Prof. Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN: Türklerin İslâmiyeti Kabulü

Türklerin İslâmiyeti Kabulü

Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın

[TÜRKLER; IV: Cild, s.239-262]

İstanbul Ünviversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

  1. Türklerin Müslüman Oluşu

Giriş

Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler cahiliye dönemine kadar uzanır. Cahiliye devri Arap şiir ve darb-ı mesellerinde (atasözleri) Türklerden bahsedilmesi de bunu göstermektedir. Cahiliye devri Arap şairlerinden Nâbığatü’z-Zübyânî, Hasan b. Hanzala, Şemmah b. Dırar şiirlerinde Türklerin cesaret ve kahramanlıkları üzerinde durmuşlardır. 1

M.Ö. VII. yüzyıldan itibaren çeşitli Türk kavimlerinin Derbend yoluyla Kafkaslar’ı aşarak Azerbaycan topraklarına yerleştikleri bilinmektedir. Bundan dolayı Derbend (Bâbü’l-ebvâb) Türk kapısı adıyla da bilinir.

Hazar Türkleri zaman zaman Derbend’i geçip Hemedan ve Musul’a kadar ilerlemişlerdir. Sâsanî hükümdarı Enuşirvan da Bâbü’l-ebvâb seddini Hazarların bu akınlarına mani olmak amacıyla yaptırmıştır.

Enuşirvan ayrıca Kuzey İran’da yaşayan Ağaçeri, Sul ve Yazur Türklerini de Azerbaycan’a göçe zorlamıştır. Eftalitler (Akhunlar), Halaçlar ve Karlukların bir bölümü de Afganistan ve Sistan (Sicistan) topraklarına yerleşmişlerdi.

Sâsânî ordusu içinde Türklerin yanında Araplar da vardı. Dolayısıyla onların da bu vesileyle birbirlerini tanıma imkânı mevcuttu. Ayrıca VII. yüzyılda Sâsânî İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasında süren savaşlarda Göktürkler, Hazarlar ve Avar Türkleri önemli rol oynamışlardı.

Cahiliye devrinden başlayarak Arapça şiir ve eserlerde Türkler daima Türk kelimesiyle anılmışlardır. Halbuki daha önceleri Sakalar ve Hunlar diye anılan Türkler VI. yüzyılda Göktürklerle birlikte Türkler diye anılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Türk kelimesinin Arapça sayesinde dünyaya yayıldığı söylenebilir. VI. yüzyıl Arap şairleri de şiirlerinde Türk kelimesini kullanılmışlardır.

Eski Arap şiirlerinden, uydurma hadislerden ve haberlerden anlaşıldığına göre Araplar Türkleri kahraman fakat acımasız ve İslâm dininin geleceği açısından tehlikeli görüyorlardı. Onlara göre Türkler birgün Arapların elinden iktidarı alacak ancak kâfir oldukları için Allah’ın gazabına uğrayıp mahvolacaklardı. Bu hadis ve sözler insanları Türklerden korkutmak ve uzaklaştırmak amacıyla söylenmiştir. Nitekim Cahiz daha sonra Türklerin İslâm’ın yardımcısı, kalabalık ordusu ve halifelerin en yakın adamları olduklarını söyleyerek Türklere haksızlık edildiğini itiraf etmiştir.2

İslâmiyetin doğuşundan sonra da devam eden Sâsânî-Bizans savaşlarında Müslümanlar ehl-i kitap olan Bizans’tan, Müşrik Araplar ise Sâsânîlerden yana bir tavır takınmışlardı. Kur’ân-ı Kerim’de de buna temas edilerek “Rumlar (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar, halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir”, (Rum, 30/2-4) buyurulmaktadır.

Hadislerde Türkler

Hz. Peygamber’in Türkler hakkında söylediği çok sayıda hadis mevcuttur. Bunlardan bir bölümü mükemmel senedlerle Sahih-i Buhârî Sahih-i Müslim başta olmak üzere Kütüb-i Sitte ve diğer önemli hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’e isnad edilen ve Türkler aleyhinde ifadeler içeren uydurma (mevzû) hadis ve sahabeye atfen söylenmiş asılsız haberler de vardır.3 Hangi hadislerin doğru hangilerinin mevzû olduğu ancak hadis otoritelerinin bilimsel metodlarla yapacakları ciddi ve emek mahsulü çalışmalarla ortaya konabilecektir. Konuyla ilgili hadisleri üç bölümde tasnif etmek mümkündür:

  1. Muhammed’in Türklerin savaşçı vasıflarına dikkat çekerek Türklerle mücadele ve savaş konusunda ashabını ve sonraki nesilleri uyaran ve onlarla iyi geçinmeyi tavsiye eden hadisler:

“Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız”.4

  1. Türklerin fizyolojik özelliklerini beyan eden hadisler. “Siz küçük çekik gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, çehreleri sanki örs üzerinde döğülmüş ve üzeri derilerle kaplanmış sağlam kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle savaşmadıkça, kıyamet kopmayacaktır. Siz kıldan örülmüş çorap giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır”.5
  2. Türkleri Beni Kantûrâ (Kantûrâ oğulları) olarak gösteren ve Arapların elinden iktidarı alacaklarını ifade eden hadisler:

“Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın. Allah’ın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı ellerinden ilk olarak alacak kavim Kantûrâ oğullarıdır”.6

Bunların dışında Türklerin Irak ve el-Cezîre’yi ele geçirip iktidarı Abbasîlerin elinden alacaklarını beyan eden hadisler de vardır.7

VII. yüzyılda İran’da olduğu gibi Arabistan’da da Türk çadırı kullanılıyordu. Hz. Peygamber de Hendek Savaşı sırasında bir Türk çadırında oturarak hendek kazma işlerine nezaret etmişti.8 Ayrıca Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber’in Medine’de bir Türk çadırında itikâfa çekildiği belirtilmektedir.9

Hulefâ-yı Râşidîn Devri

Türk-Arap İlişkileri

Hz. Peygamber’in vefatı üzerine halife seçilen Hz. Ebû Bekir peygamberlik iddiasında bulunanlarla zekât vermek istemeyen kişilerin önderlik ettiği irtidad (ridde=dinden dönme) olaylarını ve isyanları bastırdıktan sonra, Hz. Peygamber’in İslâm’ı yayma konusunda başlattığı stratejiyi sürdürmeye karar verdi ve yüzünü Arap Yarımadası’nın dışına çevirdi. Bu amaçla önce Sâsânî İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında bulunan Fırat nehrinin aşağı taraflarındaki topraklara ordu sevketti. Yemâme’de bulunan Halid b. Velid’i Sâsânîlerle savaşmakla görevlendirdi.

Hz. Ebû Bekir, Halid b. Velid’den o sırada Medine’ye gelerek İranlılarla yapılacak savaşı sevk ve idare etmek üzere bir kumandan tayin edilmesini isteyen Müsennâ b. Harise’ye destek olmak üzere Irak istikametinde yola çıkmasını istedi. Böylece Sâsânilere karşı başlatılan mücadeleyi sürdürecek Irak cephesi baş kumandanlığı kuruldu ve İslâm tarihinin en hızlı ve en kalıcı fütühât hareketi başlatılmış oldu (Mart 633).

Hz. Ömer Devri (634-644) İslâm fetihleri açısından çok önemli bir devirdir. Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken İranlıların büyük bir taarruz için hazırlık yaptıklarını öğrenince Hz. Ömer’e Irak cephesine takviye kuvvetler göndermesini vasiyet etti. Hz. Ömer hilâfet makamına geçince Ebû Ubeyd es-Sekafî’yi bin kişilik gönüllü birliğinin başında Sâsânî kuvvetleri üzerine gönderdi. Onun şehid olması üzerine (634) Irak cephesi kumandanlığına Sa’d b. Ebu Vakkas tayin edildi. Kadisiye’de kazanılan zaferden (636) sonra İslâm ordusu Sâsânilerin başkenti Medâin’e sonra da Hulvan’a girdi. Kisrâ III. Yezdicerd Hulvan’ı terketmek zorunda kaldı.

642 yılında kazanılan ve İslâm tarihinde “Fethu’l-fütûh” (fetihler fethi) denilen Nihavend zaferinden sonra İran kapıları Müslümanlara açıldı. Abdullah b. Âmir’in öncü kuvvetleri kumandanı Ahnef b. Kays Nişabur ve Serahs’ı fethettikten sonra Merv üzerine yürüdü.

Son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd Ceyhun nehrinin kuzeyine geçerek Müslümanların takibinden kurtuldu. Topladığı kuvvetlerle Belh üzerine yürüdü ve şehri Müslümanlardan geri aldı. Mervürrûz’a kadar ilerleyip Türk hakanından yardım istediyse de Ahnef b. Kays’a yenilerek geri çekildi. Hz. Ömer önce Ahnef b. Kays’ın kazandığı zaferlerden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ancak daha sonra muhtemelen Türk ordularıyla karşı karşıya gelecek Müslüman askerlerin kayıplar vermesinden endişe ederek “keşke Horasan’a ordu göndermeseydim, keşke Horasan ile aramızda ateşten bir deniz olsaydı” demiş10 ve Ceyhun nehrini geçerek fetihlere devam etmek isteyen Ahnef’e “Sakın nehrin karşı tarafına geçmeyiniz, bulunduğunuz yerde kalınız” diye haber göndermiştir.11

Hz. Ömer’in şehit edilmesinden sonra Horasan ve Toharistan’da meydana gelen olaylar sonucu bazı şehirler Türkler tarafından geri alındı. Ancak Abdullah b. Âmir daha sonra bu bölgeyi tekrar fethetti.12

Ancak Müslüman Araplar Türkleri Yemen’e kadar gelen Sâsânî kuvvetleri içinde veya Sâsânilerle yaptıkları savaşlar sırasında İran ordusundan görmüş olmalıdır. 13

Bu sırada Kuzey Azerbaycan ve Dağıstan’da Hazarlar, Cürcan’da Sûl Türkleri (Sûlîler), Sistan’da Eftalitler ve Halaçlar, Bâdgis’te Nizek Tarhan, Toharistan’da ise Karluklara mensup bir Yabgu bulunuyordu. Sâsânilerin yıkılması ve Göktürk nüfuzunun zayıflaması üzerine Maveraünnehir ve Harezm’deki mahalli hanedanlar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi.

Hz. Osman’ın halifeliği döneminde İran içlerine süratle ilerleyen İslâm ordusu daha sonra Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan ve Arran’a kadar uzanan toprakları ele geçirdi. Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 651 yılında bütün İran İslâm hakimiyeti altına alınmış oldu.14

İslâm ordusunun Türklerle mücadele ettiği ikinci cephe Kafkasya idi. Azerbaycan ve İrminiyye’nin fethinden sonra Müslüman Araplar Hazar Türkleriyle karşılaştılar. 639’da Hz. Ömer Süraka b. Amr’ı Derbend’in (Bâbü’l-ebvâb) fethine memur etti (643). Abdurrahman b. Rebîa, Selman b. Rebîa, Huzeyfe b. Esîd ve Bükeyr b. Abdullah gibi kumandanlar da Süraka’nın emrine verildi. Hz. Ömer Habib b. Mesleme’yi de ona yardıma gönderdi. Süraka’nın öncü kuvvetleri kumandanı olan Abdurrahman’ın sevk ve idaresindeki İslâm ordusu Derbend hakimi Şehrbârâz ile antlaşma yaptı. Şehrbârâz da Müslümanlara tabi olmayı kabul etti (642-643). Süraka’ya bağlı birlikler Derbend’in kuzeyine geçip Hazar Türkleriyle karşı karşıya geldi. Süraka’nın aynı yıl ölümü üzerine başkumandanlığa getirilen Abdurrahman b. Rebîa Hazarlarla mücadeleye devam etti (645-46). Hazar topraklarına akınlar düzenledi. Hazar başkenti Belencer yakınlarında meydana gelen bir savaş sırasında İslâm ordusu mağlup oldu ve Abdurrahman şehid düştü (652-53). Kardeşi Selman b. Rebîa bir süre savaşa devam ettikten sonra Derbend’e döndü.15 Bu olaydan sonra İslâm dünyasındaki iç karışıklıklar yüzünden Hazar Türkleri ile Araplar arasında önemli bir savaş olmadığı anlaşılmaktadır.16

Emeviler Devrinde (661-750)

Türk-Arap İlişkileri

Uzun süren bir mücadele sonunda hilâfet makamına geçen Muaviye iç karışıklıklara son verip yeni bir fetih harekâtı başlattı ve Basra valisi Abdulah b. Âmir’in kumandanlarından Abdurrahman b. Semüne’yi Sistan’ın (Sicistan) fethine memur etti (663-64). Abdurrahman da Kâbil, Belh ve Büst gibi şehirleri ele geçirdi. Abdullah b. Sevvâr da Sind bölgesinde fetihlere girişti ancak Türkler karşısında mağlup olunca yerine Mühelleb b. Ebû Sufra getirildi. Mühelleb 664 yılında Türkleri mağlup ederek bölgede İslâm hakimiyetini sağladı.17

Ziyâd b. Ebîh Basra valiliği sırasında Horasan ve Sistan’a daha plânlı bir askerî harekât başlattı. Onun zamanında Hakem b. Ömer el-Gıfârî Ceyhun (Amu Derya) nehrini geçerek Sağâniyân’a (Çağaniyan) kadar ilerlediği gibi Sâsânî hükümdarı (Kisrâ) III. Yezdicerd’in oğlu Fîrûz’u yenerek Çin’e sığınmaya mecbur etti. Mühelleb de Türkler karşısında yeni başarılar kazandı.18

Ziyâd b. Ebîh askerî harekâtı daha iyi organize edebilmek için Muaviye’yi razı ederek Merv’i bir ordugâh şehri haline getirdi. Kûfe ve Basra’dan yaklaşık 50.000 kişiyi Horasan’ın Merv, Herat, Nişabur

412

gibi çeşitli şehirlerine yerleştirdi. 671 yılından itibaren Horasan eyaletinin askerî üssü haline geldi. Artık Türkistan’a yapılacak seferler buradan idare edilecekti.

Horasan’ın yeni valisi Rebi b. Ziyâd el-Hârisî 671 yılında Belh’te çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kûhistan üzerine bir sefer düzenledi ve bölgede karşı karşıya geldiği Eftalit Türklerini mağlup ederek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti. Âmûl ve Zem gibi bazı şehirleri fethedip Harezm’e kadar ilerledi ve aldığı idârî tedbirlerle Horasan’daki İslâm hakimiyetini sağlamlaştırdı.19 Böylece Horasan ve Toharistan topraklarının büyük bir kısmı İslâm hakimiyeti altına alınmış oluyordu.

Ziyâd b. Ebîh’in ölümünden sonra Horasan valiliğine tayin edilen oğlu Ubeydullah b. Ziyâd zamanında Maveraünnehir’e yapılan seferler yeni bir safhaya girdi. Ubeydullah 674 yılında Beykent’i fethettikten sonra Buhara üzerine yürüdü. O sırada Buhara’ya hakim olan ve muhtemelen Buhârhudât sülâlesine mensup olan Türk hükümdarı Bîdûn’un dul eşi nâibe Kabaç Hatun çevredeki Türklerden yardım istedi.20 Ancak Türk birlikleri Ubeydullah b. Ziyâd karşısında tutunamayınca Kabaç Hatun bir milyon dirhem vergi vermek suretiyle sulh talebinde bulundu. Ubeydullah onunla bir barış antlaşması yaptıktan sonra Râmisen, Beykent, Nesef ve Sağâniyan’ı da ele geçirdi. Ubeydullah yanına aldığı …. (başka bir rivayete göre ise 4.000) Türk savaşçı ile Basra’ya döndü. Basra’da onların yerleştirildiği sokağa “Buharalılar Sokağı” denildi. Bu savaşçılar Basra’da meydana gelen bir isyanın bastırılmasında da görev aldılar.21

Said b. Osman 675-76 yılında Horasan valiliğine tayin edilince Ceyhun nehrini geçip Semerkand üzerine sefer düzenledi. Soğd, Kiş ve Nesef halkı Said b. Osman’a karşı topraklarını korumak üzere seferber olunca Buhara’ya hakim olan Kabaç Hatun da onlara katıldı. Ancak müttefikler anlaşmazlığa düşünce bir kısmı ayrıldı. Said b. Osman da müttefik Türk birliklerini bozguna uğrattı. Kabaç Hatun rehineler gönderip itaat arzettiğini bildirdi (677). Said Buhara’ya girmeye muvaffak olduktan sonra Semerkand üzerine yürüdü. Semerkandlılar üç gün boyunca ona mukavemet ettiler. Ağır kayıplar veren Semerkandlılar 700.000 dirhem vergi ödemek ve ileri gelenlerin çocuklarını rehine bırakmak suretiyle anlaştılar. Said anlaşma uyarınca şehrin bir kapısından girip diğerinden çıktı.22

Yezid devrinde Selm b. Ziyâd Horasan valiliğine getirilinceye kadar seferler durdu. Selm 680­81 yılında Irak’tan topladığı çok sayıda askerle Semerkand ve Harezm üzerine yürüdü. Bir rivayete göre Semerkand tekrar fethedildi. Ancak bu sıralarda Kabaç Hatun ve Maveraünnehir’in diğer şehirlerinde yaşayan Türkler Müslümanlara karşı harekete geçti. Selm gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra süratle Soğd hakimi Tarhûn ve diğer bazı prenslerin yardıma gelmesine rağmen Buhara’ya girmeye muvaffak oldu ve Kabaç Hatun onunla yeni bir barış antlaşması yaptı.23

Abdullah b. Zübeyr’in hilâfet mücadelesine girdiği dönemde bazı Türk prensleri şehirleri geri almak için seferber oldular. Ancak Abdullah b. Zübeyr’in Horasan valisi Abdullah b. Hâzım Türk taarruzlarını başarıyla geri püskürttü.24

Abdülmelik b. Mervan devrinde Mûsâ b. Abdullah b. Hâzım Tirmiz’i ele geçirdi. Mûsâ, Türkler, Araplar, Eftalitler ve Tibetlilerden müteşekkil bir orduyu mağlup etti. Bunun üzerine bölge halkı ona itaat arz edip vergi ödediler.25

Türklerin Müslümanlar karşısında mağlup olup Merv’den ayrılması üzerine Merv şehri Horasan’daki Müslüman emirlerin başşehri oldu.26

697 yılında Horasan valisi tayin edilen Mühelleb b. Ebî Sufra 699 yılında Kiş’e karşı bir sefer düzenlediyse de iki yıl süren kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Onun 702 yılında ölümü üzerine oğlu Yezid Fergana, Harezm ve Badgis’e karşı düzenlediği seferlerden sonuç alamadı ve bir süre sonra görevden uzaklaştırıldı.27

Yezid hilâfet makamına geçince Haccac’ın isteğiyle Horasan valiliğine Kuteybe b. Müslim getirildi (705). Kuteybe derhal büyük bir askerî harekât için hazırlık yaptı. Hedefi Toharistan ve Maveraünnehir’i fethetmekti. Bu iki bölge de Türklerin hakimiyetindeydi. Ancak Türk beyleri arasında siyasî bir birlik yoktu.28 Bu durum İslâm ordularının başarılı olmasında önemli bir katkı sağladı. Türgeş (Türgiş) Hakanlığı Müslüman Araplara karşı ciddi bir mukavemet gösteremedi.29

