikkat çeken bir makalesinde;59 “Arkeologların yaptıkları kazılarda elde edilen çanak, çömlek vs.’lerin parçaları muhtelif devirlerdeki maddî kültürün inkişaf safhalarını öğrenmek için yegâne kaynakları teşkil ettikleri gibi, epope, hikâye, masal vesâir manevî kültür mahsulleri de, o geçmiş muhtelif devirlerin karanlık noktalarını aydınlatırlar. Bunlar kazılarda elde edilen çanak, çömleklerden daha mühimdirler; çünkü bunlar toprak altında ölü kalan kırıntılar değil, cemiyetin ruhunda binlerce yıl yaşayan vesikalardır” der.

Ahmet Yaşar Ocak din tebliği ve irşad faaliyetlerini öne çıkaran velileri misyoner ve mürşid velîler olarak niteliyor. Ona göre dünyanın hiçbir yerinde halk muhayyilesi, bir dinin yalnızca kendisine ulaşan resmî çerçevesi ile yetinmemiş, bunun sonucunda da dine popüler mahiyette ikinci bir çevre eklenmiştir. Nitekim Karahanlılar sahasında İslâm’ı kabul eden ilk han olan Satuk Buğra Han’ın hayatı, Tezkire-i Satuk Buğra Han ismiyle, bize kadar ulaşan Türk menâkıbnâme edebiyatının ilk örneğini oluşturmuştur.60

Köprülü başta Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş menâkıbnâmeleri olmak üzere daha birkaç menâkıbnâmeyi Türk tarihinin kaynağı olarak, örnek bir metotla ve başarıyla kullandığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde şu cümlelere yer verir:61 “Halkın muhayyilesi üzerinde kuvvetli izler bırakan her şahsiyet, hatta daha hayatta iken, menkıbesinin teşekkül ettiğini görür. Halk muhayyilesinin yarattığı menkıbeler daimâ hakikat cüz’ünü de içine alır; yani, herhangi bir şahsiyetin veya bir hadisenin umumî vicdana akseden şeklini olduğu gibi gösterir”.

Ahmet Yaşar Ocak da eserinde menâkıbnâmelerin zengin birer kültür tarihi kaynağı olduklarını ve bazı esaslara dikkat edilmek şartıyla, kendilerinden azamî ölçüde faydalanılabileceğini ifade etmekte ve bu görüşünü delillendirmektedir.62

Bu ön hazırlıktan sonra şimdi Şehabeddin Mercanî’nin değerlendirmelerine geçebiliriz. Şehabeddin Mercanî öncelikle, gerek Hüsameddin b. Şerefeddin el-Bulgarî el-Müslimî’nin kitabında ve gerekse inceleme fırsatını bulduğu bir kısım mecmuada, Hz. Peygamber’in üç sahabesinin Bulgar ülkesine gelmesiyle ilgili rivayetleri gördüğünü ifade ediyor. Onun verdiği bilgilerden bazı yerlerde Talha b. Osman yerine Hanzal b. Rebî isminin geçtiğini de öğreniyoruz. Ona göre bu bilgiler doğru değildir. “Bu fakir der ki, mezkur Tevârih-i Bulgariye kitabı ve mezkur mecmua asla inabet kılırga (güvenilirlik) sahih değiller. Ve her ikisinin kitabı meşhûn bi’l-ekâzîbi’s-sarîha (açık yalanlarla dolu) olduğuna ilave, ulemâ-i mütekaddimîn ve müteahhirîn tesânîfinde ehl-i Bulgarnın Resul asrında bu keyfiyette İslâmga dahil olduğuna asla îmâ ve işaret yok. Bu kadar uluğ hadise vâkî bulgan takdirde elbette kütüb-i hadis ve âsâr ve tevârîh ve ahbârda mezkur olur idi”. Mercanî bundan sonra, belirtilen dört ismi ele almakta ve bunların bazılarının sahabe olarak isimlerinin geçmediğini ve bazılarının da Bulgar’a gelmelerinin mümkün olmadığını çeşitli delillerle izah etmektedir. Onun bu konudaki son sözleri ise, gerçekten modern tarih araştırmalarının ulaştığı noktayı isabetle işaret etmiş bulunmaktadır: “Gerçi bu keyfiyette şehr-i Bulgarga sahabe kilmeginin aslı yok bulsa da lâkin bu memleket ahalisinin tekaddüm-i İslâm’ı ve anlarını dinge davet içün Arap tâifesinden tabib suretinde dâîler kildiğine dâlil bulgan bu kadar rivayetler var”.63

Bu vesile ile üzerinde durulabilecek bir konu da Hz. Peygamber tarafından Bulgar veya Hazar Türklerine, İslâm’a davet yolunda bir mektubun gönderilmiş olduğudur. Bu konuyu ilk defa Kazanlı âlim Şehabeddin Mercanî (ö. 1889)64 Müstefâdü’l-Ahbâr fî Ahvâl-i Kazan ve Bulgar65 adlı meşhur eserinde gündeme getirmiştir. Buna göre Mercanî, İbnü’l-Esîr’in Usdu’l-Gâbe fî Mârifeti’s-Sahabe isimli tabakât kitabının, müellifin döneminde yazılmış ve kendisi tarafından tashih edilmiş bir nüshasında; Hz. Peygamber’e kabilesinden bazı kişilerle birlikte gelen Umeyr b. Esfî el-Eslemî’ye, Peygamber (SAV) tarafından Türkçe bir mektup verildiği bilgisine ulaşmıştır. Ebu Hureyre’nin naklettiği bu mektup, daha sonra Arapça olarak rivayeti sırasında anlaşılmaz hale geldiğinden, İbnü’l- Esîr tarafından kitabına alınmamıştır. Mercanî devamla; Usdu’l-Gâbe’nin Kahire 1280 tarihli baskısında bu kısmın, hatalı bir biçimde, farklı ibare ile geçtiğini ve yazmadaki manayı ifade etmediğini belirtiyor. Ona göre Hz. Peygamber’in yanında Türkçe bilen vardı ve Rasulullah’ın bu mektubu bu dili bilmeyen Umeyr veya Benî Eslem kabilesine yazması mümkün değildi.

