Doç. Dr. Saffet SARIKAYA: Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mezheplerin ve Tarikatlar

Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mezheplerin ve Tarikatların Yeri

Doç. Dr. Saffet Sarıkaya

[TÜRKLER; V. Cild, s.498-508]

Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Giriş

Türk-Arap münasebetleri dolaylı da olsa İslâmiyet’in ortaya çıkmasından önce mevcuttu. Hz. Muhammed’in Türklerin varlığından haberdar olduğu bilinmektedir.1 O’nun Türkler hakkında söylediği iddia edilen sözlerinin doğruluğu ne kadar tartışmalı olursa olsun, Hicri I. asırdaki Müslümanların Türkler hakkındaki kanaatlerini yansıtması bakımından tarihi bir değere sahiptir.2 Arapların Türklerle Hz. Ömer devrinde başlayan teması3 sonraki yıllarda artarak devam etmiştir. Emevîler döneminde Türk-Arap ilişkileri genellikle askerî mücadelelerle geçmiş; Emevî hanedan ve valilerinin, cizye ve harac yoluyla elde edilen vergi geliri tamahı4 yüzünden Mâverâünnehir’de İslâm’ın yayılması hemen hemen yok denecek seviyede kalmış, çeşitli zorlama ve teşvik sonuç vermemiştir.

Talas Savaşı’nın (751) hemen sonrasında Abbâsîlerin doğuda takip ettikleri politikaların sonucu Türkler Araplarla daha yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bu ilişkiler öncelikle askerî gayelere matuf olarak yapılmış, Türklerin savaşçı özelliklerinden istifade edilmiştir.5 Mu’tasım’ın (833-842) kendisi için Türklerden özel bir ordu teşkil etmesi bunun açık bir tezahürüdür. Emevîlerin aksine Türklerle ilişkilerin dostane bir tarzda yürümesi, ticarî faaliyetlerin doğrudan başlayarak giderek artması ve gezgin dervişlerin faaliyetleri, Türkistan’da İslâm’a olan ilgiyi artırmıştır.

Bununla birlikte İslâm, Türkler arasında ancak Sâmânîlerin (892-1005) gayretiyle IX-X. asırlarda Sîr Derya ötesine, doğuya doğru yayılmış ve Balasagun’a kadar dayanmıştır.6 Aynı dönemde Harzemliler vasıtasıyla ve doğrudan Kafkasya üzerinden Araplarla ticarî ilişkiler kuran İtil Bulgar Hanlığı, Müslümanlığı kabul eden ilk Türk devleti olarak kabul edilir.7 Karahanlıların Türkistan’da Satuk Buğra Han’ın önderliğinde bir Müslüman Türk devleti kurmaları, İslâmiyet’in geniş Türk kitleleri tarafından kabulünü kolaylaştırmış;8 Türkler X. asrın ikinci çeyreğinden itibaren kitleler halinde İslâm’ı benimsemeye başlamışlardır.9 İslâm, Maverâünnehir ve Horasan’da görülen ve daha sonra Anadolu’ya da göçecek olan Oğuz boyları arasında, X. asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamıştır. F. Sümer, Gerdîzî’ye atfen “Oğuzlar arasında İslâmiyetin ancak XI. asırda hakim bir din haline gelebildiğini” ifade etmektedir.10 İbnü’l-Esîr de 1043 olaylarında Müslüman olan yirmi bin çadır göçebe Türden bahsederken sadece Tatar ve Hıtayların İslâm’ı kabul etmeyen Türk zümreleri olarak Çin’de oturduklarını haber verir.11 Türklerin İslâmlaşmasına paralel olarak Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar gibi Müslüman Türk devletleri birbirini müteakip kurulmuştur.

Mâverâünnehir, Batı Türkistan ve Volga havzasındaki bu İslâmlaşma hareketi, Doğu Türkistan’a pek ulaşamamıştır. Bölgede hakim olan Uygur Türkleri VIII. asırdan beri gelişmekte olan Mani ve Burkan dinleri tesirinde kalmışlardır. Onların İslâmiyet ile karşılaşmaları ancak Moğol istilasını müteakip olmuştur. Moğollar Budist Uygur “bahsı”larının tesirlerinde kalmışlar ve bu tesirler İslâm

 

kültürüne de sirayet etmiştir. Tuğluk Temür’ün 1353’te İslâm’ı seçmesi Uygurların İslâmlaşmasını hızlandırmış ve bu süreç IX/XV. asır boyunca devam etmiştir.12