Kuteybe b. Müslim Maveraünnehir seferine çıkmadan önce Belh üzerine yürüdü ve Toharistan eyaletinin hakimi olan Türk asıllı Nizek Tarhan’a elçi göndererek hakimiyetini tanımasını ve Müslüman esirleri serbest bırakmasını istedi. Nizek Tarhan Kuteybe b. Müslim’in bu teklifini kabul edip Merv’e hareket etti ve Kuteybe’nin Badgis’e girmemesi şartıyla sulh yapıldı.30 Böylece Toharistan’dan gelecek tehlikelerden emin olan Kuteybe 87 (706) yılında kendisiyle sulh yapan Badgis hükümdarı Nizek Tarhan’ı da yanına alıp Beykent üzerine bir sefer düzenledi. Şehri bir süre kuşattıktan sonra barış yoluyla ele geçirip kısa bir süre burada kaldıktan ve muhafız kıtaları bıraktıktan sonra ayrıldı. O ayrılır ayrılmaz halk isyan etti. Kuteybe geri dönüp şehri savaş yoluyla fethetti ve bol miktarda ganimet ele geçirdi. Ancak şehir halkı daha sonra isyan edince tekrar Beykent’e gelip savaşçıları öldürttü.31

Kuteybe’nin bu başarısı karşısında endişeye kapılan Maveraünnehir Türk prensleri 707 yılında Müslüman Araplara karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler. Kuteybe onları yendi fakat Buhara üzerine yürümekten vazgeçip Merv’e döndü.32

Kuteybe b. Müslim Buhara civarındaki mahallî beylerin kendisine karşı müşterek bir cephe oluşturması ve Buhara’nın fethinin gecikmesi üzerine Haccac tarafından uyarıldı. Bunun üzerine 707 yılında Soğd, Kiş ve Nesef ordularına karşı sefere çıktı onları mağlup edip Buhara üzerine yürüdü. O şehri muhasara ettiği sırada Türklerle Soğdlulardan oluşan büyük bir ordu Buhara önlerine ulaştı. Türgeş hakanı ve Tarhûn da İslâm ordusuna saldıran birliklerin başında bulunuyordu. Şehir kuşatma altında iken Buhara hükümdarı Verdan Hudât askerleriyle yardımcı kuvvetlere katıldı. Çok çetin savaşlar sonunda Müslüman askerler ordugâhlarına çekildi. Fakat kısa sürede toparlanıp müttefik kuvvetleri bozguna uğrattılar.33 Zor durumda kalan Buhâr Hudât (Buhara hakimi) sulh talebinde bulundu. Yapılan antlaşmaya göre Buharalılar Abbâsî halifesine 200.000, Horasan valisi için de ???? dirhem yıllık vergi ödeyeceklerdi ve şehre Müslüman muhafızlar yerleştirilecekti. 34

Kuteybe antlaşmayı müteakip şehri teslim aldı ve şehrin bir bölümünü İslâm ordusuna tahsis etti. Böylece Buhara’da kesin olarak İslâm hakimiyeti sağlandı (708-709).35

Buhara’nın fethiyle Maveraünnehir kapıları İslâm ordularına açılmış oluyordu. Şimdi sıra Semerkand’a gelmişti. Semerkand hükümdarı Tarhûn Buhara halkının başına gelenleri gördüğü için Kuteybe’ye elçi gönderip bazı şartlar dahilinde barış teklifinde bulundu. Kuteybe de onunla barış antlaşması yapmayı uygun buldu.36

Toharistan hakimi Nizek Tarhan da Buhara seferinden dönmekte olan Kuteybe’nin yanına giderek ona bağlılığını bildirip Belh’e hareket etti. Kuteybe tarafından her an tevkif edilme endişesi içinde yaşayan Nizek Tarhan Talekan, Merv, Faryâb ve Cüzcân hakimleriyle iş birliği yaparak Müslüman Araplara karşı birlikte hareket etmeye karar verdi. Ancak Nizek Tarhan’ın müttefikleri 710 yılında Kuteybe’ye itaat arz edince Nizek Tarhan bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Kuteybe onu yakaladıktan sonra Irak umumî valisi Haccac’a gönderdi ve Haccac tarafından derhal idam edildi.37

Nizek üzerine düzenlediği seferden sonra Kiş ve Nesef’i de fetheden Kuteybe Buhara’ya hareket etti. Mahallî beyler arasındaki mücadelede Tuğşâda’nın tarafını tutan Kuteybe onun rakiplerini bertaraf etmesini sağladı ve şehrin bir kısmına Müslüman Arapları yerleştirdi. Bu arada Türkler arasında İslâmiyetin yayılması için gayret sarfedildi. Bir süre sonra da bir cami yapıldı. Kuteybe Buhara’da huzuru sağlayıp Merv’e hareket etti.38

Haccac Horasan’ı itaat altına aldıktan sonra Zabulistan hükümdarı Rutbil üzerine bir sefer düzenlenmesini istedi. Kuteybe de Maveraünnehir’deki harekâtı durdurarak Rutbil’e karşı harekete geçti (711). Rutbil Kuteybe’ye sulh teklifinde bulundu. Bu teklif haraç vermesi şartıyla kabul edildi.39 Kuteybe ertesi yıl Semerkand seferi için hazırlıklara başladı. Ancak tam bu sırada Harezmşah kardeşine karşı başlattığı mücadelede kendisine yardım ettiği takdirde haraç vereceğini bildirdi. Bunun üzerine Kuteybe Harezm’e hareket etti ve Harezmşah’ın muhaliflerini bertaraf etti. Bu sefer Harezmşah ile yapılan bir antlaşma ile sona erdi (711-12). Bölgede İslâm hakimiyetinin tanınması Hurrezâd’ı harekete geçirdi. Kuteybe’nin kardeşi Abdurrahman b. Müslim kumandasında gönderdiği İslâm ordusu Hurrezâd’ı mağlup ve katletti.40

Kuteybe Horasan ve Maveraünnehir’in tamamını ele geçirmek istiyordu. 705 yılından beri sürdürülen seferler sonunda önemli şehirler ve stratejik mevkiler fethedilmişti. Semerkand hakimi Tarhan Kuteybe’ye itaat arz etmekle beraber bölge kesin olarak İslâm hakimiyeti altına alınamamıştı. Tarhan’ın Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesi yüzünden başlatılan bir isyan sonucu öldürülmesi üzerine yerine Gurek b. İhşîd adlı biri getirildi.41

Semerkand’da arzu edilen ölçüde emniyet ve huzurun sağlanamaması Maveraünnehir’in diğer şehirleri için bir tehdit oluşturuyordu. Bu hususu dikkate alan Kuteybe Harezm seferi dönüşü

415

Semerkand üzerine yürümeye karar verdi. Kardeşi Abdurrahman’ı öncü kuvvetlerin başında gönderirken kendisi de büyük bir orduyla yola çıktı. Bunu duyan Gurek Şâş ve Fergana halkıyla Türk birliklerinden teşkil ettiği bir orduyla karşı harekete geçti. Taraflar Semerkand ile Buhara arasında karşı karşıya geldiler. Gurek’e bağlı kuvvetler Kuteybe karşısında tutunamadı.42

Abdurrahman b. Müslim’in 20.000 kişilik öncü birliklerinden sonra Buharalı ve Horasanlı askerlerden oluşan Kuteybe’nin ordusu da Semerkand’a ulaşıp şehri çok şiddetli bir şekilde muhasara etti. Bu sırada Şâş hükümdarından gelen yardımcı birlikler Salih b. Müslim tarafından mağlup edildi. Surların yavaş yavaş tahrip edildiğini gören Gurek Kuteybe’ye barış teklifinde bulundu. Kuteybe de bazı şartlar dahilinde bu antlaşmayı kabul etti. Antlaşma şartlarına göre Soğd hakimi Gurek her yıl ????? dirhem vergi ödeyecek ve o yıl için 30.000 asker gönderecekti. Ayrıca şehirde bir mescid yapılacak ve Kuteybe bir süre sonra şehri terkedecekti.43 Ancak İslâm ordusu antlaşma şartlarına rağmen şehri terketmedi ve 711 yılında buraya bir garnizon yerleştirildi.44

Semerkand’ın fethiyle Müslümanlar Maveraünnehir’e hakim olmuş, Soğdlular da bir süre için İslâm devletine tabi olmak zorunda kalmışlardı. Semerkand’da da İslâm hakimiyeti sağlandıktan sonra Kuteybe yeni fetih plânları hazırladı ve bunları gerçekleştirmek üzere 20.000 kişilik bir oduyla yeni bir sefere çıktı (713). Kuteybe, Buhara, Harezm, Kiş ve Nesef’ten askerî birlikler toplayıp Semerkand’a geldi ve burada ordusunu ikiye ayırdı. Kendi sevk ve idaresindeki ordu Fergana’ya giderken diğer orduyu da Şaş üzerine sevketti.45 Ceyhun nehri geçilerek Şaş ve Fergana da İslâm topraklarına katıldı (712). Bu sefer sonunda Kuteybe Semerkand’ı Maveraünnehir’in en müstahkem şehri haline getirmek istiyordu. 96 (714-15) yılında Kaşgar seferine çıktığı zaman kendi ailesiyle kumandanlarının ailesini burada bırakmıştı. Kuteybe Kaşgar’ı da fethedip Çin topraklarına kadar İslâm hakimiyetini tesis etmeyi planlıyordu.46

Şaş, Hucend ve Fergana’nın bir kısmı ele geçirildikten sonra ertesi yıl İslâm ordusu İsficâb’a kadar ilerledi.47

Bu fetihler gerçekleştirilirken Irak umumi valisi Haccac vefat etti (Haziran-Temmuz 714). Kuteybe her zaman yakın ilgi ve desteğine mazhar olduğu Haccac’ın ölümü üzerine askerlerini terhis etti. Ancak halife I. Velid Kuteybe’ye bir mektup gönderip kendisini Irak’tan ayrı olarak müstakil bir vilayet haline getirilen Horasan’a vali tayin ettiğini bildirdi ve seferlere devam etmesini istedi.48 Bunun üzerine Kuteybe Fergana’yı kesin olarak İslâm hakimiyeti altına almak ve Fergana-Kaşgar ticaret yolunu ele geçirmek amacıyla yola çıktı (715). Fergana’ya varıp karargâhını kuran Kuteybe Halife Velid’in ölüm haberini alınca büyük bir sarsıntı geçirdi ve Halife Süleyman b. Abdülmelik’e isyan etti (714).

Kuteybe’nin bu isyan sırasında öldürülmesi (715) Maveraünnehir ve şarktaki İslâm fetihleri açısından bir dönüm noktası teşkil eder. Halife I. Velid devri İslâm fetih harekâtının en parlak dönemlerinden biridir. Kuteybe onun zamanında Buhara ve Semerkand ile Cey-hun’un ötesindeki toprakları fethederek bu bölgede İslâm hakimiyetini tesis eden ilk kumandan olarak tarihe geçmiştir.49

İslâm ordularının Maveraünnehir’deki bu başarılarının sebebi Haccac’ın idarî kabiliyetiyle Kuteybe’nin askerî kabiliyetinin birleştirilerek hareket edilmesidir. Kuteybe bu fetihler sırasında Horasan’da birbirleriyle mücadele halinde olan bütün muhalif grupları, yani mevâli (gayri Arap Müslümanlar) ile Arapları, Kaysîlerle Yemenlileri birbirleriyle ittifak içinde düşman kuvvetleri üzerine sevketmiştir.50 Onun ölümünden sonra düzenlenen seferler kalıcı sonuçlar bırakmaktan uzaktı. Halife Süleyman b. Abdülmelik’in Horasan valisi Yezid b. Mühelleb Dihistan’da hüküm süren Türk hükümdarı Sûl’u mağlup ettiği halde o yörede İslâm egemenliği sağlanamamıştır.51

Türgeş Hakanı Sul-lu Han, Kursul kumandasındaki bir orduyu Semerkand üzerine sevketti. Horasan valisi Said b. Abdülaziz ile savaşan birlikler Müslümanları mağlup ettiyse de Semerkand’ı muhasara altına alamadan geri döndüler.52 Horasan valiliğine getirilen Said b. Amr el-Haraşî zamanında Müslüman Araplara karşı Türgeş hakanını destekleyen Türkler zulme maruz kaldılar ve yurtlarını terkettiler. Said kaçanları takip ederek Hucend’de kendilerini kuşattı ve yakaladığı Türkleri kılıçtan geçirdi (722). Bu olaylar Türklerin Müslüman Araplara karşı düşmanca duygular beslemesine sebep oldu.53

Horasan valiliğine getirilen Müslim 723-24 yılında Fergana’yı ele geçirmek üzere hazırlıklara başladı ve bazı başarılar kazandı. Daha sonra Taşkent üzerine yürüdü fakat Türgeş hakanı Su-lu’nun mukavemeti karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Onları takip eden Türk askerleri Seyhun nehri kıyısında kendilerine yetişti ve “Yevmü’l-Atş” adıyla tarihe geçen savaşta Müslüman Araplar ağır kayıplar verdiler ve Hucend’e geri çekildiler. Bu olaylar Maveraünnehir’deki Müslüman hakimiyetini oldukça sarstı. Türkler kaybettikleri toprakları geri almak için seferber oldular.54

Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliği döneminde de Müslüman Araplar Türkler karşısında başarı sağlayamadılar. Türkler Maveraünnehir’de yer yer üstünlüğü ele geçirdiler. Esed b. Abdullah Huttel’e düzenlediği bir seferde Türgeşler karşısında mağlup oldu.55

Emevî halifesi Hişam b. Abdülmelik Türgeş Hakanı Su-lu’ya elçilik heyeti gönderip İslâm’a davet etti. Ancak Hakan İslâmiyeti kabul ettikleri takdirde askerlerinin ve halkının geçim sıkıntısı çekeceğini söyleyerek bu teklifi kabul etmedi.56

Emeviler Devrinde Hazar Türkleriyle Yapılan Mücadeleler

Hazarlar Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra Derbend ve Kuzey Azerbaycan’da hakimiyet kurmuşlar, Muaviye devrinde İrminiyye’ye akınlar düzenlemişlerdi. Emevîlerle Hazarlar arasındaki mücadele Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik devrinde başlamış ve Mesleme b. Abdülmelik 708 yılında Hazarlar üzerine bir sefer düzenleyip Derbend’e (Bâbü’l-ebvâb) kadar gelmiştir.57 Bundan iki yıl sonra İrminiye valiliğine tayin edilen Mesleme b. Abdülmelik Hazarlara karşı ikinci bir sefer düzenledi ve diğer bazı şehirleri ele geçirdi. Mesleme’nin 714 yılında Bâbü’l-ebvâb’a üçüncü bir sefer daha düzenlediği anlaşılmaktadır.58

Mesleme b. Abdülmelik’in İstanbul muhasarasına katılmak niyetiyle bölgeden ayrılması üzerine Hazarlar 717-18 yılında İrminiyye ve Azerbaycan’a seferler düzenleyerek çok sayıda Müslümanı esir almış bir çok kişiyi de öldürmüşlerdir.59 Bu olay üzerine Halife Ömer b. Abdülaziz Hâtim b. Nu’man el- Bâhilî’yi Hazarlarla mücadeleye memur etti. Hâtim Hazarlarla yaptığı mücadeleyi kazanıp Hazarlardan 50 kadar esiri halifeye gönderdi. Meşhur Türk kumandan İshak b. Kundacık’ın bu esirlerden birinin torunu olduğu bilinmektedir.60

Hazarlar 721-22 yılında Müslüman Araplara karşı bir akın daha düzenlediler. Müslümanlar da ertesi yıl bir sefer düzenleyerek Hazarlara karşı harekete geçtiler (722-23). Ancak Sübeyt en-Nehrânî kumandasındaki İslâm ordusu Bulgarlar, Kıpçaklar ve diğer Türk boylarına mensup askerler tarafından desteklenen Hazar kuvvetleri karşısında tutunamadı ve feci bir akıbete uğradılar.61 Bundan müteessir olan Yezid b. Abdülmelik derhal Cerrah b. Abdullah el-Hakemî’yi İrminiyye valiliğine tayin edip onu Hazarlarla mücadeleye memur etti.

Cerrah b. Abdullah’ın seferinden haberdâr olan Hazarlar Derbend’e çekilip savunma için gerekli tedbirleri aldılar. Ancak Cerrah onları yanıltmak ve savunma tedbirlerini zaafa uğratmak için Berdea’ya gidip orada kalacağını bildirdi. Bunu duyan Hazarlar savunma tedbirlerini gevşettiler. Cerrah b. Abdullah Derbend’e yaklaşık 48 km. mesafede bulunan Neherü’r-Rân’da karargâh kurdu. Burada yapılan savaşta Hazarlar mağlup oldular. İslâm ordusu onları takip ederek Belencer’e kadar geldi ve şehri muhasaraya başladı ve 104 yılı Rebiülevvel’inde (Ağustos-Eylül 722) Belencer’i fethetti. Cerrah bir süre burada kaldıktan sonra kışın yaklaşması üzerine geri çekildi.62

Ertesi yıl Hazarlar Derbend’i geçip İrminiyye’ye akın düzenlediler. Ancak Cerrah onları mağlup ederek bazı şehirleri ele geçirdi.63

Hişam b. Abdülmelik Hazarlarla mücadelede kararlıydı. Cerrah b. Abdullah’a yardımcı kuvvetler gönderip Hazarları yıpratmak istedi. Hazar hakanı çevredeki hükümdarlardan yardım istedi ve müttefik birlikler İslâm ordusu üzerine yürüdü.