Türklere yazıldığında şüphe bulunmayan bu mektubun muhatabı konusunda ise Mercanî şu görüşü ortaya koymaktadır: O sırada ne Arabistan’da, ne Şam ve Rum diyarında Türkçe konuşan bir halk bulunmamaktadır. Orta Asya (yazar Çin ve Hıtay diyor) ise çok uzaktır. Öyle ise bu mektup coğrafî olarak en yakında bulunan ve İslâm’dan önce de Araplarla yakın ilişki içerisine girmiş oldukları, dillerindeki az sayıdaki Farsça kelimeye karşılık çok fazla Arapça asıllı kelimeyi kullanmaları ile sabit olan Bulgar veya Hazar Türklerine gönderilmiş olmalıdır.

Şehabeddin Mercanî’nin bu önemli tespiti ve yorumu, o dönemde oldukça ilgi uyandırmış olmalıdır. Nitekim Reşit Rıza’nın Mısır’da çıkardığı, döneminin en meşhur dergilerinden el-Menâr’da yer alan bazı kayıtlar bu fikri desteklemektedir.66 Buna göre Ufa’da Kâdılkudât ve Cemiyetü’l- İslâmiyye üyesi olan Rızaüddin Efendi, cevaplandırılmak üzere dergiye bazı sorular göndermiştir ki, ikinci sorusu Mercanî’nin eserindeki, yukarıda sözünü ettiğimiz tespit ve iddiaların değerlendirilmesi hakkındadır. Biz verilen cevabın teferruâtı üzerinde durmadan, yalnızca R. Rıza’nın, 1280’de Mısır’da basılan (c. IV, s. 140) Usdu’l-Gâbe ve bir kısım yazma nüshalara dayanarak Mercanî’nin metni yanlış okuduğunu, doğrusunun matbu nüshadaki gibi olması gerektiğini, ifade ettiğini belirtelim. R. Rıza böylece, Mercanî’nin “kitâben türkiyyen” şeklinde okuduğu ve “ya” harfinin noktalarını, üzerindeki şeddeyi ve sondaki tenvini tarif ettiği metni görmemiş, fakat metnin kendi ulaştığı yerlerde gösterildiği gibi “türkiyyen” değil “teraknâ” şeklinde olması gerektiğini iddia etmiştir.

Şehabeddin Mercanî’den kırk yıl geçtikten sonra, bu defa da İsmail Hakkı İzmirli, 20-25 Eylül 1937’de toplanmış olan İkinci Türk Tarih Kongresi’ne sunduğu bir tebliğle aynı konuyu gündeme getirdi.67 İzmirli, Mercanî’nin kitabına atıfta bulunduktan sonra, Hz. Peygamber’in yanında Türkçe bilen ve Türkçe mektup yazanın bulunduğunun Usdu’l-Gâbe’deki kayıt dolayısıyla anlaşıldığını, Reşit Rıza’nın el-Menâr’da Müstefâdü’l-Ahbâr’ı görmeden ortaya koyduğu görüşlerin isabetli olmadığını belirtiyordu. Fakat onun Mercanî’den farkı, Hz. Peygamber’in Türkçe mektubunun, o vakitler Hicaz bölgesine yakın bir başka Türk zümresine yazılmış olmasını düşünmenin, daha uygun olacağını belirtmesindedir.68

Hz. Peygamber’in Türkçe mektubu meselesi uzun süre bu haliyle bırakılmışken, son dönemde Zekeriya Kitapçı, özellikle Hz. Peygamber ve Emevîler dönemlerinde Müslüman Araplarla Türkler arasındaki ilişkileri değerlendiren bir serî çalışması sırasında bu konuyu tekrar ele almıştır. Zekeriya Kitapçı, Usdu’l-Gâbe’nin Kahire’de basılan nüshasında, Hz. Peygamber’in Umeyr’e bir mektup verdiğinin belirtildiğini ve fakat bunun dili konusunda bir açıklık bulunmadığını belirtmektedir.69 Z. Kitapça ayrıca İbnü’l-Hacer el-Askalanî’nin el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe’sinde bu meseleyi teyit eden bazı kayıtları da göstermiş bulunmaktadır.70

Bütün bunlardan çıkan sonuç Bulgarlar arasında İslâm’ın kabulünün başlangıcının oldukça erken bir döneme kadar gitmekte olduğudur.71 Müslüman tüccarların İslâm’ın tanınması ve kabulüne, şu veya bu şekilde katkıda bulunmaları yanında, onların refakatinde giden İslâm vaizlerinin varlığını kabul etmemiz gerekmektedir. Bunların bazı defa tabip olarak Bulgar halkının itimadını kazanmış olduklarını düşünmek durumundayız. Kesin olan konu Harun Reşid (786-809) ve Me’mun (813-833) dönemlerinde Bulgar halkının belirli oranda Müslüman olduğudur.72 Vâsık-Billah’ın (842-847) hilâfet dönemi de İslâmlaşmanın hızla devam ettiği bir devredir. H. 300’ler/M. 910-915 yılları arasında ve kuvvetle muhtemel 913’te Hazar Kağanı ile anlaşan Rusların, İslâm ülkelerine hücum etmeleri, hem Hazar ülkesindeki Müslümanlar ve hem de Bulgarlar üzerinde etkisini göstermiş, Müslümanlıklarının gereği olarak Ruslarla savaşmışlar ve onları hezimete uğratmışlardır. Bu olay aşağıda tekrar değerlendirirken değineceğimiz gibi, Hazar Kağanı’nın güçsüzlüğünü göstermesi kadar, Bulgar halkı arasında İslâm’ın kabulünün çok ileri bir seviyelere ulaştığının ve onların dinî gayretlerinin de bir göstergesi olarak nitelenebilecektir. Nitekim İbn Rusteh’in IX. yüzyıl başları itibarıyla verdiği bilgiler, ondan hemen sonra İbn Fadlân’ın eserindeki detaylar, bu sırada Bulgar ülkesinde İslâm’ın, ne derece geniş yayılma imkânı bulduğunun açık delilleridir. Bu delilleri muhtelif İslâm coğrafyacılarını eserleriyle de takviye edebiliriz.73 Bu cümleden olmak üzere birkaç olayı hatırlayabiliriz.