Türklerin İslâmlaşması yerleşik kültür, göçebe ve yarı göçebe kültür grupları arasında nispeten farklı diyebileceğimiz boyutlarda gelişmiştir. Esasen bu yayılma süreci sosyolojik yatay farklılaşma normlarıyla örtüşür.13 Merkezi teşkil eden şehir, kasaba vb. yerleşim birimlerinde devletin himayesinde ve eğitim geleneğine bağlı olarak Kitâbî din anlayışına paralel bir İslâmlaşma yaşanmış; çevrede, yarı-göçebe ve göçebe zümreler arasında ise Kitâbî dinden farklı “popüler İslâm” şeklinde ifade edilebilecek bir Müslümanlık yayılmıştır. Bu durum büyük ölçüde kendilerini dine hizmete adayan gezgin dervişler vasıtasıyla vuku bulması nedeniyle zamanla dinî hayat, tarikatlar şeklinde kurumlaşan tasavvufî düşünceyle bütünleşen bir yapılanma arz etmiştir. Ancak iki çizginin de birbirine paralel geliştiklerini, temelde aynı inanç kalıplarına ve motiflerine sahip olduklarını söylemek mümkündür. Zira bu gruplar, dinin ve devletin bekâsı için birlikte mücadele etmekten geri durmamışlardır.

Türklerin Müslüman olmaları VIII. asırlarda başlamakla birlikte, geniş kitleler halinde X. asrın ikinci yarısında İslâmiyet kabul edilmiş ve özellikle göçebe zümreler arasında İslâmlaşma süreci XV. asra kadar devam etmiştir. Bu süreçte İslâm dünyasında kendini gösteren Sünnîlik, Şîîlik ve tasavvufî akımlar Türklerin de İslâmlaşmasında etkin olmuştur.14 Bu nedenle konu, bu üç akım çerçevesinde şekillendirilecektir. İlk olarak, Horasan ve Mâverâünnehir coğrafyasında önemli bir güce sahip olan, zamanla Türklerin millî mezhepleri haline gelen Hanefî-Mâtüridî ekolü geniş bir muhtevayla ele alınacak; bununla birlikte Sünnîliğin dışında görülen Kerrâmî ve Mu’tezîlî hareketlere de işaret edilecektir. İslâm aleminde Sünnîliğin yanında Şîîliğin de Türkler arasındaki etkinliği üzerinde durulacaktır. Nihayet Ahmed Yesevî’nin şahsında simgeleşen Türk tasavvuf geleneğinin İslâmlaşma sürecindeki rolü ve Anadolu’ya uzayan boyutları tespite çalışılacaktır.

Hanefî-Mâtürîdî Ekolü

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (767) Kûfe’nin kültürel yapısı içinde rasyonel,

hürriyetçi bir zihniyetle yetişmiş ve görüşlerini de aynı doğrultuda ortaya koymuştur. O, fıkhî ve itikadî

görüşleriyle yaşadığı dönemde ehl-i re’y’in önemli bir temsilcisi olmuştur. İman açısından bütün

inananları eşit kabul ederek mevâlî arasında taraftar bulan Ebû Hanife, insanın, kendi iradesiyle

yaptığı fiillerinde hür olduğunu, dolayısıyla davranışlarından sorumlu olduğunu ifade ederek resmî

otoriteyle ters düşmüştür. Bununla birlikte Horasan destekli olarak iktidara gelen Abbâsîler onun

talebesi Ebû Yusuf’u Kâdı’l-Kudâtlık görevine getirmişler, böylece Hanefîlik, amelî mezhep olarak ülke

genelinde yayılma imkanı bulmuştur. Bununla birlikte Horasan ve Maverâünnehir’de Ebû Hanife’nin

fıkhî görüşlerinin yanında itikadî görüşleri de gündelik politikadan uzak duran ve sınır boylarında cihat

ve irşad faaliyetlerine iştirak eden Mürcie tarafından temsil edilmiştir. 15 İman-amel ayrımından

hareketle Müslüman olduğunu söyleyen herkesi Mü’min kabul eden ve diğer Müslümanlarla eşit gören

Mürciî anlayış, VIII. asrın başlarından beri bölgede kabul görmüş; 16 giderek gelişip IX. asrın

başlarında Mâtürîdî’nin şahsında sistematik bir düşünce ekolüne dönüşmüş17 ve Ehl-i Sünnet’in ikinci

942

büyük kolunu teşkil etmiştir. Nitekim Ebu’l-Leys es-Semerkandî (983) Sünnîlik için ilk defa Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat terimini kullanarak bunu açıkça ifade etmiştir. 18