Dağınık bir vaziyetteki Müslüman kuvvetler Suriye’den gönderilen yardımcı birlikleri beklemeden savaşa girdikleri için mağlup oldular.64

Cerrah bu mağlubiyet üzerine azledildi. Yerine geçen Mesleme b. Abdülmelik de Hazarlara karşı başarılı seferler düzenledi. Mesleme bölgeden ayrılınca (726-27) Hazarlar karşı saldırıya geçtiler. Ancak Haris b. Amr et-Tâî kumandasındaki İslâm ordusuna mağlup oldular.65

Mesleme b. Abdülmelik 727-28 ve 728-729 yıllarında Hazarlarla mücadeleye devam etti ve Hazar hakanını bozguna uğrattı. Zengin ganimetlerle geri döndü.66

Mesleme’den sonra İrminiyye ve Azerbaycan valiliğine tayin edilen Cerrah b. Abdullah Tiflis üzerinden Belencer’e yürüyüp orayı ele geçirdikten sonra Hazarların başkenti Etil’i (Dâdu’l-Beyzâ) fethetti (729-30). Ancak bu fetihler geçici bir istiladan ibaretti.67

Cerrah b. Abdullah bölgeden ayrılınca Hazarlar karşı taarruza geçtiler ve Erdebil’e kadar ilerleyerek İslâm ordusunu bozguna uğrattılar ve Musul’a kadar yaklaştılar.68

Halife Hişam b. Abdülmelik Hazarların bu başarısı karşısında yeniden Said b. Amr el-Haraşî’yi büyük bir ordunun başında Hazarların üzerine sevketti. Said Ahlat üzerinden Berdea’ya kadar geldi. Berzend ve Beylekan’da Hazar kuvvetlerini mağlup etti.69

Said’in azledilmesinden sonra bu görev tekrar Mesleme’ye verildi. Mesleme Derbend’e kadar gelip burada bir garnizon bıraktıktan sonra döndü (730).70

Ertesi yıl Hazarlara karşı tekrar sefere çıkan Mesleme Belencer yakınlarında onları mağlup etti. Hazar hakanının komşu hükümdarlardan yardım alarak Müslümanların üzerine yürümesi sebebiyle Mesleme geri çekilmek zorunda kaldı.71

Mesleme’nin Hazarlara mukavemet edememesi sebebiyle azledilmesinden sonra 732 yılında el- Cezire, İrminiyye ve Azerbaycan valiliğine getirilen Mervan b. Muhammed Suriye ve Irak’tan topladığı kuvvetlerle Hazarlar üzerine yürüyüp bazı şehirleri ele geçirdi (732-33).72 Mervan b. Muhammed (735) ve (736) yıllarında Hazarlara karşı akınlar düzenledi ve bazı yerleri zapt etti. 73

Mervan b. Muhammed Hazarlara karşı en önemli seferini 737 yılında gerçekleştirdi. 150 bin kişilik bir orduyla Kür nehri kıyısındaki Kasak şehrinden Semender’e doğru yola çıkan Mervan b. Muhammed ordusunu iki kola ayırıp Derbend ve Daryal geçidinden geçerek Hazar ülkesine girdi. Hazarlar ani baskın karşısında geri çekildiler. Mervan Etil şehrini kuşattı. Hazar hakanı başkumandanı Tarhan’ı 40 bin kişilik bir orduyla Emevî kuvvetlerine karşı sevketti. Ancak Hazar ordusu mağlup olarak geri çekildi. Hazar hakanı barış teklifinde bulundu ve Hakan’ın başşehir Etil’e dönmesine izin verildi. Hazar Türklerine İslâmiyeti öğretmek için Nuh b. Sâbit el-Esedî ile Abdurrahman b. Zübeyr adlı iki âlim gönderildi. Mervan bundan sonraki birkaç yıl içinde Azerbaycan’da kalarak Hazar topraklarına akınlarda bulundu ve bölgedeki mahallî beylikleri itaat altına aldı.74

Aslında Kuteybe b. Müslim ve Mervan b. Muhammed’in gerçekleştirdiği fetihler Müslüman Arapların Türk topraklarında gerçekleştirdikleri son fetihleri teşkil eder. Bu tarihten sonra Müslümanlar Türk ülkelerinde yeni bölgeler fethetmek yerine ticarî ve kültürel faaliyetlerle meşgul olmuşlardır. Sâsânîler ve Harezmşahların (Memunîler) idaresindeki Maveraünnehir ve Harezm’deki Müslüman Türkler bölgede ve ırkdaşları arasında İslâmiyetin yayılması için çalışmışlar böylece Orta Volga bölgesindeki Bulgarlar ile Maveraünnehir’deki Türkler kendi istekleriyle İslâmiyeti kabul etmişlerdir.

Emevî halifeleri arasında seçkin bir yeri alan Ömer b. Abdülaziz hilâfet makamına gelince 717 faaliyetlerini tasvip etmediği idarecileri görevden aldı. Bu arada Horasan valisi Yezid b. Mühelleb’i de azlederek yerine Cerrah b. Abdullah el-Hakemî’yi tayin etti. Yezid Beytü’l-mâl’e gönderilmesi gereken vergileri vermediği için hapse atıldı.75

Semerkand valisi Muhalled b. Yezid de görevden alınarak yerine Süleyman b. Ebu’s-Sırrî getirildi.76

Ömer b. Abdülaziz devlet yönetiminde fetih harekâtında önceki halifelerden farklı bir siyaset takip etmekte kararlıydı. İlk iş olarak Maveraünnehir ve Türkistan’da ganimet elde etmek amacıyla yapılan fetihleri durdurdu. Onun gayesi Maveraünnehir’de fethedilen diğer topraklarda halkla iyi ilişkiler kurularak İslâmiyetin gönülden benimsenmesini sağlamaktı. Bölge halkını küçük düşürücü Müslümanlardan nefret ettiren haksız muamelelere ve vergilere son vermek istiyordu. Cerrah b. Abdullah’a gönderdiği mektupta da İslâmiyeti kabul edenlerden alınan cizye ve haracı kaldırmasını istedi. Takip edilen yeni siyaset kısa sürede meyvelerini verdi ve Maveraünnehir halkı akın akın İslâma girmeye başladı. Ömer b. Abdülaziz Maveraünnehir’deki çeşitli hükümdarlara İslâma davet mektupları yazdı. Onların bir bölümü de Müslümanlığı kabul etti.77

Ömer b. Abdülaziz’in bölge halkına yaptığı samimî, âdil ve insanî muamele Semerkand ve Soğd halkı arasında da sevinçle karşılandı. Semerkand halkı Halifeye elçilik heyeti gönderip önceki haksız uygulamaları kaldırmasını istediler. Aralarındaki ihtilaflar Kadı Cümey’ b. Hâdır’ın teklifiyle çözüme kavuşturuldu.78

Ömer b. Abdülaziz Cerrah b. Abdullah’tan sonra Horasan valiliğine getirdiği Abdurrahman b. Nuaym’dan gayrimüslim Türk akınlarıyla doğrudan karşı karşıya kalan Semerkand ve Maveraünnehir’in diğer bazı şehirlerinde yaşayan Müslümanları aileleriyle birlikte Ceyhun nehrinin beri tarafına iskan etmesini istedi. Ancak halk böyle bir teklife yanaşmayınca vaz geçildi. Abdurrahman’ın mülâyim politikasından istifade etmek isteyen Gurek ve Maveraünnehir’in diğer hükümdarları Çin’e müşterek bir heyet gönderip imparatordan askerî yardım istedi (718). Ancak bu yardım gerçekleşmedi.79

Ömer b. Abdülaziz’in ölümünden sonra gayri Arap Müslüman halka karşı uygulanan siyaset muvâlînin Araplara karşı nefretini kamçıladı.

Horasan valisi Eşres b. Abdullah es-Sülemî’nin halktan vergi toplarken gösterdiği şiddet Buhara başta olmak üzere birçok şehirde isyanlara sebep oldu. Türklerin de bu isyanları desteklemesi üzerine Eşres olaylara müdahale etti fakat Ceyhun nehri kıyısındaki savaşta Türk birlikleri karşısında ağır kayıplar vererek Beykent’e çekildi. Beykent’ten Buhara’ya giden Eşres yol boyunca Türklerin taarruzlarına maruz kaldı. Semerkand hükümdarı Gurek de Türklerle işbirliği yaparak Araplara karşı harekete geçti. Eşres Buhara’yı uzun süre muhasara etti. Halifenin Cüneyd b. Abdurrahman el-Mürrî kumandasında görevlendirdiği takviye kuvvetleri sayesinde Buhara’daki isyan bastırıldı ve 729 yılında şehir tekrar Müslümanların eline geçti.80

Horasan valiliğine getirilen Cüneyd Türkleri Beykent yakınlarında mağlup ederek Türk hakanının oğlunu veya yeğenini esir almışdı.81

Cüneyd 730 yılında çeşitli şehirlerde başlayan isyanları bastırmakla meşgul oldu. Semerkand’daki İslâm ordusunun kumandanı Sevre b. Hürr’ün yardım istemesi üzerine Semerkand’a hareket eden Cüneyd şehre yaklaşınca Türgeş hakanının saldırısına uğradı. Bu defa Sevre onun yardımına koştu. Savaş sırasında Türkler çalılıkları ateşleyerek Müslüman Araplara büyük zarar verdiler. Cüneyd neticede Semerkand’a girmeye muvaffak oldu.

Türk birlikleri Semerkand’ın geri alınmasından umutlarını kesip Buhara üzerine yürüdüler. Cüneyd derhal Buhara’nın yardımına koştu ve Türkleri geri çekilmek zorunda bıraktı (Kasım- Aralık731).82

Cüneyd b. Abdurrahman Horasan valiliğinden ayrıldıktan sonra Arap kabileleri arasındaki ihtilaflar arttı. Haris b. Süreyc Toharistan’da devlete isyan bayrağı açtı. Bu olaylar Maveraünnehir’deki İslâm hakimiyetinin zayıflamasına sebep oldu. Asım b. Abdullah azledilerek yerine Esed b. Abdullah getirildi. Toharistan ve Huttel’deki karışıklıklara son vermek isteyen Esed Ceyhun nehri kıyısında Türklerin saldırılarına maruz kaldı ve ağır kayıplar verdi. Türgeş Hakanı Su-lu Esed b. Abdullah’ı takip etti fakat yapılan savaşta bozguna uğradı. Bu feci mağlubiyet onun itibarını kaybetmesine sebep oldu (19 Aralık 736).

Esed b. Abdullah’ın ölümünden sonra Horasan valiliğine o bölgeyi iyi tanıyan Nasr b. Seyyar getirildi (738-748). Maveraünnehir halkını zorla itaat altına almaya çalışmaktan ziyade Türkler ve diğer kavimlerle Araplar arasında çatışmaya sebep olan unsurları ortadan kaldırmaya çalıştı ve oldukça başarı sağladı. Türklerle iyi ilişkiler kurdu ve aldığı akıllıca tedbirler sayesinde Türkleri İslâm idaresine alıştırdı. Katan b. Kuteybe’yi Ceyhun nehrinin doğusunda bulunan askeri birliklerin sevk ve idaresine memur ederek Buhara ve Kiş’te meydana gelmesi muhtemel olaylara karşı gerekli tedbirleri aldı. Kendisi de Semerkand’a gidip bir süre kaldıktan sonra 740 yılında Şaş üzerine yürüdü. Şaş’ta Türgeş Hakanı Su-lu’yu öldüren Baga Tarkan (Kursul) ile savaşa girdi. Kursul esir alınıp öldürüldü. Bunun üzerine Şaş hakimi de itaat arz etti. Böylece Maveraünnehir üzerindeki Türk baskısı azaldı. Şaş’tan Fergana’ya hareket eden Nasr buranın hükümdarıyla da barış antlaşması imzaladı.83

Onun döneminde Taraz’a kadar uzanan topraklarda İslâm hakimiyeti kökleşti. Toharistan, Maveraünnehir ve Harezm bölgelerindeki önemli şehirlerde Arap kolonileri kuruldu. Öyleki yöre halkı daha sonra başlayacak olan Emevî-Abbâsî mücadelesi sırasında bile devlete sadık kaldı. Bu sırada başlayan Abbasî ihtilâl hareketleriyle uğraşmak zorunda kalan Nasr b. Seyyar fetihlere zaman ayıramadı.

Abbâsiler Döneminde Türk-Arap İlişkileri

Abbâsîler devrinde Türklerin hakimiyetindeki topraklara karşı düzenlenen fetih harekâtı hızını kaybetmiş ve Anadolu’ya yapılan gazâlar dışında büyük seferler düzenlenmemiştir.

Kuteybe Müslim’in Maverâünnehir’i fethetmesi ve Batı Türkistan’a düzenlediği seferler bölgenin siyasî hayatında önemli değişikliklere sebep olmuştur. GökTürklerin zayıflaması ve Maveraünnehir’in İslâm hakimiyeti altına alınması, Türgeş Hakanlığı’nın da Müslüman Araplar karşısında ciddi bir başarı kazanamaması üzerine Türkler Çin’den yardım istemek zorunda kaldılar. Buna ilk teşebbüs eden Fergana İhşidi oldu (712). Daha sonra Buhara hükümdarı Tuğşâda kardeşini Çin’e gönderip Müslümanlara karşı yardım istedi (726). Yardım isteyenler arasında Semerkand hükümdarı Gurek ve Toharistan Yabgusu da vardı.84

Türgeş Hakanlığı’nın ortadan kaldırılmasından sonra Çin’in Kuça valisi 747’de büyük bir orduyla Maveraünnehir üzerine yürümüş ve bölgeye hakim olan Müslüman Araplarla Talas nehri kıyısında yaptıkları savaşı kaybederek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Türk-İslâm ve dünya tarihi açısından son derece önemli olan Talas Savaşı’nın sebepleri hakkında İslâm ve Çin kaynaklarında farklı bilgiler verilmektedir. Çinlilerin Taşkent üzerine yürüyerek hükümdar Bagatur Tudun’u öldürmesi üzerine oğlu Karluklardan yardım istediği gibi diğer Türk boylarını da Çin’e kaşı harekete geçmeye teşvik etti. Ancak o sırada siyasi birlikten yoksun olan Türk dünyası Çin’e karşı girişeceği bir seferin sonucundan emin olmadığı için Abbâsîlerin Horasan valisi Ebû Müslim’i Kuça, Karaşar, Hoten ve Kaşgar’ı ele geçirmesi hususunda ikna ettiler. Bunun üzerine Çin kuvvetleri bugünkü Evliya-Ata yakınlarındaki Talas şehrine ulaştı ve burada Müslüman Araplarla karşı karşıya geldi. Çin kaynaklarında başlangıçta Çinlilerin safında yer alan Karluk Türklerinin savaş başlayınca Müslümanların saflarına geçtiği iddia edilmektedir. Ancak Ebû Müslim’i Çinlilere karşı tahrik edenlerin Karluklar olduğu düşünülürse bu iddianın doğru olmadığı anlaşılır. Muhtemelen Karluklar savaş başladıktan sonra son gün Çinlilere karşı taarruza geçmişlerdir. 751 yılı Temmuz ayında Ebû Müslim’in kumandanı Ziyad b. Salih ile Çin’in Kuça valisinin sevk ve idare ettiği ordular arasında başlayan savaş beş gün devam etmiş ve iki ateş arasında kalan Çin birlikleri ağır kayıplar vermiş baş kumandan da canını zor kurtarabilmiştir. Bu olaydan sonra Çinliler bir daha Maveraünnehir’in işlerine karışmamışlardır. Çin ordusundaki yaklaşık bin kişinin esir düştüğü Talas Savaşı’nın sonuçlarını maddeler halinde şöyle özetlemek mümkündür:

  1. Her vesileyle Türkler ve Türkistan toprakları üzerinde nüfuz kurmak isteyen Çinliler 751 yılındaki bu feci bozgundan sonra Batı Türkistan üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmış başka bir ifadeyle Çin artık Batı Türkistan için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır.
  2. Savaştan önceki yıllarda Batı Türkistan’da sarsılmış olan Türk nüfuzu Talas Savaşı’ndan sonra yeniden tesis edilmiş ve 766’da Karluk Türkleri müstakil bir devlet kurmuşlardır.
  3. Ömer devrindeki fetihler sırasında başlayan Türk-Arap mücadelesi uzun süre devam etmiş ve bundan dolayı da İslâmiyet Türkler arasında yayılma imkânı bulamamıştı. Talas Savaşı’ndan sonra bu mücadele yerini barış ve dostluğa bırakmıştır. Bu sayede İslâmiyet Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
  4. Talas Savaşı dünya kültür tarihi üzerinde de önemli rol oynamış ve esir alınan Çinliler vasıtasıyla Semerkand’da da keten ve kenevirden kağıt imal edilmeye başlanmış ve kağıtçılık çok geçmeden İslâm ülkelerinde yaygınlaşmıştır. Bu sanayi Bağdat, Mısır, Sicilya ve Endülüs yoluyla Avrupa’ya yayılmıştır.85

Emevîler zamanında Mervan b. Muhammed’in Hazarlara karşı kazandığı zaferlerden sonra Araplarla Hazarlar arasındaki mücadelede bir duraklama olmuştu. Abbâsîlerin ilk döneminde de bu sessizlik devam etmiş ve Halife Ebû Ca’fer el-Mansûr İrminiyye valisi Yezid b. Üseyd’e Hazarlarla sıhriyet tesis etmesini emretmiş o da bir Hazar prensesiyle evlenmiş ve Berdea’da muhteşem düğün merasimi yapılmıştır. Ancak bu prenses doğum sırasında öldüğü halde yakınları prensesin öldürüldüğünü söyleyerek Hazarlarla Abbâsîler arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve yeni bir mücadele döneminin başlamasına sebep olmuştur.86

Hazar hakanı bu olay üzerine Müslümanlara karşı Astarhan el-Harezmî’nin kumandasında ordular sevketmiş ve onlara ağır kayıplar verdirmiştir (762-64).87

Halife Ebû Ca’fer el-Mansûr döneminde Astarhan kumandasındaki Hazar ordusu Kafkas dağlarını aşıp İslâm hakimiyetindeki topraklara girdi. Suriye, El-Cezire ve Musul’dan takviye birlikleri gönderilmesine rağmen Yezid b. Useyd kumandasındaki İslâm ordusu yenildi. Bu bozgun haberi üzerine Halife hapishaneleri tahliye etti binlerce gönüllüden oluşan büyük bir orduyu Hazarlara karşı sevketti. Ayrıca sınırlarda kaleler inşa ettirerek gerekli savunma tedbirleri aldı. Hazarlar daha fazla ilerleyemediler ve aldıkları ganimetlerle ülkelerine döndüler.88

Halife Ebû Cafer el-Mansur devrinden Harunurreşid devrine kadar yarım asra yakın bir süre Hazarlarla Müslüman Araplar arasında kayda değer bir savaşın cereyan etmediği anlaşılmaktadır.