İslâmiyet’in Bulgar ülkesinde iyice kökleşmesinden sonra, onların diğer İslâm ülkeleriyle ilişkilerinin arttığı görülmektedir. Nitekim onların Türkistan ile münasebetleri, aradaki kavimlerin çeşitli hareketleri, Hazar ülkesinin maruz kaldığı Rus tazyik ve hücumları neticesinde sıkıntılı durumlar ortaya çıkmış olmasına rağmen, devamlılık göstermiştir. Beyhakî’nin belirttiğine göre Bulgar Hanı Ebu İshak İbrahim 1025’te gördüğü bir rüya tesiriyle Nişabur yakınındaki Beyhak’ta cami inşası için bir vakıf kurmuştu. Yine 1024’te bir Bulgar elçilik heyetinin, zengin hediyelerle Gazne sarayını ziyaret ederek Gazneli Mahmud ile görüştüğü bilinmektedir. Nihayet Bulgarlar hac ibadetinin yerine getirilmesi amacıyla Bağdat’la birlikte Mekke ve Medine’ye de gelmişlerdir. İbn Fadlân’ın dahil olduğu elçilik heyetinden çok da fazla bir süre geçmeden 943/44’te, Bulgar Hanı Almış’ın oğlu Ahmed hacca gitmiş, bu münasebetle Bağdat’a uğramış, halifeye bir sancak, siyah kürkler ve diğer bazı hediyeler takdim etmiştir. 1041/42 olaylarını nakleden İbnü’l-Esîr de, Bulgar hacılarının Mekke’ye giderken Bağdat’a uğradıklarını belirtir.74

Bir dinin kabulünün, bir milletin tarihinde karşılaşabileceği en önemli olaylardan biri olacağı kesindir. Ayrıca çok kısa bir süre içerisinde bütün toplumun aynı inançta birleşmesi de, din değiştirmenin tabiatına aykırıdır. Bu nedenle Bulgarlar arasında İslâm’ın, bir millet bütünü olarak, kabulünün İbn Fadlân sonrasında da uzunca bir süreci içermiş olduğu muhakkaktır. Nitekim onun eserinde Barancer adlı 5.000 kişilik bir topluluğun tamamının Müslüman olduğu açıkça ifade edilirken, Tâlût isimli birinin de İbn Fadlân vasıtasıyla Müslüman olarak Muhammed ismini aldığı, onu takiben bütün ailesinin İslâm’a girdiği belirtilmektedir.75 Şehabeddin Mercanî ve M. Murad er-Remzi’nin eserlerinde de Kâim-Biemrillah (1031-1075) zamanında 30.000 çadır halkının İslâm’ı kabul ettiği kaydedilmiş bulunmaktadır.76 Yine Mercanî’nin değerlendirmesine göre 986’da Hıristiyanlığı seçen Rus Kiyev Knezi Viladimir’in, bu tarihten az önce, din seçme konusunda tereddütleri bulunduğu sırada Bulgar Han’ından Müslüman din adamları istediğinde, ona gönderilen din âlimleri, bu ülkede İslâm’ın güçlü bir biçimde yerleşmiş bulunduğunun deliliydi.77 Aynı şekilde onlar kendi çevrelerindeki ülkelerde İslâm’ın yayılması için de gayret sarf etmişlerdir. Nitekim Hüsameddin b. Şerefeddin el- Bulgarî el-Müslimî’nin eserinde bu konuda bazı menkıbeler bulunduğu gibi, Mercanî’nin eserinde de Başkırtların İslâm’ı kabullerinde, ülkelerine gelen yedi Bulgar Müslümanın katkısından bahsedilir.78 Bu halkayı Peçenekler ve Kumanları içerecek şekilde genişletmemiz mümkündür.79

Bir milletin Müslüman olması veya büyük bir coğrafyada İslâm’ın yayılmasında, daima birden fazla unsurun etkili olacağı şüphesizdir. Bulgarların İslâmiyet’i kabullerinde de ticaret ve buna bağlı faaliyetlerin haricinde bazı vesile ve vasıtalardan bahsetmemiz, hatta bu unsurların zaman içerisinde birbirini tamamlamaları veya farklılaşmalarını söz konusu etmemiz mümkündür. Nitekim Ahmed Yesevî (ö. 1066-67) ve müritlerinin başlıca faaliyet bölgelerinden birinin de Bulgarların oturdukları yöreler olduğu genel olarak kabul edilmektedir. Bilindiği gibi Ahmed Yesevî’nin on iki bini yaşadığı bölgede, doksan dokuz bini uzak bölgelerde olmak üzere müritleri ve tasavvuf geleneğine uygun olarak tayin ettiği çok sayıda halifesi vardı. Bunlar vasıtasıyla onun, göçebe ve İslâm’ı yeni kabul etmiş toplulukların psikolojilerine uyum gösteren irşad halkası, dalga dalga genişlemiş ve Orta İdil bölgesini ve daha öteleri de içine almıştı.80 Nitekim Ahmed Yesevî’nin menkıbelerinin en yaygın olduğu üç Türk sahasından biri; Anadolu ve Rumeli (Batı sahası), Türkistan ve Kırgızistan Merkezî (Doğu sahası) yanında İdil boyu’dur (Kuzey sahası). Ahmed Yesevî’nin tesirleri Kırgız bölgesini geçerek Bulgar Türklerine ulaşmış ve burada kuvvetli izler bırakmıştır. Nitekim Hüsameddin b. Şerefeddin’in tarihî kıymetinden ziyade menkıbevî bir mahiyeti bulunan Risâle-i Bulgariyye’sinde Ahmed Yesevî’nin halifelerinden bazıları burada görev yapmış gösterilmektedir. Eski Kazak şeyhlerinden Beyraş b. Ebraş Sûfî Bulgar havalisine gönderilmiştir. Onu müridi, Buri nehri boyunda Aday-Çermiş avulundan İşmuhammed Tokmuhammed-oğlu takip etti ve otuz altı sene şeyhlik yaptı. Sûfî İşmuhammed etrafına birçok derviş toplamıştı ve Şeyh Baba lâkabıyla şöhret kazanmıştı. Onun ölümünden tam yirmi senelik bir aradan sonra, Yarkent’te Ahmed Yesevî’nin müridinin müridi Şeyh Hidayetullah’a on beş sene hizmet etmiş olan Bulgar’a bağlı Terbirdi Çallısı avulundan İdris Zu’l- Muhammed-oğlu Bulgar havalisine gönderildi, burada yirmi sene hizmetten sonra vefat etti. Bu sonuncusunun yerine halifesi Kasım Şeyh İbrahim-oğlu geçti. Bunun da vefatından sonra Buhara’dan Feyzullah Efendi geldi ve bölgede İslâm dininin daha iyi öğrenilmesi için çaba gösterdi. Yine Ak-İdil başında Bay Çura-çermişî’nin avulunda Ahmed Yesevî müritlerinden Hoca Emir Kelâl’in kabri bulunmaktadır. İşte bu kısa kayıtlar bile Ahmed Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki önemli yerini ve ona bağlı sûfîlerin çalışmalarını göstermeye yeterlidir. Şayet İdil Bulgarları ve bu bölgenin tarihiyle ilgili olarak bu kadar az yazılı vesika olmasaydı, hiç şüphesiz Kırgız-Kazaklar arasından geçerek İdil boylarına kadar yayılan Ahmed Yesevî müritlerinin menkıbe ve kerametleri, dolayısıyla faaliyetleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilecektik. Nitekim Şerâitü’l-İman gibi o çevrede pek çok yayılan basit ve umumî bir ilmihal mahiyetindeki eserler bile Hoca Ahmed Yesevî’nin bölge halkı arasındaki ehemmiyetine işaret etmektedir.81