Harunurreşid bölgede meydana gelen karışıklıklar üzerine 797 yılında Said b. Selm’i İrminiyye valiliğine tayin etti. Said Derbend’deki asilerin lideri Necm b. Haşim’i öldürtünce oğlu Hazarlara sığınıp yardım istemiş bunun üzerine Hazarlar Said’e karşı harekete geçmişler ve 799 yılında Bâbü’l-ebvâb üzerinden Kür nehri kıyısına kadar gelmişler, o bölgedeki köy ve kasabaları tahrip etmişlerdir. Bunun üzerine Harunurreşid Said’i azledip yerine Yezid b. Mezyed’i tayin etti. Vali Yezid, Huzeyme b. Hazim ile beraber büyük bir orduyla yola çıktı. Bunu duyan Hazarlar geri çekildiler.89

Harunurreşid devrinde gerçekleştirilen bu son harekât ile Abbâsîler ve Hazarlar arasındaki mücadele dönemi sona ermiş bunun yerini siyasî, dinî ve iktisâdî ilişkiler almıştır. Aynı dönemde Bizans’tan kaçan Yahudilerin etkisiyle Hazar Hakanı Yahudiliği kabul etti. Bütün bu olaylara rağmen Etil’deki (Dâru’l-beyzâ) İslâm topluluğu varlığını korudu ve bir süre sonra da Müslümanlar devlet yönetiminde hakim unsur haline geldiler. 969 yılında Rusların Etil’e hücumundan sonra Hazar hakan ailesi Harezmli Müslümanların vasıtasıyla İslâmiyeti kabul etti.90

Emevîler devrinde Müslümanlar çok geniş bir alanda hakimiyet tesis etmekle beraber Araplar dışındaki kavimler (mevâli) ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyordu. Bu durum mevâlinin özellikle

423

Horasan’da Emevîlere karşı büyük bir isyan hareketi başlatmasına sebep oldu. İsyana önderlik eden Ebû Müslim-i Horasânî de mevâliye mensup idi. 746’da Horasan’da başlayan hareket Emevî hanedanının yıkılması ve Abbâsîlerin iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Bu sadece iktidarın iki hanedan arasında el değiştirmesinden ibaret bir olay değildi. İslâm tarihinde bir dönüm noktası sayılan bu ihtilâl hareketinden sonra mevâli ile Araplar arasındaki fark ortadan kalkmış hattâ mevâli, Araplar karşısında üstünlük kazanmıştı. Emevîler Arap milliyetçiliğine dayalı bir siyaset takip ediyorlar Arapların dışındaki Müslüman halka ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlardı. Abbasî ihtilâl hareketinin mevâli dediğimiz gayri Arap unsurların yoğun olarak yaşadığı Horasan91 bölgesinde gelişme imkânı buldu. Oradan da diğer eyaletlere doğru yayıldı. Abbasî ihtilâlinin başarıya ulaşmasında İranlılar kadar Horasan bölgesinde yaşayan Türklerin de önemli rolü olmuştur.92

Abbâsî ihtilâl hareketinin başarıya ulaşmasında İranlılar ve diğer bazı kavimlerin yanında Horasan bölgesinde yaşayan Türkler de önemli rol oynadılar. Bunlar arasında Mervli Tarhun ez-Zâî, Ebû Müslim-i Horasanî’nin güvenilir adamlarından Tarhan el-Cemmâl ve Yezid b. Mühelleb’in adamlarından ve Abbâsî nakiplerinden Muhammed b. Sûl dikkat çeken isimlerdir. Abbâsî kuvvetlerinin Kûfe’ye girmesinden ve son Emevî halifesi Mervan b. Muhammed’in Musul’a doğru geri çekilmesinden sonra o sırada Nihavend’de bulunan Muhammed b. Sûl Ebû Müslim-i Horasânî’nin emriyle batıya doğru hareket etmiştir. Halife Mervan ile ilk Abbasî halifesi Ebü’l-Abbâs es-Seffâh’ın amcası Abdullah b. Ali arasında cereyan eden Büyük Zap Suyu Savaşı’nda da Muhammed b. Sûl’un Abbâsî ordusunun karargahında önemli hizmetlerde bulunduğu bilinmektedir.93

Musul Abbâsîlerin eline geçince Muhammed b. Sûl burada âmil olarak görevlendirildi. Halife Ebü’l-Abbas onu daha sonra Azerbaycan valiliğine tayin etti (751-52). Muhammed’in 752-53 yılına kadar bu görevi sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Ebû Ca’fer el-Mansur hilâfet makamına geçince onu kendisine karşı ayaklanan Abdullah b. Ali’yi bertaraf etmekle görevlendirdi. Ancak Abdullah b. Ali daha erken davranıp onu öldürttü (754-55).94

Ebû Ca’fer el-Mansûr iktidara gelince rakip gördüğü Abdullah b. Ali ve ihtilâlin lideri Ebû Müslim- i Horasanî’yi öldürttü. Daha sonra Ebû Müslim’in yakın adamlarından Ebû Nasr Malik b. Heysem’in bertaraf edilmesi işini de yine bir Türk’e Hemedan valisi Züheyr et-Türkî’ye verdi ve Züheyr onu Hemedan’da hapsetti.

Ebû Ca’fer el-Mansur, Bağdad’ın kuruluşundan sonra Mübarek et-Türkî adlı Türk kumandanına iktâlar vermiş ve onu yakın adamları (havas) arasına katmıştır. Ayrıca Hammâd et-Türkî de Şevâd topraklarının siyasi ve iktisâdî kontrolünü yapmak üzere görevlendirilmiştir (769).95

Cahiz Türkleri hizmetine alan ilk Abbâsî halifesinin Ebû Ca’fer el-Mansûr olduğunu söyler.96 İbnü’l-Esîr de Ebû Ca’fer el-Mansûr’un oğlu Mehdî’ye mevâliye (Gayri Arap Müslüman halk) iyi muamele etmesini, onların gönüllerini kazanmasını ve özellikle Abbasîlerin iktidara gelmesinde büyük katkıları olan Horasan halkıyla yakından ilgilenmesini tavsiye ettiğini kaydeder.97

Bunlar dikkate alınarak fethedilen bir çok şehirdeki Türklerin islâmiyeti kabul ederek Ebû Ca’fer el-Mansur devrinde Bağdad’da yerleştirilen askeri birlikler arasına yerleştirildiği tahmin edilmektedir. Mübarek et-Türkî’nin Halife Mehdi-Billâh ve Hâdî-İlelhak devrinde de görev aldığı ve Kazvin yakınlarında Medinetü Mübarek adıyla yeni bir yerleşim merkezi kurduğu bilinmektedir.98

Mübarek et-Türkî 786 yılında Medine isyan eden Ali evladından Hüseyin b. Ali’nin isyanını bastırmakla görevlendirilmiş fakat başarısız olması üzerine malları Halife Hâdî’nin emriyle müsâdere edilmiştir.99 Abdullah b. Mübarek muhtemelen Mübarek et-Türkî’nin oğludur. Halife Mehdî Türkistan hanlarına elçiler gönderip İslâm’a davet etmiş, onlardan bir kısmı bu teklifi kabul edip Müslüman olmuşlardır. Yakubî, Râfî b. Leys’e yardım eden Karluk Yabgusu’nun Halife Mehdi vasıtasıyla Müslüman olduğunu söyler.100 İbnü’l-Esîr de olayları anlatırken Oğuzların bir kısmının İslâmiyeti kabul ettiğini kaydeder.101 Şaş halkı da III. (IX) yüzyılda Müslümanlığı kabul etmiştir.102

Müslümanlarla Bizans kuvvetleri arasındaki mücadele Suğuru’ş-Şâmiyye ve Sugûru’l-Ceziriyye denilen Tarsus, Adana, Maraş ve Malatya hattı boyunca devam ediyordu. Müslümanlar buralarda kalelere askeri birlikler yerleştirerek Bizans topraklarına saldırıyorlardı. Abbasî Halifesi Harunurreşid bu hudud bölgesini 786-87 yılında Avasım adı verilen müstakil bir bölge haline getirdi.

Ebû Ca’fer el-Mansur devrinde 756-57 yılında Malatya’ya yerleştirilen Horasanlı askerler arasında muhtemelen Türkler de vardı. 758-760 yıllarında da Adana’ya Horasanlı birlikler yerleştirildi. 778-80 yılında Hasan b. Kahtabe’nin Bizans’a karşı düzenlediği bir seferde çeşitli bölgelerden gelen gönüllüler yanında Horasan askerleri de vardı.

Harunurreşid’in kumandanlarından Herseme b. A’yen de Ebû Süleym Ferec et-Türkî’yi Tarsus’un tahkimiyle görevlendirmişti (171/787). Buraya yerleştirilen askerî birlikler arasında üç bin kişilik Horasan kuvvetleri de vardı.103 796-97 yılında Ayn-ı Zarba’nın (Anazarva) tahkim ve imar edilmesinden sonra buraya da Horasanlı askerler yerleştirildi.104 Ebû Süleym Ferec et-Türkî’nin Suğûr bölgesindeki şehirlerin tahkim ve imarıyla görevlendirilmesi ve büyük ölçüde Horasan’dan getirilen birliklerin buralara yerleştirilmesi dikkat çekicidir. Horasanlı bu askerler arasında İranlılar (Farslar) yanında Türklerin de olduğu rahatlıkla söylenebilir. Burada Türk kumandanlarından sadece bir kısmını zikrettik. Hiç şüphesiz bunların maiyyetinde kalabalık Türk kitleleri vardı. Horasan, Maveraünnehir, Azerbaycan ve Kafkasya Türklerin yoğun olarak bulunduğu yerlerdir. Ayrıca Ön Asyadaki büyük şehirlerde de Müslüman Türkler vardı. Ön Asyaya gelen bu Türklerin bir kısmı ülkelerine dönmüşlerdir. Ancak bir kısmı da Halife Mu’tasım’ın kendilerine değer verip himaye etmesi sebebiyle onun hizmetinde kalmayı tercih ettiler. 105

Hindistan’dan Harunurreşid’e gönderilen elçilik heyeti halifenin huzuruna çıkınca gözleri hariç her tarafı zırhla örtülü olan Türk askerleri saf tutmuş olarak saraydaki yerlerini almışlardı. Bu da Harunurreşid’in muhafız birlikleri arasında Türklerin de bulunduğunu açıkça göstermektedir.106

Abbâsî halifesi Me’mûn Merv’de bulunduğu sırada meydana gelen olaylar ve siyâsî karışıklıklardan sonra Araplar ve İranlılara karşı fikirlerini değiştirmişti. Horasan’da iken yakından tanıma imkanı bulduğu Türkleri askeri kabiliyetleri ve sağlam karakterleri sebebiyle Arap ve İranlı askerlere karşı bir güven ve denge unsuru olarak hizmetine almaya karar verdi. Me’mun devrinde kardeşi Mu’tasım hilafet ordusunda Türkleri istihdam etmeye çok önem verirdi. Mu’tasım Türkistan adamlarını gönderip Türk gulamlar getirdi. Yakubî Ca’fer el-Huşşekî’den naklen şu bilgileri verir:

“Me’mun’un halifeliği sırasında Mu’tasım beni Türk gulâmları satın almak için Semerkand’a Nûh b. Esed b. Sâmân’ın yanına gönderdi. Her yıl bir miktar Türk toplayıp Mu’tasım’a gönderiyordum. Böylece Me’mun’un hizmetinde yaklaşık üç bin Türk askeri görev aldı.107 Horasan valisi Abdullah b. Tâhir hilâfet merkezine bölgenin haracını gönderirken Oğuzlara mensup iki bin esiri de yollamıştı.108 Oğuzlar arasında Tolunoğulları Hanedanı’nın kurucusu Ahmed b. Tolun’un babası Tolun da vardı. Me’mun’un Merv’den Bağdad’a dönmesinden sonra Hilafet ordusunda bulunan Türklerin sayısında büyük bir artış gözlendi. Me’mun meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında özellikle Türk kumandanlardan yararlanmıştır.109 Bunlar arasında Eşnâs et-Türkî ve Said b. Sâcûr zikredilebilir. Mu’tasım Me’mun’un emri üzerine dört bin Türk askeriyle yola çıkıp Mısır’da vuku bulan bir isyanı bastırmıştır. 110 Eşnâs et-Türkî de 830 yılında Nevşehir yakınlarında Sündüs adlı bir kaleyi ele geçirmiştir. 111

Me’mun’un Türklere ordusunda yer vermeye başlamasıyla hilâfet ordusundaki Türklerin hem sayı hem de nüfuzu artmıştır. Abbâsî tarihinde ilk defa Me’mun zamanında Türklerin halifenin yanında seferlere katıldığı ve isyanların bastırılmasında görev aldığı görülmektedir.

Me’mun’un 833 tarihinde ölümü üzerine yerine kardeşi Mu’tasım-Billâh geçti. Onun halife olmasında Türklerin önemli rol oynadığı görülmektedir. Me’mun Türklerden askeri birlikler teşkili için Mu’tasım’ı görevlendirmişti. Bu sebeple hilâfet ordusundaki Türk askerler Mu’tasım’ın emrinde veya onun vali olduğu bölgelerde faaliyette bulunmuştu. Afşin, Eşnaz, Boğa el-Kebir ve Inak et-Türkî gibi kumandanlar da ordu içinde söz sahibi olmuşlardı. Bunlar Mu’tasım’ın veliahdlığı ve hilâfet makamına geçişinde önemli rol oynadılar.112 Mu’tasım halife olunca önemli görevlere bu Türk kumandanlarını getirmişti. Samerrâ’yı kurup devlet merkezini ve Türk askerlerini oraya nakletmesi de onlara duyduğu güveni göstermektedir.

Mu’tasım’ın halifeliği döneminde Araplar ve İranlılar yönetimdeki nüfuzlarını büyük ölçüde kaybetmişler, orduda hakim unsur olan Türkler devletin mukadderatına tesir edecek seviyeye gelmişlerdir. Kaynaklar Mu’tasım devrinde Türk ordusunun sayısı hakkında 18.000 ile 70.000 arasında farklı rakamlar vermektedir. Bununla beraber hilâfet ordusunda görev alan Türklerin sayısının 20-25.000 civarında olduğu aileleriyle beraber 70.000’e yaklaştığı tahmin edilebilir. Türklerin ordudaki sayı ve nüfuzunun artması ve onların Bağdat’taki faaliyetleri halkı rahatsız etmeye başlayınca Mu’tasım hilafet merkezini nakledecek bir yer aradı ve Samerra’da karar kıldı (835). İnşaatın yürütülmesini Türk askerlere tevdi etti ve şehir kısa zamanda tamamlandı. Burada Türkler için geldikleri bölgeler esas alınarak ayrı ayrı mahalleler kuruldu. Yakubî Samerra’nın kuruluşuyla ilgili olarak şunları kaydeder:

“Mu’tasım ağabeyi Me’mun zamanında Semerkand’a Nuh b. Esed’in yanına Türk kölesi satın almak için adam gönderirdi. Ben her sene ona bir miktar köle getirirdim. Böylece, Me’mun’un sağlığında Mu’tasım’ın yanında 3000 kadar Türk memlûkü (gulâmı) toplandı. Hilâfet kendisine geçince Türkleri toplamakta israr etti. Bağdat’a halkın elinde bulunan Türk kölelerinden bir kısmını satın aldı. Bağdat’ta satın aldığı köleler arasında Nuaym b. Hâzım’ın memlûkü Eşnâs, Sellâm b. el- Ebras’ın memlûkü İnak, Âl en-Nuaym’ın memlûkü zırhçı Vasîf, Zü’r-Riyâseteyn Fazl b. Sehl’in memlûkü Sîmâ ed-Dimaşkî vardı. Arapça bilmeyen bu Türkler hayvanlarına binip sürdükleri zaman sağlarındaki ve sollarındaki halka çarpıyorlar, ayak takımı onların üzerine hücum edip bazılarını dövüyor, bazılarını öldürüyordu. Kanları heder oluyor, kendilerine tecâvüz edenlere bir şey yapamıyorlardı. Bu durum, Mu’tasım’ın canını sıktı. Bağdat’tan çıkmaya karar verdi. Sonra, avlanmak için çıktı. Gezerken Sâmarrâ’nın bulunduğu yere vardı.

.Sâmarrâ’yı inşâ ederken Türklerin kesimlerini (iktâlarını) bütün diğer insanların kesimlerinden ayırdı. Onları başkalarından ayrı yerlerde yerleştirdi, Müvelledlerden (Arap-Acem melezlerinden) hiçbir grupla düşüp kalkmıyorlardı. Onlara sâdece Ferganalılar komşu oluyordu. Eşnas ve adamlarına Kerh denilen kesimi ayırdı. Onun yanına bazı Türk kumandanları ile devlet adamlarını verdi. Ona mescitler ve çarşılar yapmasını emretti, Hakan Urtuc (Artuk)’a ve arkadaşlarına el-Cevsak el- Hakânî’den sonraki yerleri ayırdı. Adamlarını etrafında tutmasını ve halkla haşır-neşir olmalarına izin vermemesini emretti, Vasîf ve adamlarına el-Hayr denilen yerden sonraki kesimi ayırdı. Burada uzun bir duvar inşâ ederek adına el-Hayr Duvarı dedi. Bütün Türklerin ve Arapça bilmeyen Ferganalıların kesimleri (iktaları) çarşılardan ve kalabalıktan uzakta, geniş caddelerle, uzun mahallelerle ayrıldı. Kesimlerinde ve mahallerinde onlarla düşüp-kalkan yabancı kimse bulunmuyordu. Sonra, Türk cariyeler satın alıp bu Türkleri onlarla evlendirdi. Çocukları yetişinceye kadar onların müvelledlerle (melezlerle) evlenmelerini ve sıhriyet kurmalarını yasakladı. Çocukları yetiştikten sonra birbirleriyle evleneceklerdi. Türklerin cariyeleri için devamlı tahsisatlar ayırıp adlarını divanlara (maaş defterlerine) kayd ettirdi. Bu Türklerden hiç biri karısını boşayamıyor ve ondan ayrılamıyordu.

Eşnas el-Türkî için şehrin en batı kesimini ayırınca, adamları için de onun yanında yer ayırdı. Bu yere Kerh adını verdi. Eşnas’a tüccarların onlarla komşu olmalarına mani olmasını, müvelledlerle arkadaş olmalarına müsâade etmemesini emretti.

Sâmerrâ’nın dördüncü caddesi Bergamış et-Türkî caddesi adını taşıyordu. Burada Türklerin ve Ferganalıların kesimleri bulunuyordu. Türklerin mahalleleri ayrı, Ferganalıların mahalleleri ayrıydı. Türkler kıble tarafındaki mahallelerde, Ferganalılar onların hizasında kuzeydeki mahallelerde oturuyorlardı. Her mahalle birbirinin hizasındaydı. Onlara kimse karışmıyordu. Türklerin evlerinin ve kesimlerinin doğudaki en uç kısmı Hazarların kesimleri (iktaları) ile sona eriyordu. Bu cadde sonraları Vasîf ve adamlarına geçen Afşin’in iktalarının yanındaki el-Mâtîre’den başlıyor, Vâdî İbrâhim ile bitişen vâdîye kadar uzanıyordu. Beşinci cadde Sâlih el-Abbâsî caddesi diye tanınır. Burada da

427

Türklerin ve Ferganalıların kesimleri vardır. Türkler ayrı mahallelerde, Ferganalılar ayrı mahallelerde otururlar..” (Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.185-186)

Böylece tarihe Samerra devri olarak geçen ve Türk hakimiyetinin zirvede olduğu bir devir başladı (836-892). Türkler sadece askerî sahada değil siyasî ve idarî sahada da önemli görevler üstlendiler. Bu durum Arap unsurun da tahrikleriyle halifeleri rahatsız etmeye ve onlara karşı tedbir almaya sevketti. Samerra devri boyunca sürüp giden bu mücadelelerin sonunda halifeler askeri ve siyasi kudretlerini Türk birlikleri de sayıca üstünlüklerini, buna bağlı olarak kuvvet ve nüfuzlarını kaybettiler.

Türklere karşı başlatılan hareketin hedefi Mu’tasım idi. Onu iktidardan uzaklaştırarak Türk nüfuz ve hakimiyetini kıracağına inanan Arap unsurlar Abbas b. Me’mun’u hilafet makamına geçirmeye çalıştılarsa da bu ihtilal teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Mu’tasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık da Türkleri destekledi ve onların devlet yönetimindeki nüfuzlarını arttırmalarını sağladı (847). Vâsık’ın veliahd tayin etmeden ölümü üzerine kardeşi Mütevekkil Abbâsî devlet adamlarına rağmen Türklerin desteğiyle hilafet makamına geçti. Ancak o kendini iktidara taşıyan Türklere karşı kuşku ile bakıyordu. Devletin en güçlü adamlarından Inak et-Türkî bir hileyle katledildi (849). Mütevekkil Türkler aleyhindeki faaliyetlerine devam ederek onları muhafız birliklerinden uzaklaştırmaya, sayılarını azaltmaya ve hatta onların yerine orduya başka unsurlar almaya başladı. Mütevekkil’in kendileri aleyhindeki bu faaliyetlerinden rahatsız olan Türkler onu öldürmeye kalktılar ancak yine bir Türk olan Boğa el-Kebir’in müdahalesiyle başarısız oldular. Ancak daha sonra Boğa es-Sağir, Musa b. Boğa el- Kebir, Harun b. Suvartegin, Bagir et-Türkî gibi Türk kumandanlar Halife Mütevekkil’i katlettiler (861). Bu olay Türklerin Abbasî halifeliğinde iktidarı tamamen ele geçirdiklerini ve kendilerine mani olacak bir gücün bulunmadığını gösterir.