İdil-Volga Bulgarları İslâmiyet’i daha ziyade Hârizm ve Maveraünnehir aracılığıyla kabul etmişti. Bu nedenle de Hanefî mezhebinde idiler ve daima böyle kaldılar. İbn Fadlân, Şafiî olması dolayısıyla, kametin şekli gibi bazı konularda müdahalede bulunmuşsa da, onlar üzerinde etkili olamamıştı.82 Bulgarların İslâmiyet’i din olarak kabul etmeleri ve bu dini öğrenip hayatlarını ona göre düzenlemeleri süreciyle ilgili olarak üzerinde durulabilecek bir konu da, Almış b. Şelkey (Cafer b. Abdullah) Han’ın Abbasî Halifesi Muktedir’e müracaatında ortaya çıkmaktadır. Bulgar Han’ının Halife’ye gönderdiği elçisiyle ondan öncelikle; “İslâm dinini anlatacak, şeriatın hükümlerini öğretecek, ülkesinde ve bütün memleketinde kendi adına hutbe okunması için minber ve cami yapacak bir heyet göndermesini” istemişti. Muktedir tarafından gönderilen elçilik heyetinin tertibinde bu isteğe uyulmuş, çeşitli görevliler yanında, yeterli dinî kültüre sahip, Han ve halkla doğrudan ilişki kurabilmesi için Türkçe de bilen İbn Fadlân sefâret heyeti içerisinde yer almıştır. Onun görevleri arasında; “Fakihlere ve öğretmenlere nezâret etmek” de bulunmaktaydı. Fakat heyetteki fakih, muallim ve (muhtemelen kale yapımıyla ilgili)

731

diğer bazı vazifeliler, seyahatin tehlikesi dolayısıyla Cürcaniye’den itibaren yola devam etmek istememiş, geri dönmüşlerdir.83 Burada görülen, dini öğretecek kadroların resmen istenmesi ve gönderilmesi keyfiyeti, son derece önemlidir. Çünkü İslâm dininin intişârının tarihine bakıldığında, Hz. Peygamber dönemi haricinde, bu tür istek ve uygulamalardan ziyade; tarikatlar, tüccar grupları, kişisel girişimler gibi tabiri caizse, sivil inisiyatifin öne çıkması söz konusudur. Bu çalışmaların ise, çoğu defa yeterli düzenden uzak kaldıklarını düşünmek mümkündür. Halbuki belirli bir program dahilinde ve ülkedeki siyasî otoritenin desteğinin de arkaya alınmasıyla yapılacak çalışmaların, çok daha verimli olabileceğini düşünebiliriz. Fakat bu durum, bu işle görevlendirilen kişilerin, görevlerini yerine getirmekten çekinmeleri dolayısıyla gerçekleşememiştir.

İbn Fadlân’ın Risâle/Seyahatnâmesi’nin Bulgarlar arasında İslâm’ın kabulü ve 922’deki durumu göstermesi açısından taşıdığı değer tartışılamaz. Fakat bunun yanında onun genelde din değiştirme süreçlerini gözlemlemek isteyenler ve özelde İslâm’ın kabulünün şekil ve şartlarını araştıranlar için de paha biçilmez bir kaynak olduğunu vurgulamamız gerekir. İslâm’a girmek şahadet kelimesini söylemek ve buna inanmakla gerçekleşir. Yani hiçbir töreni gerektirmeyen, son derece de sade ve bir anda yapılabilecek bir işlemdir. Görünüşteki bu sadeliğin arkasındaki derinliği, bunun ifade ettiği anlamı ve bundan sonraki gelişmeleri görebilmek isteyenler açısından İbn Fadlân’ın gerçek bir hazine olduğuna şüphe yoktur.

“Bulgarlar Hazarlar ile Sakâlibe (Slâvlar) arasında oturur ve hükümdarlarına Almış denir. Bu hükümdar İslâm dinine mensuptur. Bulgarlar ziraat ve çiftçilik yapar; buğday, arpa, darı vs. gibi her çeşit hububat ekerler. Çoğu İslâm dinine mensupturlar. Oturdukları yerlerde mescitleri ve mektepleri vardır. Müezzinleri ve imamları bulunur.Elbiseleri Müslümanların elbiselerine benzer. Müslüman gibi mezarları vardır”.

Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1985, s. 37-38. Bu ifadeler İbn Fadlân tarafından tamamıyla doğrulanmış olduğu gibi, eserlerini daha sonraki tarihlerde tamamlamış olan İslâm müellifleri de benzerlerini tekrarlamışlardır. Şehabeddin Mercanî ve M. Murad er-Remzî’nin kitaplarında aynı yöndeki değerlendirmeler, yeri geldiğinde gösterilecektir.

İbn Fadlân varış günlerini 12 Muharrem Pazar olarak veriyor. Pazar, Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerini kendilerine ayrılan çadırda geçirdiklerini, Perşembe günü ise Han tarafından kabul edildiklerini açık biçimde ifade ediyor (Bkz. Ramazan Şeşen, Onuncu Asırda Türkistan’da Bir İslâm Seyyahı İbn Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul, 1975, s. 44); Krş. Ahmed Zeki Velidî, Türk ve Tatar Tarihi, Kazan, 1912, s. 81. Buna rağmen Rafael M. Veliyev ve Cemil A. Muhammetşin tarafından hazırlanmış olan eserde (Büyük Bolgar Bolgar-Tatar Uygarlığının Anıtı, Türkiye Türkçesi Fazıl Agiş, s. 14), muhtemelen halen bu olayın anısına kutlanan bir tarih olarak 15 Mayıs’ın gösterilmesinin sebebi anlaşılamadı. Krş. İbn Fadlân’ın eserinden naklen Şehabeddin Mercanî, Müstefadü’l-Ahbâr fî Ahvâl-i Kazan ve Tatar, Kazan, 1907, c. I, s. 65.

İbn Fadlân’ın Rihle/Risâle’sinden bazı kısımlara ilk defa Yakut el-Hamavî, Mu’cemu’l- Buldân’ında yer vermiş, başka bazı kitaplarda da ondan bahsedilmişse de, uzun süre esas nüshasının kaybolduğu kabul edilmişti.

732

Fakat Zeki Velidî Togan yaptığı araştırmalar sırasında bu eseri Meşhet’te bulmuş ve yaptığı çalışmalardan sonra ilim alemine tanıtmıştır. Onun bu çalışması ilim aleminde geniş yankı bulmuş, eser üzerinde dünyanın farklı ülkelerinde çok sayıda çalışma yapılmış, ülkemizde de değişik çevirileri gerçekleştirilmiştir. Biz bu makalemizde Ramazan Şeşen (Onuncu Asırda Türkistan’da Bir İslâm Seyyahı İbn Fazlan Seyahatnâmesi, İstanbul, 1975)’in tercümesini kullandık. İbn Fadlân için bkz. Zeki Velidî Togan, İbn Fadlân, İA, c. V/2, s. 730-732; Aliyev Salih Muhammedoğlu, İbn Fadlân, DİA., c. XIX, s. 477-479.

  • Bulgarların siyasî tarihleriyle birlikte kültür ve medeniyetleriyle ilgili olarak özlü bilgiler için bkz. Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Ankara, 1992, s. 63-79; Nuri Yüce, Bulgar, DİA., c. VI, s. 390-391.
  • Tuna Bulgar Hanlığı için bkz. İbrahim Kafesoğlu, Bulgarların Kökeni, Ankara, 1985; Geze Feher, Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara, 1999; Akdes Nimet Kurat, Bulgaristan, İA., c. II, s. 796-799; Nazif Kuyucuklu, Bulgaristan, DİA., c. VI, s. 391-396.
  • Aziz, Tatar Tarihi, Moskova, 1925, s. 17-24; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul, 1980, s. 25-32; Aynı yazar, “Hazarlar Arasında Müslümanlığın Yayılması”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildiriler, Ankara, 1981, c. II, s. 856-858; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977, s. 148-149; Zeki V. Togan, Hazarlar, İA., c. V/1, s. 388-389; Şerif Baştav, “Hazar Kağanlığı Tarihi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, c. I, s. 145-150; Akdes Nimet Kurat, IV-XVI11. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara, 1972, s. 38-40; W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Haz. Kâzım Yaşar Kopraman-Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975, s. 87-90; Salim Koca, Türkler ve İslâmiyet, Erdem, c. VIII, S. 22 (Ankara 1996), s. 272-273; Ahmet Taşağıl, Hazarlar, DİA, c. XVII, s. 117-119.
  • İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 20, 21, d. notları 7 ve 8.
  • Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 45-47, 138, 156, 165; İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 76-80, Notlar s. 113-115.
  • Bu konuların özlü bir değerlendirmesi için örnek olarak bkz. Şehabeddin Mercanî, a.g.e., c. I, s. 53-57; Ayr. bkz. Yahya G. Abdullin, Volga-Kama Bulgarları ve Tatarların Tarihinde İslâm, Çev. Mevlût Uyanık, Türk Yurdu, c. XIII, S. 68 (ankara Nisan 1993), s. 36-40.
  • Buddhizm Tarihi, Çev. Abidin İtil, Ankara, 1947, s. 3.
  • Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 102.; Krş. M. Fuad (Köprülü), Türkiye Tarihi, İstanbul, 1923, s. Batı Göktürklerinin geniş ülkeleri yönetimleri altında birleştirmeleri sayesinde “Çin, Hind, İran, Bizans arasında iktisadî ve manevî mübadeleler icrası kabil oldu. Mesela Sâsânî medeniyeti mahsullerinin tâ Japonya’ya kadar gidebilmesi sırf bu sayededir”.
  • Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Ankara, 1997, s. 280.
  • “Müslüman ve Çin dünyası arasında bulunan göçebe Türkler kervan refakatçisi ve koruyucusu rollerini oynuyorlardı”. Maurice Lombard, L’Islam dans sa Premiere Grandeur (VIIIe-Xıe Sieecle), Paris, 1971, s. 50. Bu eserin Türkçe çevirisi İlk Zafer Yıllarında İslâm, İstanbul, 1983.
  • Adam Mez, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti, Çev. Salih Şaban, İstanbul, 2000, s. 545, 578 vd.
  • İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 32 vd; Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1970, s. 125; Krş. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilâtı-Destanları, İstanbul, 1980, s. 42-43.
  • Barthold Spuler, “Gök Türklerin Dini ve Kültürü Hakkında Mülâhazalar”, VIII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1981, c. II, s. 660-661.; Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, Ankara, 1997, s. 110-127;.
  • Barthold, Orta Asya’da Moğol Fütuhatına Kadar Hıristiyanlık, Çev. Köprülüzâde Ahmed Cemal, TM., c. I (İstanbul 1925), s. 47 vd. Bizans İmparatoru Jüstinyen, İranlıların ipek ticaretindeki tekellerini kırmak istediğinde, en kestirme yolun bizzat kaynağa ulaşmak ve mümkün olursa kendi ülkesinde ipeği üretmek olduğunu düşündü. Bunun için gerekli olan ipek böceği tohumlarını ona, büyük bir ihtimalle Hoten’e kadar gitmiş olan (552’ye doğru) misyoner rahipler temin etmişti. W. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, Çev. Enver Ziya Karal, Ankara, 1975, s. 14-15.
  • Zeki V. Togan, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981, c. I, s. 94; W. Barthold, a.g.m., s. 61.
  • Psalty, “Türkelide Hıristiyanlık”, İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 1943, s. 891.