Mütevekkil’den sonra hilafet makamına yine Türklerin desteğiyle Muntasır geçti. Ancak o da kendini iktidara taşıyan Türkler hakkında olumlu şeyler düşünmüyordu. Muntasır’ın ertesi yıl muhtemelen Türkler tarafından zehirlenerek öldürülmesi üzerine yine ordudaki nüfuzlu Türk kumandanların baskısıyla Mustain halife seçildi (862). Mustain Vasîf et-Türkî ve Boğa’nın tesiri altında idi ve onlara en ufak bir müdahalede bulunamıyordu. Sonunda Mustain hilafetten çekildi ve Mutez halife ilan edildi (866). Ancak o da Türklere güven duymuyor ve onlardan çekiniyordu. Vasîf et-Türkî ile Boğa’nın katledilmesine rağmen Halife Mutez hala Türklerin baskısı altında bulunuyordu. Türk askerleri maaşlarının verilmemesini bahane ederek isyan ettiler ve halifeyi saraydan zorla çıkarıp hilafetten çekilmek zorunda bıraktılar. Mutez devri Türklerin siyasî sahada en bâriz şekilde varlıklarını hissettirdikleri buna karşılık kendilerine muhalif güçlerin de toparlandıkları bir devirdir.

Mutez’in yerine halife olan Mühtedî büyük ölçüde Salih b. Vasîf et-Türkî’nin tesirinde kaldı. Halifeliğe eski itibarını kazandırmak isteyen Mühtedî devlet yönetiminde Türk nüfuzunu kırmak istediyse de başarılı olamadı, hem makamını hem de hayatını kaybetti. Yerine geçen Mutemid devrinde de Türk nüfuzu devam etti. Ancak askeri sahada kontrol Türklerin elinde olsa da siyasî ve idarî alanda bir baskı unsuru olmaktan çıktılar. (889-90) yılında hilafet merkezinin Samerra’dan tekrar

428

Bağdad’a nakledilmesi Abbasî Devleti’nin de Türk nüfuzunun zayıflamasına sebep olmuştur. Fakat bir müddet sonra halife Radî-Billâh İbn Raik el-Hazârî’yi geniş yetkilerle emîrü’l-ümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tüzün’ün emîrü’l-ümerâ olduğu dönemde de devam etti. 945 yılında Bağdad Şiî Büveyhîler tarafından işgal edildi. Abbasi halifeliği bir Türk hanedanı olan Selçuklular tarafından yıkılmaktan kurtarıldı.

Arapların askerî meziyetlerini kaybettikleri bir dönemde Türk askerlerinin İslâm devletinin hizmetine girmeleri, askerî ve idarî hayata canlılık kazandırmaları Allah’ın Müslümanlara büyük bir lütfu olarak değerlendirilmektedir. Bundan sonra da onların ahfadı hilâfet ordusunun muharip kısmını teşkil etmiş, yukarıda anlatıldığı gibi bir çok isyanın bastırılmasında önemli görevler üstlenmiş ve İslâmiyet ve hilafetin koruyucusu olmuşlardır.

Türklerin Emevî Devleti’ne Hizmetleri

Müslüman Araplarla Türkler arasındaki münasebetler daha önce anlatıldığı gibi Hz. Ömer zamanında başlamış ve karşılıklı mücadele içinde süregelmiştir. Türklerin Emevîler devrine hatta Muaviye devrinin sonlarına kadar küçük gruplar halinde topluca Müslüman olduklarına dair herhangi bir bilgi tesbit edilememiştir. Ancak münferid olarak İslâmiyet’i kabul edenler olmuştur. Ubeydullah b. Ziyâd’ın 674 yılında Buhara seferinden dönerken getirdiği 2.000 kişilik bir okçu birliğini Basra’ya yerleştirdiği bilinmektedir.113

Ubeydullah bu Türk birliğinin Araplarla karışarak özelliklerini kaybetmemesi için onlara özel bir mahalle tahsis etmiştir. 114 Bunlar bazı hâricî isyanlarının bastırılmasına memur edilmişlerdir. Kerbelâ vakasında adı geçen Reşîd et-Türkî’nin Buharalı Türklerden olması muhtemeldir. Haccac Irak umûmî valisi olunca Iraklıların muhtemel isyanlarına karşı Suriyeli birliklerin yanına Buharalı Türkleri de yerleştirdiği rivayet edilmektedir.115 Bunların dışında Emevî valilerinin hizmetine giren birkaç Türk’ten bahsedilmektedir.116

Emevîler devrinde çok geniş bir alanda İslâm hakimiyeti sağlanmışsa da devletin takip ettiği Arap milliyetçiliğine dayalı siyaset yüzünden idare ve askeri kademede görevli çok az sayıda gayr-i Arap unsur hizmete alınmıştır. Araplar devletin çeşitli nimetlerinden yararlandıkları halde mevâli denilen gayr-i Arap unsur ikinci sınıf insan muamelesi görüyor ve ganimetlerden daha az pay alıyorlar, buna karşılık daha çok vergi ödemek zorunda bırakılıyorlardı. Sefer sırasında askere alınan gayr-i Arap kavimler savaştan sonra az bir ganimetle ülkelerine gönderiliyorlardı.

Türklerin Abbâsî Devleti’ne Hizmetleri

Memun’un halifeliği döneminden itibaren sayıları giderek artan Türk askerleri Bizans’a karşı düzenlenen gazâlarda ve iç isyanların bastırılmasında önemli rol oynadılar.

Halife Mu’tasım’ın Babek’in isyanıyla meşgul olduğu sırada Bizans İmparatoru Teophilos’un Zibatra’ya (bugünkü Doğanşehir) karşı tertip ettiği sefer ve yaptığı katliâm İslâm dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştır. Mu’tasım’ın bunun intikamını almak üzere düzenlediği Amarion (Ammuriye, Emirdağ) seferinde Türk askerleri büyük başarı sağlamış ve şehir 12 Ağustos 838 kapılarını İslâm ordusuna açmıştır. Halife Mütevekkil devrinde Boğa el-Kebîr Ankara-Kayseri arasında yer alan Samalû’ya sefer düzenlenmiş ve şehri fethetmiştir (858). Halife Muntasır da Vasîf et-Türkî’yi Bizans’a karşı sefere memur etti (862). Vasîf halifenin ölüm haberini almasına rağmen sefere devam ederek bir Bizans kalesini fethetti. 117

Mustain ile Mutez arasındaki iktidar mücadelesine rağmen Türk kumandanlar Bizans topraklarına akınlara devam ettiler. Bilgeçur adlı Türk kumandan Bizans’a ait bir kaleyi tahrip etti (864). Bilgeçur ertesi yıl büyük bir ordu ile tekrar Bizans seferine çıktı ve Aksaray-Niğde arasındaki Matmûra kalesini ele geçirdi.

Halife Mutez devrinde Müzâhim b. Hakan’ın Malatya’dan Anadolu’ya bir akın düzenlediği bilinmektedir. Yine Halife Mutemid devrinin sonlarına doğru Tarsus emîri Yazman’ın Bizans’a karşı gaza düzenlediği bilinmektedir. 118

Abbâsî ordusundaki Türkler sadece Bizans’a karşı düzenlenen seferlerde değil ülke içinde çıkan çeşitli isyan ve karışıklıkların bastırılmasında da önemli rol oynamıştır. İslâmiyet ile bağdaştırılması mümkün olmayan Hurremiyye hareketinin başına geçen Bâbek devlet için çok tehlikeli bir unsur haline gelmişti. Halife Me’mun 820-21 yılında Babek’e karşı asker sevkettiyse de başarı sağlayamadı. Mu’tasım da Hurremîler üzerine Haşim b. Baticur adlı bir Türk kumandanının sevk ve idaresindeki bir orduyu Hurremîler üzerine gönderdiyse de o da mağlup olmaktan kurtulamadı.119

Babek’in giderek daha da güçlenmesi ve devlet için çok ciddî bir tehlike haline gelmesi üzerine Mu’tasım Afşin’i Cibâl ve Azerbaycan valiliğine tayin ederek Hurremiyye hareketini bertaraf etmesini istedi. Boğa el-Kebîr’i de ona yardıma gönderdi. Boğa’nın Babek karşısında mağlup olması üzerine Babek’e karşı 836 yılında umûmî bir hücum gerçekleştirildi. Afşin Babek’in karargâhına saldırarak bol miktarda ganimet ve esir ele geçirdi. Ertesi yıl düzenlenen seferle Babek yakalandı ve halife bu başarısından dolayı onu tebrik etti. Babek’in yakalanması İslâm dünyasında büyük bir sevinç yarattı. Şairler onu öven kasideler yazdı.

Halife Vâsık devrinde Hicaz ve Yemame’de meydana gelen karışıklıklar olaya bedevi Arap kabilelerinin de karışmasıyla daha büyük problemlere sebep olmuştu. Bu sebeple Vâsık, Boğa el- Kebîr’i Türkler ve diğer askeri birliklerden oluşan bir orduyla Samerra’dan Hicaz’a gönderdi (845). Boğa buradaki isyanları bastırdıktan sonra Yemame üzerine yürüdü ve buradaki esirleri de bertaraf etti 847. Boğa böylece hac yollarını emniyet altına alarak hacıların rahat bir şekilde hac farîzalarını yerine getirmelerini sağladı.

Bunların dışında Türkler Azerbaycan-İrminiyye ve çeşitli bölgelerde isyan ve karışıklıkların bastırılmasında önemli rol oynadılar. Ayrıca Saffarîler ve Zencilerle yapılan savaşlarda da Türklerin büyük hizmetleri oldu.

Türkler Abbasî Devleti’ne sadece askeri alanda değil idarî ve siyasî sahada da büyük hizmetlerde bulundular. Mu’tasım devrinde Eşnâs et-Türkî Mısır valiliğinde bulundu. Eşnâs’ın ölümü üzerine İnak et-Türkî Mısır valiliğine getirildi. Mütevekkil devrinde İnak Yemen valisi iken Kûfe ve Hicaz valilikleri de onun uhdesine tevdi edildi. Mütevekkil devrinde yine bir Türk olan Feth b. Hakan Mısır valiliğine getirildi. Müzahim b. Hakan Uzcur et-Türkî de Mısır valiliği görevinde bulunmuştur. Nihayet 868 yılında Ahmed b. Tolun Mısır valiliğine getirilmiş ve Tolunoğulları adıyla anılan bir hanedanın kurucusu olmuştur.

Türklerin valilik yaptığı diğer bir bölge de Suriye ve Suğur bölgeleridir. Mesela Eşnâs et-Türkî Mu’tasım tarafından 869 yılında Suriye ve el-Cezire valiliğine getirilmiştir. Âferidûn et-Türkî de Mütevekkil devrinde Dımaşk Boğa el-Kebir de Kınnesrin valiliğinde bulunmuştur. Ayrıca Feth b. Hakan, Amacur et-Türkî, Musa b. Boğa, Asâtegin, İshak b. Kundacık gibi bazı Türk kumandan ve devlet adamları da bu bölgenin çeşitli şehirlerinde valilik yapmışlardır.

Azerbaycan, Horasan ve İrminiyye gibi Doğu’daki vilayetlerde idarî görevlerde bulunan Türkler arasında ise Afşin, İnak, Boğa el-Kebir, Boğa es-Sağir, Musa b. Boğa, Tegin el-Buharî, Kuncur et- Türkî’nin adları sayılabilir.

Abbasî Devleti’nin merkez teşkilatı içinde görev alan Türkler de vardı. Ubeydullah b. Yahya b. Hakan vezirlik görevine getirilen ilk Türk’tür. O Halife Mütevekkil devrinde bu göreve getirilmiştir (850). Daha sonra Mu’temid hilafet makamına geçtikten kısa bir süre sonra Ubeydullah’ı tekrar vezir tayin etmiştir.

Abbâsîler devrinde vezirlik görevinde bulunan Türklerden biri de ünlü kumandan Otamış’tır. Mustain halife olunca onu vezirliğe tayin etmiştir (842). Halife Mütevekkil ile olan yakın dostluğu sebebiyle Türk asıllı Feth b. Hakan da bazı eserlerde vezir olarak gösterilmektedir.

Mu’tasım ve halefleri haciplerini Türkler arasından seçmişlerdi. Vasîf, Simâ ed-Dımaşkî, Eşnâs, İnak, Boğa es-Sağir, Salih b. Vasîf, Bayık Bey, Musa b. Boğa, Yarcûh et-Türkî, Hotarmış ve Begtemir haciplik yapan Türklerden bazılarıdır.

Divan teşkilatında görev alan iki Türk aile ise Sûlîler ve Hakanîlerdir.

Türklerin İslâmiyeti Kabulü

Türkler dünyanın en eski ve en köklü milletlerinden biri olup hem İslâmdan önce hem de İslâmî devirde tarihte önemli rol oynamışlardır. Türklerin İslâmiyet’ten önce totemcilik inancını benimsediğine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu iddiaları kesin doğrular olarak kabul etmek oldukça zordur. Dinden daha çok bir sihir karakteri arz eden Şamanlığın da Türklerdeki tanrı inancıyla bir ilgisinin mevcut olmadığı isbat edilmekle beraber Türklerin dini inancıyla Şamanlık arasında dikkati çekecek ölçüde bir uyum olduğu kabul edilememiştir. Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlere inanıyorlardı. Ayrıca ölmüş büyüklere tazim ve onlara kurban kesmek şeklinde beliren atalar kültü

Bozkır Türk inançları arasında yer alıyordu. Ancak Bozkır Türkleri’nin asıl inancı Tanrı’yı (Tengri) en yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavi bir mahiyeti haiz Gök Tanrı dini denilen bir inanç sistemiydi. Hükümdarlar kendilerinin Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını, zaferleri Gök Tanrı’nın inayetiyle kazandıklarını, çeşitli hile ve tuzaklardan Gök Tanrı’nın yardımıyla kurtulduklarına inanır ve “Ey Gök Tanrı sana şükürler olsun!” diye duygularını dile getirirlerdi. Avar hakanı Bizans imparatoruyla yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına yemin etmişti. Göktürkler de devletlerinin Gök Tanrı’nın isteğiyle kurulduğuna inanırlardı. Türkler ölüm ve hayatın Tanrı’nın iradesine bağlı olduğuna, insanın fânî Tanrı’nın ebedî olduğuna inanırlardı. Tanrı kelimesi Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak olarak kullanılan bir kelimedir. Gök Tanrı dini Türklerin İslam öncesi millî dinî olarak kabul edilmektedir.120

İslâmiyet’in doğduğu sırada Türkler Orta Doğu’nun kuzey ufuklarında gözükmekteydiler. Göktürkler Kuzey Asya’dan güneye doğru Sind Irmağı’na, doğuda Çin sınırından batıda Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Kafkasya’da Dağıstan ile Karadeniz’in kuzey kıyıları Hazar Türkleri’nin idaresindeydi. Hazar Denizi’nin güney doğusunda Sûl Türklerinin kurduğu bir beylik hüküm sürüyordu. Sâsânî ve Bizans imparatorlukları Türklerle bazan ittifak bazan da savaş halindeydi.

Yeni bir dinin kabulü milletlerin hayatını müsbet veya menfî yönde etkileyen önemli faktörlerden biri kabul edilmektedir. Milletler kabul ettikleri bu yeni din sayesinde ya varlıklarına güç katarak dünyanın sayılı milletlerinden biri olma vasfını kazanmakta ya da millî benliklerini kaybetmektedirler. Bunun en belirgin örneğini Türk milletinin tarihinde bulmaktayız. Türkler tarih boyunca millî dinlerini terkederek Budizm, Maniheizm, Yahudilik ve Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Ancak bu dinlerin yapısı Türklerin millî bünyesine ve karakterine uymadığı için onların benliklerini ve Türklüklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Göktürk Hakanı Bilge Kagan veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yaptırmasını isteyince Tonyukuk’un “Savaşmayı ve hayvan kesmeyi yasaklayan, miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için bir felâket olur” cevabını vermesi adeta bir kehanet olarak ortaya çıkmıştır. Yahudiliği benimsemiş olan Hazarların ve Hıristiyanlığı kabul eden Macarların ve Bulgarların bugün Türklüklerinden bahsedilmemektedir. Buna karşılık Türklerin millî bünyesine, ruh ve karakterine uyan İslâm dinini kabul etmeleri onlara yeni bir atılım gücü kazandırdığı gibi millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynamıştır. Türkler bu yeni ruh sayesinde Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar çok geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başarmışlardır. Türklerin İslâmiyeti kabulü sadece Türk ve İslâm tarihinde değil aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktası teşkil eder. Türklerin İslâmiyeti kabulü kavimler göçü ve Haçlı seferleriyle birlikte ortaçağı karakterize eden üç büyük olaydan biridir.

Türkler İslâmiyeti kabul etmeden önce yukarıda anlatıldığı gibi Müslüman Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve İslamiyet hakkında bilgi edindikten ve bu dinin kendi inanç sistemleriyle uyuştuğunu ve bütünleştiğini gördükten sonra Müslüman olmuşlardır. İleride temas edeceğimiz ve örneklerini göreceğimiz gibi Türk milleti hiçbir zaman Arapların siyasi hakimiyeti altında kaldıkları, baskı ve zulüm gördükleri için yani kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle adeta tabiî bir geçiş süreci içinde İslâmiyeti kabul etmişlerdir.

İslâmiyet Türkler arasında ilk defa Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilen Amu Derya nehrinin kuzeyindeki topraklarda, Kaşgarlı Mahmud’un Çay ardı dediği Maveraünnehir bölgesinde yayılmaya başlamıştır.

İslâm ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaş kabiliyetiyle temâyüz etmiş Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, kendilerini ilâh mertebesinde gören müstebid hükümdarların baskısından kurtulmak isteyen güçsüz insanların İslâmiyeti benimsemeleri sayesinde olmuştur. Müslüman olan Türkler dinden dönmeye mecbur edilmemek için kadınları, ihtiyarları ve çocuklarıyla silahsız olarak Türk beylerinin ordularına karşı çıkıyorlardı. Halkı koruyan, yedirip içiren eski Türk hükümdarlarının bu vasıflarını o dönemde muhtemelen İran’dan etkilenerek kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu durum onların Sâsânîlerin müstebid ve gösterişli hükümdarlarını örnek almalarıyla izah edilebilir. 121

Türkler başlangıçta Şâfiî mezhebini daha sonra ise İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurucusu olduğu Hanefî mezhebini seçtiler. Ebû Hanife Türkler üzerinde çok etkili oldu. Türkler üzerinde etkili olan bir başka âlim de Semerkandlı İmam Mâturidi idi. Kuteybe bir yandan kendi hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışırken bir yandan da İslâmiyetin yayılması için gayret ediyordu. Meselâ bu amaçla Buhara’da bir cami yapılmıştı (713). Türkistan’daki ilk mescidler Nerşahî’nin namazgâh dediği meydanlardan ibaretti.122

Semerkand muhasarası sırasında da teslim şartları müzakere edilirken şehirde bir cami yapılmasına karşı konulmaması şarta bağlanıyordu. Kuteybe kendisi de bizzat cami’in yapımına nezaret ediyordu.123

Türklerin kılıç zoruyla ve baskıyla Müslümanlığı benimsemediğini gören idareciler halk arasında İslâmiyeti yaymak için camiye gelenlere bir takım armağanlar vaadediyordu.124

Emevîlerin başlangıçtan beri takip ettiği politika Türkleri ve diğer kavimleri İslamiyet’e ısındırmak şöyle dursun nefret ettiriyordu. Zira gayr-i Arap Müslüman ahali Müslüman oldukları halde kendilerinden vergi alınmaya devam edildiğini ve kendilerine Arap süvarilerinden daha az maaş ödendiğini ve ganimetten de daha az pay verildiğini gördükleri için bu haksızlığa tepki gösteriyorlar ve bundan dolayı İslâmiyetin süratle yayılması engelleniyordu. Emevîlerin daha çok cizye almak amacıyla Horasan ve Toharistan halkının Müslüman olmalarını önlediklerine dair rivayetler de vardır.125

Aynı şekilde Horasan ve Türkistan’da hüküm süren beylerin de kendi tebeasını kaybetmemek düşüncesiyle Emevîlerle işbirliği yaptığı da iddia ediliyordu. Eğer zayıf ve yoksul kimseler İslâmiyeti seçerlerse hem Emevî idarecilerden hem de mahallî beylerden tepki görüyorlardı. Bu zulüm ve baskılara dayanamayan ve Hz. Peygamber’i örnek alan sadık Müslümanların önderlik ettiği Merv halkı

433

sonunda isyan etti. Haris b. Süreyc çeşitli kavimlere mensup mazlum insanları etrafına topladı ve mağlup olunca da Türklere sığınıp Türk hakanı Sû-lu Çor’un maiyetinde Emevîlerle savaştı (735).126

Süleyman b. Abdülmelik’in halifeliği zamanında (717) Horasan valisi olan Yezid b. Mühelleb Cürcan üzerine bir sefer düzenledi. O sırada Dihistan Türkleri Sulteginin, Cürcan Türkleri de Kul oğlu Fîrûz’un idaresinde bulunuyordu. Yezid b. Mühelleb Dihistan’ı fethettikten sonra Sultegin’i sığındığı kalede muhasara altına aldı. 6 ay süren muhasaradan sonra bu kale de ele geçirildi. Kalede bulunan çok kıymetli bir tac hiçbir Müslüman tarafından ganimet olarak alınmak istemedi ve bir dilenciye hediye edildi. Çünkü bu tacın yoksul halkın malına el konularak yaptırıldığına inanıyorlardı.

Sultegin bir süre sonra Müslüman olmak ve bunu da Müslümanların en büyük temsilcisi olduğuna inandığı halifenin huzurunda açıklamak istedi. Yezid b. Mühelleb onu halifenin huzuruna gönderdi 716. Sultegin burada Peygamber’in halifeden daha üstün bir makamda bulunduğunu öğrenince de Medine’ye kadar giderek Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmiş ve Müslüman olduğunu orada ilan etmiştir.

Sultegin Emevîlerin aşırı davranışlarını tenkid ederek onları Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’in sünnetine uymaya çağıranlar arasında yer alıyordu.127 Sul Türklerinin hakim bulunduğu topraklarda gayr-i müslim Oğuzlarla cihad etmek için din bilginlerinin ve gazilerin birlikte kaldıkları ribatlar (kaleler) yapılmıştı. Sultegin’in İslâmiyeti kabulü bütün bölge halkının İslâmiyeti kabul ettiği anlamına gelmemekle beraber ona tabi bir çok kişinin Müslüman olduğu tahmin edilebilir. İbn Mühelleb Cürcan şehrinde 40 kadar mescid ve Cürcan’ın kuzeyindeki gayr-i müslim Türklere karşı da bir sed yaptırdı. Dihistan ve Cürcan’ın Türk-İslâm medeniyetine şekil veren en eski merkezler ve İslâmiyet’i en erken kabul eden Türk boylarının da Oğuzlar olduğu anlaşılmaktadır.128

Ömer b. Abdülaziz’in Emevî halifeleri arasında farklı ve seçkin bir mevkii vardır. O Emevîlerin umumî politikasına yani Arap milliyetçiliğine dayanan siyasetine karşı çıkmış ve bütün tebaaya eşit muamele eden bir siyaset takip etmiştir. Onun takip ettiği siyaset bütün İslâm ülkelerinde müsbet sonuçlar doğurmuştur. Çünkü o valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi davranılmasını, Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istiyordu. Bu sayede özellikle Maveraünnehir bölgesindeki Türkler arasında İslâmiyet daha büyük bir hızla yayılmaya başladı. Ömer b. Abdülaziz’in ölümü üzerine (720) yeniden Emevî Devleti’nin eski politikasına dönüldü. Türgeş Kağanlığı da Maveraünnehir’de hakimiyet tesis etmek için Müslümanlarla mücadeleye girdi. Bu gelişmeler Maveraünnehir’deki İslâm hakimiyetini ve İslâm’ın yayılmasını tehlikeye soktu.

Hişam b. Abdülmelik (724-743) döneminde Horasan valisi Eşres b. Abdullah Türkler arasında İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Ebü’s-Seydâ Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmran et-Temîmî’yi Semerkand ve civarında halkı İslâm’a davet etmekle görevlendirdi ve bu sayede büyük başarılar kazanıldı.129 Belh şehrinde bir cami inşa edildi.130

Yakut el-Hamevî Halife Hişam’ın Türk hakanına bir elçilik heyeti göndererek kendisini İslâm’a davet ettiğini belirtir. Bu hakan muhtemelen Türgeş hükümdarı Sû-lu’dur.131 Cahiz de Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman’ın Türk hakanı ile karşılaştığını ve hakana İslâm dini hakkında bilgi verdiğini kaydeder.132

Emevîlerin son Horasan valisi de Maveraünnehir halkı arasında eşit muamele ederek onların gönüllerini kazanmaya çalışmış ve bu sayede bölgede İslâmiyetin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Maveraünnehir halkı idareciler ve kumandanların kendilerine insanca muamele ettiği dönemlerde İslâmiyete daha sıcak bakmış ve aynı oranda Müslümanlığı benimsemişlerdir. Emevî hanedanının iyi muamele yerine mücadeleyi tercih ettiği Maveraünnehir ve Kafkasya’da İslâmiyet daha yavaş yayılmıştır. Bununla beraber Buhara ve Semerkand gibi Maveraünnehir’in iki büyük şehrinde buraya yerleştirilmiş olan Müslüman halkın Türklerle iyi ilişkiler kurması ve onların da İslâmiyeti yakından tanıma imkânı bulması sebebiyle Müslüman olanların sayısı daha fazla idi.

Abbâsîlerin iktidara gelmesiyle mevâliye karşı izlenen politikanın değişmesi ve bu hanedanın kendilerini iktidara getiren gayri Arap halka iyi davranmaya başlaması Horasan ve Maveraünnehir’de İslâmiyetin yayılmasına bir ivme kazandırmıştır. Ebû Ca’fer el-Mansur İslâmiyeti kabul edenlerden asla cizye alınmamasını istemiştir. 751 yılında meydana gelen Talas Savaşı da Türklerle Müslümanların yakınlaşmasına ve İslâmiyeti benimsemelerine müsait bir ortam hazırlamıştır. Bu savaştan sonra İslâmiyetin Türkler arasında daha geniş çapta yayıldığı gözlenmiştir.

Halife Mehdi de bu yeni ortamdan istifadeyle İslâmiyetin yayılması için çalışmış ve Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrûsene, Karluk, Dokuz Oğuz (Uygurlar) ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler göndererek onları İslâmiyete davet etmiştir.133

Halife Me’mun bir yandan Soğd, Fergana ve Üşrusene’de meydana gelen karışıklıkları bastırmak için askerî seferler düzenlerken bir yandan da halkın İslâmiyeti kabul etmesi için çalışıyordu. Me’mun Maveraünnehir’de tam anlamıyla hakimiyet tesis ettikten sonra özellikle hükümdar ailesi arasında İslâmiyetin yayılmasına özen gösterdi. Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Afşin, Eşnâs et-Türkî, Boğa el-Kebir ve İnak et-Türkî gibi o devrin ünlü kumandanları geldikleri yörenin asil ve idareci sınıflarına ya da hükümdar ailesine mensup kişilerdi.

Halife Mu’tasım da Türklere karşı yakın ilgi gösterdi ve Fergana, Üşrusene, Şâş ve Soğd gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerden asker temin etti. Onun gayretleri sonucu Maveraünnehir’in tamamı İslâmiyeti kabul etti.

Siri Derya’nın (Seyhun) doğusunda, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde ikamet eden Türk boyları Müslümanların hakimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslâmiyet zaman zaman düzenlenen seferler ve ticarî faaliyetler neticesinde yayılma imkânı bulabilmiştir.

Samânîler de Türkler arasında İslâmiyetin yayılması için çalıştılar. Mesela Samânî hükümdarı İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların başkenti Talas’a bir sefer düzenlemiş ve şehir zaptedilerek fetihten sonra büyük kilise camiye çevrilmiştir. 134

Samânî başkenti Buhara’da, Özkent’te, Taşkent’te, Sayram’da, Otrar’da (Fârâb-Karacuk) İslâm kültürünün ilk âbideleri cami-mescidler, türbeler ve zamanla bir ilim müessesesi haline gelecek olan ribatlar inşâ edildi. Müslüman Türklerin yaşadığı şehirlerle gayrimüslim Türklerin yaşadığı şehirler arasında kültürel ve ticârî münasebetler zaman zaman vuku bulan çatışmalara rağmen devam ediyordu. Bu münasebetler sayesinde İslâmiyet Türkler arasında yayılma imkanı buluyordu. Samanîlerin Türk topraklarına düzenlediği seferlere karşı Türkler de cevap veriyordu. Mesela 904’te Maveraünnehir’i kısa bir süre ele geçirdikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri aldılar. 135

Bu olayların değerlendirilmesinden anlaşılan bir gerçek vardır ki o da Türklerin savaşla, kılıç zoruyla, şiddet ve baskıya maruz kaldıkları için değil kendi hür iradeleriyle bu dini seçtikleridir. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayr-i müslim Türklere karşı cihad harekâtına katılmışlardır. Türk sınırlarındaki şehirler dârü’l-cihâd ilan edilmiş, buralarda gazilerin barınması için çok sayıda ribat yaptırılmış ve bunlar için vakıflar tahsis edilmiştir. 136

Sâmânîlerin Maveraünnehir’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları bozkırlardaki yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri de Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasına katkı sağlamıştı. Oğuzların ellerinde bulunan Yenikent, Cend ve Huvâr gibi şehirler ile Sâmânî hakimiyetindeki Talas şehri arasında ticari münasebetler geliştirilmiş ve bu ticari faaliyetler de Türklerin İslâmiyet hakkında bilgi edinmelerine ve Müslümanları daha yakından tanımalarına zemin hazırlamıştır.137

İslâm ülkeleriyle Türk ülkeleri arasında ticaretin en yaygın olduğu ve yoğunluk kazandığı bölge Maveraünnehir idi. Bunun yanında Harezm de ticârî hayatın canlı olduğu bölgelerden biri idi. Ticaret kafileleriyle gelen din bilginleri ve sufiler halk arasında İslâmiyetin yayılmasına çalışıyorlardı. Harezmliler Hazar ordusundan ücretli askerlerin esasını teşkil etmekle beraber onlar Müslümanlarla yapılan savaşlarda görev almıyorlardı.

Müslümanlarla Türkler arasında iki asırdır devam eden askerî mücadeleler, siyasî ilişkiler ve ticârî faaliyetler sonunda Türkler İslâmiyet’e yakın ilgi duymaya başlamışlardı. Horasan ve Maveraünnehir’de İslâmiyet’in yayılmasında dinî-kültürel ilişkilerin ve sûfilerin de önemli rolü oldu. Ünlü mutasavvıf Şakîk-i Belhî (ö. 174/790) doğrudan Budist Türklerle görüşmüş ve onların İslâmiyeti seçmelerinde etkili olmuştur. Şakîk-i Belhî zengin bir tüccar olduğu halde fakirler gibi yaşıyor servetini yoksul insanlara dağıtıyordu. Halkı İslâm’a davet maksadıyla Belh şehrinden kalkıp Türkistan’a giden Şakik Budistler arasında İslâmiyeti yaymaya çalıştı. Yine Belh şehrinden olan Sûfi İbrahim b. Edhem (ö. 783) de aynı şekilde Budist Türkler arasında İslâm’ı yaymak için çalıştı.

Huttel’de hüküm süren eski Türk hükümdarlarından Bânîcûr ailesi de VIII. yüzyılda İslâmiyeti kabul etmişti. Bânicûr hatunlarından biri Belh’te bir cami-mescid yaptırmak için mücevherlerini satmıştır. Nuhgunbaz mescidi bu hatunun yaptırdığı cami olmalıdır. Sınır boylarında, Merv ve Belh gibi kültür merkezlerinde yaptırılan ribatlarda kalan din adamları ve gaziler de (murabıtlar) bölgede İslâmiyetin yayılmasında etkili oldular. İlk ribat 727’de Merv kadısı tarafından kurulmuştur.138 Böylece Talas ve İsficâb gibi bazı şehirlerde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmuştur.

  1. yüzyılın sonlarında Yakub b. Leys adlı İranlı bir Müslüman Kâbil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlup ederek bölgede İslâm hakimiyetini tesis etti. X. yüzyıl başlarında Kâbil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Şâhiler devletinin yıkılmasından sonra Amu Derya (Ceyhun) ile Sind arasında yaşayan Türk boyları İslâmiyeti kabul etmeye başladılar. Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleri X. yüzyılın başlarından itibaren hızlandı. Aynı dönemde Ordu şehrinin Türk hükümdarı da Müslümanlığı seçmiş, bunu takiben Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık gruplar halinde Müslüman olmuşlardır.139 Aynı dönemde Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslâmiyet’i kabul ettiler. Bunlar zamanla Gaznelilere tabi oldular. Sind ve Hindistan’a giren Türkler ise bu yörelerde devletler kurup İslâmiyeti yaymış ve XI. Yüzyıldan itibaren Türk (Turuşka) adı Müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Maveraünnehir’de IX. ve X. yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Türk aile ve beylerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Uşrûseneli Afşin (Haydar b. Kâvûs), Sacoğulları Hanedanı’nın kurucusu Ebü’s-Sâc, Semerkand ihşidleri, Soğdlu Merzüban et-Türkeşî, Uceyf b. Anbese, Buhara hükümdarları (Buhârhudâtlar), Sulu-Çor’un ahfadından İbn Hakan ailesi, Artuç b. Hakan, Feth b. Hakan, Ebû Müzahim b. Yahya b. Artuç, Ahmed b. Tolun, Fergana ihşidlerinden İhşidîlerin kurucusu Muhammed b. Tugc, Bânicûr ailesi ve Eşnâs et-Türkî, Alptekin oğlu İbrahim ve Simcûrîler.140

Bu dönemde Orta Asya’da temayüz eden âlimlerden bazıları da şunlardır: İmam Maturîdî, İmam Buharî, Tirmizî, Tarhan’ın torunu Muhammed b. Ali ve onun oğlu Abdullah, Süleyman b. Tarhan, Hakan Artuç’un soyundan Ebü’l-Müzahim Mûsâ, Farâbî, Hasan b. Tarhan’ın oğlu Tanbûrî Ali, Abdulhamid b. Vâsî.141

İlk dönemde Müslüman olan Türklerin sadece askerî sahada değil, dinî ilimlerde, felsefe, musikî vb. sahalarda da büyük hizmetleri görülmüştür. Kur’ân-ı Kerim ve diğer kitapların yazılmasında ve hattatlığının gelişmesinde, kâğıt imalatının önemli bir yeri vardır. Bu da Uygur Türklerinin Talas Savaşı’ndan sonra İslâm medeniyetine bir armağanı olarak değerlendirilmektedir.142

Türkler arasında İslâmiyeti devlet dini olarak kabul eden ilk devlet İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de mucizevî bir hidayet eseri olarak İslâm’ı kabul eden Bulgar hükümdarı (İlteber) Almuş Abbasî Halifesi Muktedir-Billah’a bir elçilik heyeti göndererek kendisine İslâm dinini tebliğ edecek din bilginleri (fakihler), cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istemiştir. Halife Muktedir de bu isteği memnuniyetle kabul edip Mart-Nisan 921 tarihinde istenen din adamları, usta ve parayı hakana göndermiştir.

Sefaret heyeti soğuğa karşı kalın Türk elbiseleri giyerek Oğuz, Peçenek ve Başkurt bölgelerinden geçerek Etil kıyılarından İlteber Almuş’un otağına vardılar. 16 Mayıs 922 tarihinde toplanan Etil (İdil) Bulgar beyleri halifenin İslâm’a davet mektubunu büyük bir hürmetle ayakta dinlediler. Yeri-göğü titreten tekbir sesleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Türkistan’da olduğu gibi burada da Müslüman olan İdil Bulgarları göçebe hayatı terkedip yerleşik hayata geçmeye başladılar. Böylece İdil Bulgarları Müslümanların kuzeybatıdaki temsilcileri oldular ve Başkurtlar gibi Batılı Türk boylarının da İslâmiyeti kabul etmesinde önemli rol oynadılar.143 Bu elçilik heyetine kâtip olarak katılan İbn Fazlan bu seferle ilgili bir seyahatname kaleme almış ve eser Türkçeye çevrilmiştir.144

İbn Fazlan’ın Seyahatname’de verdiği bilgilerden İslâmiyetin IX. yüzyıldan itibaren İdil Bulgarları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bulgar hakanının da İslâmiyeti kabul etmesiyle İdil Bulgarları arasında Müslümanlık köklü bir şekilde yayılmıştır. İdil Bulgarları arasında Müslümanlığın yayılmasında Harizmli tüccarların da çok önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.145

Hazar Türklerinin İslâmiyeti Kabulü

Hz. Ömer zamanında başlayıp Harunurreşid devrine kadar devam eden mücadele sırasında Müslümanlar zaman zaman Hazar ordularını mağlup etmişlerse de ezici bir üstünlük ve uzun süreli bir hâkimiyet tesis edememişlerdir. Bu yüzden İslâmiyetin Hazar topraklarında yayılması savaşların sona erdiği barış döneminde ve özellikle ticarî faaliyetler sırasında olmuştur.