  • Türkiye Tarihi, “Ticaret mallarından başka, bir takım fikirler ve itikatlar da bu kervan yollarından kolayca geçip gidiyordu. Muhtelif seyyahların ve Budist hacıların Asya’nın bir ucundan öbür ucuna gidebilmeleri, Mazdeizm ve Hıristiyanlığın İran ve Orta Asya sahalarından geçip Çin’e girmesi Budizm’in Hind sahasını atlayarak Çin’e kadar intikali ve Asya’nın şark sahalarında kuvvetlenip inkişaf edebilmesi işte hep bu sayede oldu”.
  • de Graaf, “Onsekizinci Yüzyıla Kadar Güneydoğu Asya’da İslâm”, Çev. Hürrem Yılmaz, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, İstanbul, 1989, c. III, s. 15 vd.; X. de Planhol, “İslâm Toplumu ve Medeniyeti”, a.g.e., s. 338.
  • Rıza Kurtuluş, Asya (III. Kıtada İslâmiyet), DİA., c. III, s. 537.
  • Muhammad Abdul Jabbar Beg, Borneo, DİA., c. VI, s. 291; H. de Graaf, a.g.m., s. 28-34.
  • Bir örnek olarak bkz. W. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, s. 38-39.
  • Ünver Günay, Zenci Afrikada İslâmiyetin Yayılışının Belli Başlı Safhaları, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi (Tayyib Okiç Armağanı) (Ankara 1978), s. 147-157; Fildişi Sahili, Gana ve Gine’de İslâmiyet’in yayılmasında Müslüman tüccarların rolleri için bkz. Davut Dursun, Fildişi Sahili, DİA., c. XIII, s. 77-78; Mustafa L. Bilge, Gana (Ülkede İslâmiyet), DİA., c. XIII, s. 345; Davut Dursun, Gine (II. Tarih ve İslâmiyet), DİA, c. XIII, s. 71.
  • Konuyla ilgili bilgi için bkz. Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, AÜDTCFD., c. IV, S. 4 (Ankara 1946), s. 467; Salim Koca, Türkler ve İslâmiyet, Erdem, c. VIII, S. 4 (Ankara 1996), s. 268­270, 272-273; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Diyanet Dergisi Hicret Özel Sayısı (Ankara 1981), s. 295; Aynı yazar, Türklerin Müslümanlığı Kabulü, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl 12, S. 3 (İstanbul Temmuz 1983), s. 15; Abdülkadir İnan, “Sibirya’da İslâmiyetin Yayılışı”, Necati Lugal Armağanı, Ankara, 1968, s. 333.
  • Örnek; A. Aziz, Tatar Tarihi, Moskova, 1925, s. 36; Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet, s. 467; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977, s. 187; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 297; Aynı yazar, Türklerin Müslümanlığı Kabulü, s. 17; Salim Koca, Türkler ve İslâmiyet, s. 273; Nuri Yüce, Bulgar, DİA., c. VI, s. 390-391; Akdes N. Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, s. 115; T. W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, Çev. Hasan Gündüzler, İstanbul, 1971, s. 343; Hâmit Sadi Selen, Ticaret Tarihi, İstanbul, Tarihsiz, s. 40; Hüseyin Ali ed-Dakûkî, Devletü’l-Bulgari’l-Müslimîn fî Havzi’l-Folgâ, Müerrihu’l-Arabî, S. 21, s. 206, 207, 220 vd.
  • İbn Fadlân’ın Rihlesi’nde Bulgar’da yaşayan Bağdatlı bir terzi ve hariçten gelerek hayatlarını burada sürdüren diğer Müslümanlara atıfta bulunulmaktadır: “Hükümdarın aslen Bağdatlı olup tesadüfen bu taraflara gelmiş olan terzisi.”, “Yanlarında bulunan bir Müslüman veya Hârizmli birisi ölürse Müslümanların ölülerini yıkadıkları gibi onu yıkarlar”. Bkz. a.g.e., s. 51, 62.
  • İslâm coğrafyacıları bu yol hakkında bilgi vermişlerdir. Nitekim İdrisî, İstahrî ve Yakut el- Hamavî’de bu yol, birbirine yakın ifadelerle; İtil’den Bulgar’a karadan bir ay, Volga nehrinden iki ay, Bulgar’dan İtil’e nehirden iniş ise 20 günlük bir mesafe olarak tarif edilmiştir. Bkz. Ramazan Şeşen,
  1. e., s. 119, 133, 134, 160.
  • İslâm coğrafyacılarının eserlerinde İtil’in bu durumuyla ilgili yeterli bilgi bulunmaktadır. Ayr. Bkz. A. N. Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, s. 30-33; Şerif Baştav, “Hazar Kağanlığı Tarihi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, c. I, s. 150, 160, 161. A. J. Yakubovskiy, IX-X. Asırlarda İtil ve Bulgar’ın Tarihî Topografisi Meselesine Dair, TTK. Belleten, c. XVI, S. 62 (Ankara Nisan 1952), s. 274-287.
  • İbn Rusteh, Mes’ûdî, müellifi bilinmeyen Hudûdu’l-Âlem, İdrisî, İbn Havkal, Ebu Hâmid el- Endelusî el-Gırnatî’nin eserlerindeki kayıtlar için bkz. Ramazan Şeşen, a.g.e., s. 36, 39, 45-47, 56, 70-71, 109-112, 119, 157, 178.
  • Ahmed Zeki Velidi, Türk ve Tatar Tarihi, s. 76-77; Akdes Nimet Kurat, Bulgar, İA., c. II, s. 783-786; Aynı yazar, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, s. 112­115, 117; Şerif Baştav, “İtil (Volga) Bulgar Devleti”, Tarihte Türk Devletleri, c. I, s. 187, 189, 191.
  • Geza Feher, “Türko-Bulgar, Macar ve Bunlara Akraba Olan Milletlerin Kültürü-Türk Kültürünün Avrupa’ya Tesiri”, İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 1943, s. 292-293. Bu tebliğ Türk Kültürünün Avrupa’ya Tesiri (Ankara 1986) başlığıyla kitap haline de getirilmiştir.
  • Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Haz. Kâzım Yaşar Kopraman-Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975, s. 80.
  • Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, s. 125; Aynı yazar, Hârizm, İA, c. V/1, s. 249; Yolculuk hakkında bkz. İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 28.