Müslüman Araplar İran’ın fethiyle Türk sınırlarına yaklaşınca Hz. Ömer’in daha ileri gitmemelerini ve kendilerini tehlikeye atmamalarını istemesine rağmen i’lâ-yı kelimetullah (İslamiyet’i yaymak) uğruna seferlerine devam etmiş ve Bâbü’l-ebvâb’ı (Derbend) tekbir sesleriyle geçmişlerdi. Buradaki savaşlardan birinde şehid düşen cesur kumandan Abdurrahman b. Rebîa’nın cesedini bir sandukaya koyup onunla yağmur duasına çıkmışlardı. Bu seferler sonunda Belencer ve Etil’de (İdil) yaşayan halk arasında İslâmiyet yayılmış ve İdil’de bir mescid yapılmıştır.146 Mervan b. Muhammed’in 737’de Hazarların başşehri İdil’i fethinden sonra Hazar hakanı Müslüman olmuş ve Mervan ile bir antlaşma imzalamıştır. Mervan antlaşmayı müteakip bölgeden ayrılırken Nuh b. Sâbit el-Esedî ile Abdurrahman el-Havlânî (Hûlânî) adlı iki din bilginini Hazar başkentinde bırakmış ve bunlar sayesinde Hazarlar arasında İslâmiyet yayılmaya başlamıştır.147

İbn Rüste X. yüzyılda İdil’de çok sayıda mescid, imam ve müezzinden bahsetmektedir. İbn Fazlan da Hakan’ın Müslümanları himaye ettiğini ve onlara yardımcı olmak üzere hususi memurlar tayin ettiğini söyler.148

  1. yüzyıldaki Hazar hakanının Musevî olmasına rağmen diğer din mensuplarına hoş görüyle muamele ettiği ve bu dönemde İdil’de çok sayıda cami ve on bin kadar Müslümanın yaşadığı ve Müslümanların hukukî ihtilaflarına kadıların baktığı anlaşılmaktadır.149 Ancak Hazarların Rus istilasına maruz kalarak yıkılması üzerine Müslümanlar diğer İslâm ülkesine göç etmişlerdir.150

Karahanlıların, Gaznelilerin ve Selçukluların İslâmiyeti Kabulü

438

İslâmiyeti devlet dini olarak kabul eden ikinci büyük Türk devleti Karahanlılardır. İlk Büyük Müslüman Türk Devleti olarak kabul edilen Karahanlılar 893 yılında Sâmânîler karşısında mağlup olarak merkezleri olan Talas (Taraz) şehrini onlara terketmek ve Batı Türkistan ile Doğu Türkistan arasındaki bir geçide hakim olan Kaşgar’a çekilmek zorunda kalmışlardı.

Daha sonra Sâmânî Hanedanı mensupları arasında başlayan mücadele sırasında Sâmânî şehzadelerinden Nasr b. Mansûr kardeşinden kaçarak Kaşgar’a sığınmış ve Karahanlı Hükümdarı Oğulçak tarafından misafir edilmiştir. Oğulçak daha sonra Artuç ilinin idaresini ona vermiştir. Nasr Oğulçak’tan burada küçük bir mescid yapacak yer istemiş ve bu isteği de kabul edilmiştir. Oğulçak’ın yeğeni olan Satuk bir kervanın getirdiği malları görmek için Artuç’a gidince Sâmânî şehzadesi Nasr tarafından misafir edildi. Nasr ve mayetindekilerin namaz kıldıklarını gören Satuk ne yaptıklarını sordu. Onlar da kendisine İslâmiyet hakkında bilgi verdiler. Çok zeki bir genç olan Satuk Nişaburlu Ebü’l-Hasan Muhammed b. Süleyman el-Kelemâtî gibi âlim ve sûfilerin de etkisiyle artık Allah’tan başkasına tapmayacağını ve Peygamber’in yolundan gideceğini belirtip Müslüman oldu. Maiyetindekilerin de İslâm’a girmelerini istedi, böylece hepsi Müslüman oldular (920-921 veya 944­945). İbnü’l-Esîr onun rüyasında gökten inen bir insanın kendisine Türkçe olarak “Müslüman ol ki dünya ve âhirette selâmet bulasın” dediğini onun da rüyasında İslamiyet’i kabul ettiğini ve sabah olunca Müslüman olduğunu herkese açıkladığını söyler.151 Müslüman olduktan sonra Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Han başlangıçta İslâm’ı kabul ettiğini gizledi. Amcası Oğulçak Artuç’ta İslâmiyetin yayıldığını öğrenince karşı tedbir almak ihtiyacını hissetti. 330’da (942) Amcası karşısında Müslüman gönüllülerin yardımıyla başarı sağlayan Abdülkerim Satuk Buğra Han Kaşgar ve Atbaş’ı fethedip Artuç’ta bir mescid yaptırdı ve Karahanlıların batıdaki topraklarında İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Mücâhid ve gazi unvanlarıyla anılan Satuk Buğra Han gayri müslim Türklerle uzun süre mücadele etmiştir. Gayrimüslim Türkler 942’de Balasagun’u ele geçirmişler ancak Satuk Buğra Han daha sonra burayı geri almayı başarmıştır.

Satuk Buğra Han’ın İslâmiyeti kabulüyle Sâmânî-Karahanlı mücadelesi yerini dostluk ve işbirliğine bırakmıştır. Abdülkerim Satuk Buğra Han 344’te (955) vefat etmiş ve Kâşgar yakınlarındaki Artuç’ta defnedilmiştir. Onun Müslümanlığı kabulü Türk-İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Karahanlıların İslâmiyeti kabul etmesiyle Batı Türkleri arasındaki din savaşı sona ermiş, Karahanlıların İslâm’ın bir kalesi olarak yükselmesi Çin kültürüne karşı da bir sed oluşturmuştur.

Karahanlıların kurduğu Türk-İslâm medeniyeti ve oluşturduğu Türk-İslâm mefkûresi Türklüğün öz üslûbu oldu. Bu medeniyet ve mefkûre Selçuklular, Harezmşahlar ve Delhi sultanlarının idaresindeki ülkelerde de benimsendi. Karahitay ve Moğol istilası Türk-İslâm eserlerini ve âbidelerini tahrip ettiyse de Türk-İslâm mefkûresini ve ruhunu sarsamamıştır. Budizm ve Hıristiyanlığı yayma gayretleri de sonuçsuz kalmış. Türk-İslâm medeniyeti Karahitayları ve Moğolları da kendi potasında eritmiştir. 152

Karahanlı kültürüne mensup ünlü mutasavvıf Ahmed Yesevî de VI. (XII) yüzyılda tasavvuf yoluyla İslâmiyetin Türk toplumları arasında yayılmasında etkili olmuştur.153

439

Karahanlılardan sonra kurulan üçüncü büyük Müslüman Türk Devleti Gaznelilerdir (963-1186). Sâmânîlerin kumandanlarından Alptegin tarafından kurulan Gazneliler de hakim oldukları topraklarda İslâmiyeti yaymış ve özellikle Gazneli Mahmud Hindistan’a birçok sefer düzenleyerek bu bölgede İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynamıştır.

  1. yüzyılda Yenikent, Cend ve Huvar gibi şehirlerde yerleşmiş bulunan Müslümanlar Oğuzlarla iyi ilişkiler içindeydi. Oğuzlar onlardan İslâmiyet hakkında bilgi ediniyorlardı. Ayrıca çeşitli ülkelerden gelen Müslüman tacirler ve bunlarla birlikte Oğuzların hakimiyetindeki şehirlere giden derviş ve şeyhler de bu yörelerde İslâmiyetin yayılmasına gayret sarfediyorlardı.154

Bu gayretler sonucu İslâmiyet Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı ve bölük bölük insanlar İslâm’a koştular. İbnü’l-Esîr 960 yılında 200.000 çadırdan oluşan Türk halkının Müslüman olduğunu kaydeder.155 Her çadırda yaklaşık 5 kişinin kaldığını düşünürsek bir milyonu aşkın Türkün İslâmiyeti kabul ettiğini söyleyebiliriz. Bu Türklerin Karahanlıların hakimiyetindeki Karluk, Yağma ve Çigil boylarına mensup olduğu tahmin edilmektedir. Aynı dönemde Oğuzlar da İslâmiyeti kabul ettiler. Sir Derya havzası eski Türk kültürünün hakim olduğu topraklar olup burada İslâmiyet hızla yayılma imkânı buldu. 961-977 yılları arasında ilk Kur’an tercümesini gerçekleştirmek amacıyla Taşkent ve Sayram’dan alimler davet edildi.156

  1. yüzyılda Oğuz Yabgu devletinde Subaşı (ordu kumandanı) olan Selçuk Bey Oğuz Yabgusu ile aralarında çıkan ihtilaf sebebiyle Oğuzların kışlık merkezi Yenikent’ten ayrılıp Türk ülkeleriyle İslâm ülkeleri arasında bir uç şehri ve Oğuzların yazlık merkezi Cend şehrine göç etmiştir (961). Kalabalık Türk kitlesinin İslâmiyeti seçtiği bu dönemde Selçuk’un 985 yılında Cend şehrinde İslâmiyeti kabul etmesi Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü onun torunları tarafından kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu Türklerin İslâmî dönemde kurdukları en büyük devletlerden biridir.

Selçuk Bey Buhara ve Harezm’den davet ettiği din adamları vasıtasıyla Oğuzlar arasında İslâmiyet’in hızla yayılmasını sağladı ve Oğuz Yabgusu’nun Cend şehrinde yıllık vergi toplamak üzere gelen memurlarını kâfirlere haraç vermeyeceğini söyleyerek kovdu. Selçuklu hanedanından İslâmiyeti kabul eden ilk şahıs Selçuk Bey’dir. O gayri müslim Türklerle yaptığı savaşlar sebebiyle el-Melikü’l- Gazî unvanıyla anılmıştır.

Samanîlerin son hükümdarı Ebû İbrahim İsmâil el-Muntasır kaybettiği toprakları Karahanlılardan geri almak için mücadele ederken (1002) Oğuz Yabgusu’yla işbirliği yaparak ve akrabalık kurmuş ve sonunda Yabgu ve Oğuzların İslâm’ı benimsemelerine sebep olmuştur.157

Böylece XI. yüzyılın başlarında Oğuzların büyük çoğunluğu Müslüman olmuştur. Ancak Maveraünnehir’in doğusu ve kuzeyindeki bozkırlarda henüz Müslüman olmayan göçebe Türkler de vardı. (1043-44) yılında Balasagun ve Kaşgar civarında 10.000 çadırdan (yaklaşık 50-60 bin kişi) oluşan Türk halkının da Müslüman olmasıyla Türklerin çok büyük bir çoğunluğunun İslâmiyeti kabul ettiği158 söylenebilir.

Doğu Türkistan’ın kuzey ve kısmen güney çevrelerinde gelişen Maniheist medeniyet Karahanlı topraklarındaki İslâm kültürüne ilgisiz kalmıştı. Ancak Uygur ülkesinde X. yüzyılda Müslüman bir topluluğun varlığından söz edilmektedir.159 Bununla beraber Uygurlar arasında İslâmiyet XIV. yüzyıldan itibaren büyük bir hızla yayılmış ve XV. yüzyılın sonlarında Uygurların tamamı Müslüman olmuştur.160

Türkleri İslâm Dinini Kabule Sevkeden Sebepler

İslâmiyet büyük ölçüde Müslüman Arapların siyasî hakimiyet kurdukları sahalarda yayılmış olduğu halde siyasî hakimiyet tesis edilmeden İslâm’ın yayıldığı topraklar ise başta Türk ülkeleri olmak üzere Güney Doğu Asya’dır.

İslâm dini Müslümanların fethettiği topraklarda cebir ve tehdit yoluyla değil gönül hoşluğuyla yayılmıştır. Zaten insanlara baskı yaparak İslâmiyeti kabul ettirmek bizâtihi Kur’an-ı Kerîm’in ruhuna aykırıdır. Çünkü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256).

Kâinâtın ezelî ve ebedî Gök-Tanrı tarafından idare edildiğine inanan Türkler zamandan ve mekândan münezzeh, her türlü yorum ve tasavvurdan uzak ilâh fikrini İslâm’ın Allah inancında buldukları için Müslümanlığı benimsemekte zorlanmadılar.

Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebedîliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih felsefesi, cihad, adalet, hakimiyet, vatan sevgisi istiklâl aşkı ve şûra gibi çeşitli konularda İslâm dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarla Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve ilkeler arasında büyük bir uyum olması onların İslâm’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslâmiyete karşı çıkmak şöyle dursun kendi istek ve irâdeleriyle rahatlıkla benimseyip kabul etmişlerdir.

Hiç şüphesiz tarih boyunca Türklerin bir kısmı Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm ve diğer inanç sistemlerini benimsemişler ancak büyük çoğunluğu Türklerin inanç ve hayat felsefesine uygun olmadığı için bu dinlere karşı sert tepki gösterilmiş ve bu dinlerin Türkün karakterine ve ruh yapısına ters düştüğü açıkça ifade edilmiştir. Halbuki Türklerin İslâm dinine geçişleri kendi ruh ve karakterlerine uygun düştüğü için bazı tarihçilerin dediği gibi “adeta farkında olmadan” tabiî bir seyir içinde gerçekleşmiş ve asla bir tepki gösterilmemiştir. Nitekim XII. yüzyılda yaşamış olan Süryanî tarihçi Mikhail “Türk milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah’a inanmaları Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerine sebep olmuştur” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir.161

Ayrıca savaşçılığıyla temayüz etmiş olan Türk milleti İslâm’ın cihad anlayışını ve şehitlik fikrini kendi töre ve ideallerine uygun bulduğu için bu husus da onların İslâmiyeti seçmelerinde bir teşvik unsuru olmuştur.

Dinler tarihinde bu kadar kısa bir zaman zarfında bu kadar büyük kitlelerin hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi istek ve iradeleriyle başka bir dine geçtiklerine çok az rastlanmıştır. Kısacası Türkler kendi töre, inanç, ideal ve karakterleriyle bütünleşen prensiplere sahip bu mükemmel din ve medeniyet dairesine girmekte asla zorlanmadıkları gibi162 İslâm kültür ve medeniyetine her alanda önemli katkılarda bulundular. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten çok kısa bir süre sonra dini ilimler başta olmak üzere çeşitli ilim dallarında, tefekkür ve felsefe konusunda dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş bilim adamları ve mütefekkirler yetiştirdiler ve Ortaçağ İslâm kültür ve uygarlığının kurulup gelişmesinde önemli rol oynadılar.163

 

_______________________________________________________

  • Ramazan Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyât Mecmûası, XV (İstanbul 1969), s.

11-36.

  • Zeki Velidi Toğan, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul 1970, s. 142, 144, 155, 159, 166, 392-393; Ramazan Şeşen, İslâm Cografyalarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, İstanbul 1985, s. 3-4, 130; aynı müellif, “Türklerin İslâmlaşması ve Ortaçağ Arap Dünyasındaki Rolü”, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, içinde (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1985, s. 188-191; Câhiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri (trc. Ramazan Şeşen), Ankara 1967, s. 85.
  • Bu konuda geniş bilgi için bk. Ramazan Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyât Mecmûası XV (İstanbul 1969), s. 15-29; Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar, İstanbul ts.
  • Ebû Davûd, Sünen (nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire 1956, IV, 159, Krş. Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 192; aynı müellif, “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyât Mecmuası XV (İstanbul 1969), s. 18.; Kitapçı, age. S. 102-103.
  • Buhârî, el-Camiu’s-Sahih, Mekke 1376, IV, 34-35, 156, aynı eser, Bulak 1311, IV, 43, 144, 196-197; Müslim, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul 1332, VIII, 184; Ebû Davûd, age., IV, 160; Krş. Şeşen, age., s. 193-194; Kitapçı, age., s. 87.
  • Ebû Davûd, Sünen, Kahire 1280, II, 137; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahire 1313, V, s. 45. Krş. Şeşen, agm., s. 192; Kitapçı, age., s. 263 vd.
  • Bu konuda geniş bilgi için bk. Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı, İstanbul ts.; Ramazan Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyât Mecmûası, XV, (İstanbul 1969), s. 15-29.
  • Taberî, Tarîhu’r-rusul ve’l-mülûk (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1879-1898, I, 1468, II, 568.
  • Müslim, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul 1332, II, 171-172, Krş. Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, s. 15.
  • Taberî, Tarih, IV, 168.

 

  • Taberî, age., IV, 168; Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı, Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar, İstanbul ts., s. 132-134.
  • Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1976, s. 7-8; Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 195.
  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 194.
  • Mustafa Fayda, “Hulefâ-yı râşidîn”, DİA, XVIII, 328.
  • Taberî, age., I, 1263-1267, 2805-2806, 2880-2893; Şeşen, “Türkler’in İslâmlaşması.”, s. 196; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 8-9; Michael Kimosko, “Araplar ve Hazarlar”, Türkiyat Mecmûası,
  • (İstanbul 1935), 133 vd.; D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, New York 1967, s. 50­52.
  • Ali İpek, İlk İslâmî Dönemde Azerbaycan, (632-750), (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1998, s. 50-58.
  • Belâzurî, Fütûhu’l-büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1860, s. 432 vd.; Yakûbî, Tarih (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1892, II, 258; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târih (nşr. C. J. Tornberg), Beyrut 1965, III, 436, 437, 446, Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1976, s. 10.
  • Taberî, Târih, II, 84, İbnü’-Esîr, el-Kâmil, III, 455, H. A. R. Gibb, Orta Asya’da Arap Fütühatı (trc. M. Hakkı), İstanbul 1930, s. 15, Yıldız, İslamiyet ve Türkler, s. 10; Osman Aydınlı, Fethinden Sâmânîler’in Yıkılışına Kadar (93-389/711-999), Semerkand Tarihi, (basılmamış doktora tezi), İstanbul 2001, s. 163.
  • Yakubî, Tarih, II, 258; Taberî, Tarih, II, 84, 155; İbnü’l-Esîr, III, 489, Gibb, Orta Asya., s. 15; Ramazan Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması ve Ortaçağ Arap Dünyasındaki Rolü”, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, içinde (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, s. 196; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s.
  • 11; Aydınlı, Semerkand Tarihi, s. 163.
  • Taberî, II, 169.
  • Belâzurî, s. 410; Taberî, II, 168-170; Gibb, s. 16; Yıldız, s. 11-12; Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri (trc. Ramazan Şeşen), Ankara 1967, s. 28; Aydınlı, s. 165.
  • Belâzurî, s. 410-411; Taberî, II, 169, 179; Gibb, s. 16 vd.; Aydınlı, s. 166-167.
  • Belâzurî, s. 413, Taberî, II, 392 vd.; Gibb, s. 19; Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 197; Aydınlı, s. 17.
  • Belâzurî, s. 414; Taberî, II, 493; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 12-13.

443

  • Taberî, II, 1153; Gibb, s. 22; Julius Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s. 184 vd.; Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 197-198; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s.

12-13.

  • Taberî, Tarih, I, 2683-85, II, 832; Emel Esin, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978, s. 147.
  • Gibb, s. 23 vd.; Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s. 204.
  • Akdes Nimet Kurat, “Kutayba b. Müslim’in Harezm ve Semerkand’ı Zaptı”, Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Dergisi, VI, (Ankara 1948), sy. 5, s. 388 vd.; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 14.
29 Wellhausen, s. 205; Yıldız, age., s. 14.
30 Taberî, Tarih, II, 1184 vd.; Gibb, s. 28; Akdes Nimet Kurat, “Kutayba b. Müslim.”, s. 393.
31 Taberî, I, 1186-1189; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 528-529; Aydınlı, s. 182.
32 Taberî, I, 1201; Gibb, s. 30; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 15.
33 Taberî, I, 1201-1203; Aydınlı, s. 185-186.
34 Taberî, I, 1201-1203; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 542-543; Gibb, s. 31; Aydınlı, s. 185-186.
35 Taberî, I, 1201; Yıldız, s. 15; Aydınlı, s. 186.
36 Taberî, I, 1290; Kurat, agm., s. 394; Yıldız, s. 16; Aydınlı, s. 187-188.
37 Taberî, I, 1204 vd.; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 16.
38 Taberî, I, 1227; Gibb, s. 33 vd.; Yıldız, age., s. 16-17.
39 Belâzur’ , s. 400; Taberî, II, 1335; Gibb, s. 36; Yıldız, s. 17.
40 Belazur’ , s. 421; Taberî, II, 1236-1240; Gibb, s. 37 vd.; Yıldız, s. 17; Aydınlı, s. 191-192.
41 Akdes, ‘ Kutayba b. Müslim.. ”, s. 394; Yıldız, age., s. 18.
42 Belazurî, s. 421; Taberî, II, 1242.
43

200-209.