  • Barthold, a.g.e., s. 89,
  • Akdes Nimet Kurat, Bulgar, s. 786; Zeki Velidî Togan, Hârizm, s. 249; Ayr bkz. W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 91. İslâm coğrafyacılarının eserlerinde bu konuda tafsilât bulmamız mümkündür.
  • Hrbek, Bulghar, EI2, s. 1346.
  • Heyd, a.g.e., s. 74.
  • Mercanî, a.g.e., s. 53.
  • Barthold, a.g.e., s. 92.
  • İslâm tüccarlarının Çin ve Kore gibi uzak ülkelere kadar gittikleri gibi Sibirya’da da faal olduklarını biliyoruz. Nitekim Batı Sibirya’nın IX. yüzyıl başlarından itibaren Bulgar Hanlığı, VIII. yüzyıldan itibaren de Hârizm ile münasebetleri vardı. Bu arada Bulgar ve Hârizm ticaret kervanları, Sibirya’nın her yanına alış-veriş için korkusuzca gitmişlerdi. Başka ülkelerde olduğu gibi, çoğu defa olduğu gibi bu kervanlara, Hârizm’den İslâm mürşitleri de katılmakta, bozkır ve Sibirya halkını İslâm’a davet etmekteydiler. Bkz. Abdülkadir İnan, “Sibirya’da İslâmiyet”, Necati Lugal Armağanı, Ankara, 1968, s. 331-333.
  • “Aralarında pek çok tüccar vardır. Bu tüccarlar Türk ülkelerine gidip koyun, Vîsû ülkesine gidip samur ve siyah tilki kürkü satın alırlardı”. İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 57.
  • Kuzey Avrupa’nın değişik ülkelerinde bulunan İslâm paralarıyla ilgili çok sayıda araştırma ve konuyla ilgili yayınlarda muhtelif değerlendirmeler bulunmaktadır. Biz bu kısmı W. Heyd’in eserinden (s. 64-75) özetledik. Ayr. bkz. Maurice Lombard, a.g.e., s. 231; Adam Mez, a.g.e., s. 534­535; Nikita Elisseeff, L’Orient Musulman au Moyen Age (622-1260), Paris, 1977, s. 176, 179; Geza Feher, a.g.m., s. 293; Hüseyin Ali ed-Dakûkî, a.g.m., s. 224.
  • Bu tarz ticaretin başka bazı yerlerde de geçerli olmasını düşünebiliriz. Nitekim Nureddin Muhammed b. Muhammed el-Avfî (ö. 1233 civarı) Câmiu’l-Hikâyât’ında Karlıklar İmaklar başlığı altında Kimaklardan bahsederken şu cümlelere yer vermektedir: “Kimak kavmi üç kabiledir. Tüccarlar bunların memleketlerine mal götürdükleri zaman bunlar dil ile pazarlık etmezler. Tüccar ile söyleşmezler. Aksine alış verişleri filendir. Tüccarlar getirip mallarını bir yere koyarlar, yanından çekilirler. Onlar da gelirler, malın pahasını yanına koyarlar ve giderler. Tüccarlar mallarının yanına dönerler, onların koydukları pahayı beğenirlerse alırlar. Malı orada bırakır, giderler. Ve eğer bıraktıkları pahayı beğenmezlerse almazlar. Malı da pahasını da yerinde koyup gine yanından çekilirler. Onlar da yine gelip görürler ki, koydukları pahayı almamışlar. Ona bir miktar paha dahi ilâve ederler, yine dönerler. Aralarında bu üslup üzere bir nice defa varış-geliş ederler. Nihayet, iki taraftan rıza hasıl olur. Pazar ederler”. Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 92-93.
  • Kazvînî, Yakut el-Hamavî, Bîrûnî ve Ebu Hâmid el-Endelûsî el-Gırnatî’nin Vesler ve sessiz ticaretle ilgili kayıtları için bkz. Ramazan Şeşen, a.g.e., s. 128, 144, 179, 182, 196; Aynı yazar, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 57-58; Ayr. bkz. A. N. Kurat, Bulgar, s. 786, 787.
  • Kazan, 1897, c. I, s. 52-59. İstahrî’nin de Volga boyundaki bir Bulgar şehrinde bir vaizden bahsetmesi söz konusudur. Bkz. A. Mez, a.g.e., s. 330.
  • Risâle-i Tevârih-i Bulgariyye ve Zikr-i Mevlânâ Hazret-i Aksak Timur ve Haber-i Şehr-i Bulgar, Kazan, 1999, s. 25-34 (Sadeleştirilmiş metin s. 68-77); Bu eserin ilk baskısı Kazan’da 1832’de yapılmıştır. Bkz. Seyfettin Erşahin, Rusya’da Müslümanlar: Tatar Kavimlerinin Tarihçesi, İFD., c. XXXV (Ankara 1996), s. 563. Fuad Köprülü; “Tarihî bir kıymeti olmaktan ziyade menkabevî bir mâhiyeti hâiz bulunduğunu” ifade ettiği bu eserin yazılış tarihini 992-996/1584-1588 gibi oldukça erken bir döneme kadar geri götürmektedir. Bkz. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1981, s. 44.
  • Murad er-Remzî Bulgar şehri harabelerini anlatırken (Telfîku’l-Ahbâr ve Telkîhu’l-Âsâr fî Vakâyii Kazan ve Bulgar ve Mülûki’t-Tatar, Orenburg, 1908, c. I, s. 312) burada halkın sahabe kabirleri olduğunu bildirdikleri kabirler bulunduğundan bahseder.
  • Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 152, 178-179.
  • Kazan, 1907, s. 7-8.
  • Yazarının ismi “Kazan fuzalâsından bir zat” şeklinde belirtilen ve Salih Cemal tarafından Türkiye Türkçesine çevrilerek 1318/1900’de Mısır’da Matbaa-i Osmaniye’de basılan Rusyada Müslümanlar Yahut Tatar Akvâmının Tarihçesi adlı eserde bu konuda şu cümle yer almaktadır; “Urallarda ünlü Kama nehri kıyılarında İslâm dinini yaymak için gelip vefat eden Rasulüllah’in (SAV) ashabından iki zatın mekânlarının bulunduğu.” Seyfettin Erşahin, a.g.m k., s. 567; Ayr. Bkz. Zeki V. Togan, Hazarlar, İA., c. V/1, s. 399.
  • Seyfettin Erşahin, Kırgızlar ve İslâmiyet Göçebe Bir Türk Boyunun İslâmlaşma Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1999, s. 13, 34-40, 81-85.
  • Muhammed Hamidullah, Çin İle İlk Devir Müslüman Ülkelerin Temasları, Çev. Yusuf Ziya Kavakçı, İTED., c. VI, S. 1-2 (İstanbul 1975), s. 142;.