Yakubî, Tarih, II, 287; Taberî, age., II, 1245; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 573; Aydınlı, age., s
44 Taberî, II, 1256-1257; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 581; Wellhausen, age., s. 207; Aydınlı
age., s. 210-212.

 

  • Taberî, II, 1275-1279; Aydınlı, s. 211-212.
  • Belazurî, s. 422; Taberî, II, 1256; Gibb, s. 41 vd.; Yıldız, s. 19.
  • Yıldız, s. 19.
  • Bernard Lewis, Tarihte Araplar (trc. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1976, s. 89; Aydınlı, age., s. 180-181.
  • Gibb, s. 25-26; Aydınlı, s. 181.
  • Taberî, II, 1317; Wellhausen, s. 212.
  • Taberî, II, 1421; Gibb, s. 51 vd.
  • Taberî, II, 1439; Gibb, s. 52 vd.; Wellhausen, s. 214 vd.
  • Belâzurî, s. 428; Taberî, II, 1462 vd.; Gibb, s. 54; Yıldız, s. 21.
  • Taberî, II, 1492 vd.; Gibb, s. 56 vd.; Yıldız, s. 22.
  • Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân (nşr. Ferid el-Cündî), Beyrut 1410/1990, II, 28; Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, s. 35-36; Şeşen, İslâm Coğrafyalarına Göre Türkler.”, s. 7; Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, İstanbul 1988, s. 92 vd.
  • Taberî, II, 1200; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 540.
  • Taberî, II, 1217; İbnü’l-Esîr, age., IV, 555; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 25.
  • İbn Tagriberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, Kahire 1348, I, 229.
  • Yıldız, age., s. 25.
  • Taberî, II, 1346; İbnü’l-Esîr, V, 43; Yıldız, age., s. 26.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 110, Krş; Yıldız, s. 26.
  • Yıldız, age., s. 27.
  • Taberî, II, 1462; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 125.
  • Yıldız, age., s. 27-28.
  • İbnü’l-Esîr, V, 141; Yıldız, age., s. 29.
  • Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 29.
67 İbnü’l-Esîr, V, 158; D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazar, New York 1967, s.
60-76; Şeşen, “Türklerin İslamlaşması.”, s. 201; Yıldız, s. 29.
68 Taberî, II, 1530; İbnü’l-Esîr, V, 159; Yıldız, age., s 30.
69 Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 30.
70 Taberî, II, 1531; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 162.
71 Taberî, II, 1560; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 173; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 30.
72 Belazurî, Fütûhu’l-büldân, s. 207; Taberî, II, 1562; İbnü’l-Esîr, V, 177-178.
73 Belâzurî, s. 207; İbnü’l-Esîr, V. 178.
74 Ramazan Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 201-202, aynı müellif, İslâm
Coğrafyacılarına Göre Türkler., s. 7; Yıldız, İslâmiyet., s. 32.
75 Yakubî, Tarih, II, 301-302; Taberî, II, 1350-1352; İbnü’l-Esîr, V, 48-49; Aydınlı, s. 215.
76 Taberî, Tarih, II, 1364.
77 Taberî, II, 1354-1355; Zekeriya Kitapçı, “Orta Asya Fetihlerinin Sosyal ve Dinî Karakteri”,
Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sy., 33 (İstanbul 1984), s. 141-169; Aydınlı, s. 216.
78 Taberî, II, 1364-1365; İbnü’l-Esîr, V, 60-61; Gibb, s. 47-48; Kitapçı, “Orta Asya Fetihlerinin
Sosyal.”, s. 161.
79 Gibb, s. 51; Aydınlı, s. 220-221.
80 Taberî, II, 1532 vd.; Gibb, 57 vd.; Yıldız, s. 22.
81 Belazurî, s. 429; Taberî, II, 1529.
82 Taberî, Tarih, II, 1532-1559; Gibb, 61 vd.
83 Belazurî, s. 429; Taberî, II, 2688 vd.; Gibb, s. 73; Yıldız, s. 23-24.
84 Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 32-33.
85 Yıldız, age., s. 34-38; aynı müellif, “Talas Savaşı Hakkında Bazı Düşünceler”, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, İstanbul 1973, s. 71-82; Esin, age.,

 

86 Belâzuri, s. 210; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 39.

 

  • Yakubî, II, 446; Taberî,; III, 318; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 40-41.
  • Yakubî, Tarih, II, 518; Taberî, III, 648; Yıldız, age., 41-42.
  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 203; aynı müellif, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler, s. 7; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 42.
  • Emevîler devriyle Abbâsîler’in ilk döneminde Horasan tabiri Ceyhun (Amu Derya) nehrinin batısındaki topraklar yanında Sistan (Sicistan), Harezm ve Ceyhun’un ötesinde Taraz’a (Talas) kadar uzanan Maveraünnehir toprakları da içine alırdı. Horasan Türkleri ifadesinden de daha çok Harezm, Maveraünnehir, Sistan ve Afganistan’da yaşayan Türkler anlaşılmaktadır (Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması”, s. 204-205.
  • N. Frye-Aydın Sayılı, “Selçuklulardan Evvel Ortaşarkta Türkler”, Belleten, X, (Ankara 1946), sy. 37, s. 97-131.
  • Taberî, III, 47; İbnü’l-Esîr, V, 419; Yıldız, age., s. 53.
  • Taberî, III, 84; Yıldız, age., s. 53-54.
  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 205-206; Yıldız, age., s. 56.
  • Cahiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, (trc. Ramazan Şeşen), Ankara 1967, s. 29.
  • İbnü’l-Esîr, VI, 19.
  • Belâzurî, s. 323; Câhiz, age., s. 29; Guy Le Strange, The Lands of Eastern Caliphate, Cambridge 1905, s. 219 vd.; Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 207; Yıldız, age., s. 56.
  • Taberî, III, 560-563.
  • Yakubî, Tarih, II, 165.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 178; Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler, s. 8-9.
  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 207.
  • Belazurî, s. 169; Taberî, III, 604; Yıldız, s. 59.
  • Belazurî, s. 171.
  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması”, s. 208.

 

  • Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması.”, s. 208; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 61.
  • Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler, s. 105; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 66.
  • İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1967, s. 39; Yıldız, age., s. 67.
  • İbn Hurdâzbih, s. 39.
  • Yıldız, age., s. 69.
  • Taberî, III, 1103; Yıldız, age., s. 69.
  • Yakubî, II, 575; Taberî, III, 1164.
  • Taberî, II, 170; Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, s. 45.
  • İbnü’l-Esîr, III, 516 vd.
  • Belazurî, s. 376; Yıldız, s. 46.
  • Yıldız, age., s. 46-47.
  • Taberî, III, 1508; Yıldız, age., s. 139.
  • Yıldız, age., s. 140 vd.
  • Yakubî, Tarih, II, 575.
  • İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara 1977, s. 248 vd., aynı müellif, Eski Türk Dini, Ankara 1980.
  • Emel Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987, s. 288-289.
  • Nerşahî, Tarih-i Buharâ (nşr. C. Schefer), Paris 1892, s. 49-50.
  • Taberî, II, 1250; Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi (Hicret Özel Sayısı), Ankara 1981, s. 290.
  • Nerşahî, s. 47; Yıldız, a.g.m., Diyânet Dergisi, s. 290.
  • Taberî, II, 1575-1581; 1888-1920, 1935; Esin, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 147-148.
  • Taberî, II, 1590; Esin, age., s. 148.
  • Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, s. 289-290.
  • Esin, İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 146-147.
  • Taberî, II, 1506.
  • Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, s. 291.
  • Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, s. 291.
  • Cahiz, age., s. 86 vd.
  • Yakubî, Tarih II, 397 vd.; Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, s. 293.
  • Yıldız, agm., Diyanet Dergisi, s. 294.
  • Yıldız, agm., Diyanet Dergisi, s. 294.
  • İbn Havkal, Sûretü’l-arz, (nşr J. H Kramers), Leiden 1967, s. 510 vd.; Makdisî, Ahsenü’t- tekâsim (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1967, s. 271.
  • Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Ankara 1975, s. 7-9; Yıldız, agm., Diyanet Dergisi, s. 295.
  • Esin, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 151.
  • Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara 1967, s. 49 vd.
  • Esin, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 149, 160-161.
  • Esin, “Türkler’in İslâmiyete Girişi”, s. 292-293.
  • Esin agm., s. 294-295.
  • Esin, agm., s. 161-162.
  • İbn Fazlan, Seyahatnâme (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1975, 1995.
  • Akdes Nimet Kurat, “Bulgar”, İA, II, 787 vd.
  • Esin, İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 144.
  • Geniş bilgi için bk. Zeki Velidi Togan, “Hazarlar”, İA, V/1, 397-408; Meryem Gürbüz, Hazar Müslüman İlişkileri, (yayımlanmamış yüksek lisans tezi), İstanbul 1998).
  • İbn Rüste, s. 130 vd. İbn Fazlan, Seyahatnâme (trc. Ramazan Şeşen), s. 76.
  • İbn Havkal, Sûretü’l-arz, s. 389, 393; Makdisî, Ahsenü’t-tekâsim, s. 360.
  • Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, s. 298.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih, XI, 82.
  • Esin, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi, s. 175-176; Yıldız, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, s. 298-299.
  • Esin, agm., s. 176-189; Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA. II s. 159-161.
  • Sümer, Oğuzlar, s. 50.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VIII, 532.
  • Esin, agm., s. 291.
  • Sümer, age., s. 50.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kamil, IX, 520; İbnü’l-İbri, Abü’l-Farac Tarihi (trc. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1945, I, 261; Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Kuruluş Devri, Ankara 1979, I, 14-17, 36-38; Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, s. 42-45.
  • İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (nşr. Mustafa Muhammed), Mısır 1348, s. 486; Esin, agm., s. 304.
  • Esin, agm., s. 304.
  • Süryanî Mikhail, Chranique (trc. Chabat), Paris 1890-1910, III, 156.
  • Bu konuda geniş bilgi için bk. İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu? Konya 1978; Mualla Uydu, Türk-İslam Bütünleşmesi, İstanbul 1995. Bu konuda geniş bilgi için bk. Bursalı Mehmet Tahir, Türkler’in Ulum ve Fünuna Hizmetleri.
  • İstanbul 1996; Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Ankara 1985; Yusuf Ziya Kavakçı, XI. ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mavara al-Nahr İslam Hukukçuları, Ankara 1976

KAYNAKÇA:

Akbulut, Dursun Ali, Arap Fütûhatına Kadar Maveraünnehir ve Horasan’da Türkler, (basılmamış doktora tezi), Erzurum 1984.

Aydınlı, Osman, Fethinden Sâmânîlerin Yıkılışına Kadar (93-389/711-999) Semerkand Tarihi, (basılmamış doktora tezi), İstanbul 2001.

Azami, Mustafa, “Buharî”, DİA, VI, 368-372.

Barthold, V. V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1975.

Barthold, W., “Maveraünnehirirr”, İA, VII, 408-409; “Soğd”, İA, X, 736-37.

Belâzurî, Fütûhu’l-büldân (nşr. M. J. de Goeje), Frankfurt 1992.

Bursalı Mehmet Tahir, Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri, İstanbul 1996.

Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri (trc. Ramazan Şeşen), Ankara

1967.

Danişmend, İsmail Hami, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu?, Konya 1978.

Dunlop, D. M., The History of the Jewish Khazars, New York 1967.

Esin, Emel, “Sûlîler İslâm ile karşılaşan ilk Türkler”, İslâm Tedkikleri Enstitüsü Dergisi, VII (İstanbul 1979), sy. 3-4.

Esin, Emel, İslâmiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978.

Esin, Emel, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987, I, 287-320.

Faruk, Sümer, Oğuzlar, Ankara 1967.

Frye, N. Richard-Sayılı, Aydın, “Selçuklulardan Evvel Ortaşarkta Türkler”, Belleten, X, (Ankara 1946), sy. 37, 97-131.

Grousset, Rene, Bozkır İmparatorluğu Tarihi (trc. M. R. Uzmen), İstanbul 1980.

Günaltay, Şemseddin, “Selçuklular’ın Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Ekonomik ve Sosyal Durumu”, Belleten, XXV, (Ankara 1943), s. 59-99.

Gürbüz, Meryem, Hazar Müslüman İlişkileri, (yayımlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul 1998.

Hodgson, Marshall G. S., İslâm’ın Serüveni (trc. Alp Eker ve dğr), I-III, İstanbul 1995.

Hudûdü’l-âlem (nşr. Menuçehr Sütûde), Tahran 1340.

Işıltan, Fikret, “Me’mûn”, İA., VII, 693-700.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih (nşr. Tornberg), Beyrut 1965.

İbn Fazlan, Seyahatnâme (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995.

Ibn Havkal, Sûretü’l-arz (nşr. J. H. Kramers), Leiden 1967.

 

İbn Hurdazbih, el-Mesâlik ve’l-memâlik (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1967.

İpek, Ali, İlk İslâmî Dönemde Azerbaycan (632-750), (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1998. Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977.

Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Ankara 1980.

Kavakçı, Yusuf Ziya, XI. ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mavara al-Nahr İslâm Hukukçuları, Ankara 1976.

Kimosko, Michael, “Araplar ve Hazarlar” (trc. Cemal Köprülü), Türkiyat Mecmuası III, İstanbul

1935.

Kitapçı, Zekeriya, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, Konya 1995.

Kitapçı, Zekeriya, Yeni İslam Tarihi ve Türkistan, İstanbul 1986.

Kitapçı, Zekeriya, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya 1994.

Kitapçı, Zekeriya, Arapların Türkistan’a Girişi, İstanbul 2000.

Kitapçı, Zekeriya, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, İstanbul 1986.

Kitapçı, Zekeriya, “İslâmiyet’in Beşiği Semerkand ve Havalisinde İlk Yayılışı”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sy. 25 (İstanbul 1983), s. 109-135.

Kitapçı, Zekeriya, “Orta Asya Arap Fetihlerinin Sosyal ve Dinî Karakteri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sy. 33 (İstanbul 1984), s. 141-169.

Kitapçı, Zekeriya, Türkistan’da Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, İstanbul 1988.

Kitapçı, Zekeriya, Türkistan’da İslâmiyet ve Türkler, Konya 1988.

Kitapçı, Zekeriya, Ortadoğu’da Türk Askerî Varlığının İlk Zuhuru, İstanbul 1987.

Kitapçı, Zekeriya, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı, Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar, İstanbul ts genişletilmiş ikinci baskı.

Kitapçı, Zekeriya, “Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında İslâmiyet: İlk Müslüman Türk Hükümdarları”, Belleten 201 (Ankara 1987), s. 1139-1207.

Kurat, Akdes Nimet, “Kuteybe b. Müslim’in Hwârizm ve Semerkand’ı Zaptı”, A. Ü. Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi, VI (Ankara 1948), sy 5, s. 385-415.

Lewis, Bernard, Tarihte Araplar (trc. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1979.

452

Macdonald, D. B., “Maturîdî”, İA, VII, 404-406.

Makdisî, Ahsenü’t-tekâsim (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1967.

Mantran, Robert, İslâm’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar), (trc. İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981. Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi Kuruluş Devri, Ankara 1979.

Merçil, Erdoğan, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993.

Michel le Syrien, Chronique (nşr. ve trc. Chabot), Paris 1890-1910, III.

Müneccimbaşı, Cami‘u’d-düvel Selçuklular Tarihi I, Horasan, Irak, Kirman ve Suriye Selçukluları (nşr. ve trc. Ali Öngül), İstanbul 2000.

Nerşahî, Tarih-i Buhara (nşr. C. Schefer), Paris 1892.

Omelyan, Pritsak, “Karahanlılar”, İA, VI.

İzgi, Özkan, “Orta Asya’nın Türkleşmesi”, Tarih Enstitüsü Dergisi, XII, (İstanbul 1981-82), s. 627-640.

Roux, Jean Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini (trc. Aykut Kazancıgil), İstanbul 1994.

Sayılı, Aydın, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Rolü, Ankara 1985.

Strange, Guy Le, The Lands of Eastern Caliphate, Cambridge 1905.

Şeşen, Ramazan, “Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyat Mecmuası, XV, (İstanbul 1969).

Şeşen, Ramazan, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985.

Şeşen, Ramazan, “Türklerin İslâmlaşması ve Ortaçağ Arap Dünyasındaki Rolü”, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, içinde (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, s. 188-241.

Tanyu, Hikmet, İslâmlıktan Önce Türkler’de Tek Tanrı İnancı, Ankara 1980.

Tanyu, Hikmet, Türkler’in Dinî Tarihçesi, İstanbul 1978.

Taşağıl, Ahmet, “Hazarlar”, DİA.

Togan, Zeki Velidî, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul 1970.

Togan, Zeki Velidî, “İbnü’l-Fakih’in Türkler’e Ait Haberleri”, Belleten XII (Ankara 1948), sy 45. Uydu, Muallâ, Türk-İslâm Bütünleşmesi, İstanbul 1995.

Wellhausen, J., Arap Devleti ve Sukutu, (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963.

Wellhausen, J., İslâm’ın En Eski Tarihine Giriş, (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1960.

Yakubî, Tarih, (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1883.

Yakubî, Kitâbü’l-Büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1892.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbâsîler Devrinde Türk Kumandanları I, Boğa el-Kebîr et-Türkî”, Türk Kültürü Araştırmaları, II (1965), s. 195-203.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbâsîler Devrinde Türk Kumandanları II, İnak et-Türkî”, Tarih Enstitüsü Dergisi II, (1971), s. 51-58.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Abbâsîler Devrinde Türk Kumandanları, el-Afşin Haydar b. Kâvûs”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sy. 4-5 (İstanbul 1974), s. 1-22.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Mu’tasım’ın Halife Olmasında Türkler’in Rolü”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı Armağanı, Ankara 1975, s. 19-29.

Yıldız, Hakkı Dursun, “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi, Hicret özel sayısı. Ankara 1981.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Türklerin İslâm’a Hizmetleri”, Kubbealtı Akademi Mecmûası, XI, (İstanbul 1982), sy. 4, s. 9-23.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Cerrah b. Abdullah” DİA.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Talas Savaşı Hakkında Bazı Düşünceler” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, İstanbul 1973, s. 71-82.

Yıldız, Hakkı Dursun, “Türklerin İslâm Devleti Hizmetine Girmeleri”, Millî Kültür, I (Ankara 1977), sy 3, s. 32-38.

Yıldız, Hakkı Dursun, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1976.