  • Cemil Hee-Soo Lee, Çin (Ülkede İslâmiyet), DİA., c. VIII, s. 323; Aynı yazar, İslâm ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması, Ankara, 1988, s. 30-32; Konunun geniş tartışması için bkz. Hasan Tahsin, Çin’de İslâmiyet, İstanbul, 1322, s. 24 vd.
  • Celâleddin Wang-Zin-Shan, Çin’de İslâmiyet, İTED., c. II, S. 2-4 (İstanbul 1960), s. 160; Cemil Hee-Soo Lee, a.g.e., s. 31.
  • Mevlânâ Şâh Muhammed İsmâil Pani Pati, İslâm Tarihi, Çev. Ali Genceli, Baskıya hazırlayan Ayhan Yalçın, İstanbul, 1971, s. 650-651.
  • İntişar-ı İslâm Tarihi, Çev. Hasan Gündüzler, İstanbul, 1971, s. 421.
  • Epope ve Hurafe Motiflerinin Tarih Bakımından Önemi, Çığır, S. 71-72 (1 Kasım 1938),
  • Özeti için bkz. Necla Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1967, c. I, s. 15-19.
  • Ankara, 1981, s. 27, 61. F. Köprülü’nün menâkıbnâmeleri kaynak olarak kullanmasına dikkat çekici diğer bir diğer örnek olarak Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları [TTK. Belleten, c. VII, S. 27 (Ankara 1943), s. 379-522] başlığını taşıyan çok tanınmış makalesini hatırlamamız mümkündür.
  • Kültür Tarihinin Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Ankara, 1992.
  • a.g.e., s. 51-52.
  • Yazar ve eserinin değerlendirmesi için bkz. Abdullah Battal Taymas, Kazan Türkleri, Ankara, 1988, s. 130-131; Osman Keser, Şehabettin Mercanî ve Müstefâdü’l-Ahbârı, Ankara. 1995, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanmış ve yayınlanmamış yüksek lisans tezi.
  • a.g.e., c. I, s. 52-53, 57.
  • Reşit Rıza, Babu’l-Es’ile ve’l-Ecvibe, el-Menâr, c. V, S. 14 (16 Receb 1320/18 Eylül 1902 Mısır), s. 581-583.
  • “Peygamber ve Türkler”, İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 1943, s. 1013-1026.
  • a.g.tebliğ, s. 1017-1018; İzmirli aynı kongrede sunduğu ikinci bir tebliğde bu konuya tekrar yer vermiş ve bilinen görüşlerini vurgulamıştır. Bkz. “Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasında İzleri”, İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 285-287.
  • Peygamber’in Hadislerinde Türkler, İstanbul, 1986, s. 56-58 (İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, Mısır, 1280, c. IV, s 139-140).
  • Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, Konya, 1994, s. 100-101 (İbnü’l-Hacer, el-İsâbe, Mısır, 1328, s. 29); Aynı yazar, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, Konya, 1994, c. I­II, s. 192-193.
  • Konunun genel bir değerlendirilmesi ve bu konudaki farlı görüşler için bkz. R. M. Veliyev- C. A. Muhammetşin, Büyük Bolgar Bolgar-Tatar Uygarlığının Anıtı, s. 12-15.
  • Mercanî bu konuda aynen şu cümleyi yazmıştır: “Bulgar ahalisinin İslâm’ı Hulefâ-i Abbasiyeden Harun er-Reşîd ve Me’mun asırlarında ve belki kable zâlik İslâmga dahil olduklarına delâlet eder”. Müstefâdü’l-Ahbâr, s. 58, 59, 73, 89.
  • Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 49 v. diğer yerler; Mercanî, a.g.e., s. 64-65; W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s. 82-83; Krş. Zeki V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 88-89.
  • Mercanî, a.g.e., s. 63, 90; A. N. Kurat, Bulgar, s. 788.
  • g.e., s. 57. İbn Fadlân’ın Fatiha ve İhlas surelerini öğrettiği bu kişi ile ilgili olarak; “Bu iki sureyi öğrenmekten dolayı duyduğu sevinç, Bulgar hükümdarı olsa duyacağı sevinçten daha fazla idi” diyor ki, bu onun bir gözlemci olarak detayı bile kaçırmadığını göstermektedir.
  • Müstefâdü’l-Ahbâr., s. 10-11; M. Murad er-Remzi, a.g.e., c. I, s. 267. Her iki eser de bu bilgiyi Risâletü’l-İntisâb’dan nakladiyorlar.
  • “Melik-i Bulgar niçe ulemânı tayin eyleyüb anlar Rusya memleketine varub ahkâm-ı İslâmını beyan kıldılar. Bu ise Bulgar’da ol vakitte İslâm kavî ve ahalisi din-i İslâm’da râsihu’l-kıdem ve ahkâmını âlim olduklarına delâlet eder”. Müstefâdü’l-Ahbâr, s. 73, 75; Ayr. bkz. T. W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 344-345; I. Hrbek, Bulghar, s. 1347. Bulgarların Rusları İslâmiyet’e kazanmak istemelerine karşılık Hazarlar da onların Musevîliği kabulü için çaba sarf ediyorlardı. Bkz. Reşit Saffet Karaşemsi, Hazar Türkleri Avrupa Devleti, İstanbul, 1934, s. 22.
  • Müstefâdü’l-Ahbâr, s. 73.
  • Hrbek, Bulghar, s. 1347.
  • Nesimi Yazıcı, Hoca Ahmed Yesevî Dönemi’nde Türk-İslâm Kültürünün Oluşumu- Gelişimi, Diyanet Dergisi, c. XXIX, S. 4 (Ankara Ekim-Kasım-Aralık 1993), s. 3-16.
  • Hüsameddin b. Şerefeddin, a.g.e., s. 32-34; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 44-45, 56-57, 85; Aynı yazar, İslâm Medeniyeti Tarihi (W. Barthold’un eserine yazdığı izahlar), Ankara, 1963, s. 186-199; Ayr. Bkz. Osman Türer, “Türk Dünyasında İslâm’ın Yerleşmesi ve Muhafazasında Sûfî Tarikatlar ve Yesevî’nin Rolü”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 361-368.
  • İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 48-49.; I. Hrbek, Bulghar, s. 1347.
  • İbn Fazlan Seyahatnâmesi, s. 20, 28-29.