Horasan ve Maverâünnehir coğrafyası Sâmânîler zamanında (892-999) hemen her yöne ulaşan ticarî hayatı, yükselen ekonomik seviyesi, kültür ve medeniyet hayatının inkişafı ile altın çağını yaşamış; 19 Türklerle ticarî münasebet kuran tüccarlar, İslâm’ın Türkler arasında en ücra yerlere kadar ulaşmasına vesile olmuşlardır.20 Müslüman olan bu Türkler, hem ülke sınırlarının korunması, hem de kendi ırkdaşlarına örnek olma işlevini üstlenmişlerdir. Öte yandan Sâmânîlerin, Huttal ve Buhara’daki Budist viharalarından mülhem olarak oluşturdukları ilk medreselerde,21 ülke genelinde yaptırdıkları cihat faaliyetleri yanında medrese işlevine de sahip ribatlarda22 ilmî faaliyetler ciddî boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki IX. asrın başlarında bölgedeki Sünnî âlimlerin sayısı dört yüze ulaşmaktaydı.23

Bu ilmî faaliyetlere bazı dervişlerin ferdî irşad faaliyetleri eklenmiştir. Dünya nimetlerinden uzaklaşmış, kendilerini İslâm’ı yayma görevine adayan bu dervişler uzak coğrafyalarda serbestçe dolaşarak dinî tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Sonraki dönemlerde Ahmed Yesevî’nin şahsında tarikat halinde sistemleşen bu tasavvuf geleneğinin bölgedeki ilk mümessilleri, İbrahim Ethem (771) ve Şakîk Belhî’dir.24 (811-2)

Sâmânîler Sünnîliği benimsemişler, resmî atamalarda Hanefî ulemaya öncelik tanımışlar; dinî siyasetleri gereği bu mezhebin dışında kalan mezheplerle mücadele yolunu tutmuşlardır. Türkler böyle bir ortamda karşılaştıkları Sünnîliğe, samimiyetle tâbi olup, Ehl-i Sünnet yolunda büyük bir gayretkeşlik içinde kendilerini halifenin yeni koruyucuları olarak sayıp İslâm’ı iç ve dış tehlikelere karşı desteklemek ve savunmakla sorumlu sayan bir mefkureye sahiptiler.25 Nitekim, rivâyete göre Emîr İsmail b. Ahmed (892-907), bölgedeki âlimleri toplayarak, sapık fikirlerin yayılma tehlikesine karşı Sünnî inancın yorumlanmasını istemiş; bu görevi üstlenen İshak b. Muhammed el-Hakim es- Semerkandî’nin (953) yazdığı “Sevâdü’l-‘Azâm” Sünnîliğin amentüsü ve ilmihali olarak resmî kabul görmüştür.26 Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî (944),

Irak’taki Eş’arî ekolünden farklı olarak muhafazakar kelamcıların formalizmiyle Mutezîle’nin rasyonalizmini uzlaştıran, Ebû Hanife’nin eserlerinde ortaya koyduğu inanç esaslarını sistemleştiren bir mezhep oluşturmuştur.27 Y. Ziya Yörükân’ın Türk Sünnîliği28 diye ifade ettiği Mâtürîdîliğin görüşlerini ana hatlarıyla belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz.

İmâmu’l-Hudâ Mâtürîdî Hanefî âlimlerinden aldığı inançları, aynı doğrultuda geliştirerek29 Ebu’l- Hasen el-Eş’arîye göre daha doyurucu, makul ve anlaşılır bir inanç sistemi ortaya koymuştur. O, inançların oluşumu ve delillendirilmesinde naklin yanında akla da değer vermiş;30 aklı kullanmanın gerekliliğini vurgulamış, aklı kullanmaktan vazgeçmeyi şeytânî vesvese olarak nitelendirmiştir.31 Zira, aklını kullanan insan, inançlarının bilincinde ve farkındadır. Nitekim el-Mâtürîdî, kişinin inançlarının tahkîki olması gerektiğini belirterek, taklidi reddeder.32 Görüşlerini Kur’an merkezli olarak ortaya koyan el-Mâtürîdî, Kur’an’da çelişki olmayacağından hareketle onu bir bütün olarak anlama; ayetleri birbiriyle açıklama usulünü benimsemiştir.33 Bunun tabiî bir neticesi olarak Kur’an’da Allah’a izafe edilen haberî sıfatları te’vil etmeksizin kabul ederek, “biz sadece ayette Allah’ın murad ettiğine iman ederiz, teşbihi nefy eder, hiçbir yorum yapmadan ilahî murad ne ise ona iman ederiz”, diyerek bu konuda Selef bilginlerine uyar.34 O, Eş’arî gibi Allah’ın zâtına nispet edilen sıfatları ispat etmiş, kadere imanı, ahiret ahvaline dair ayet ve hadis ile sabit olan hususları kabul etmiştir.35

İrade hürriyeti konusunda meseleyi ontolojik olarak ele alan Maturîdî, fiilin Allah’a izafe edildiği takdirde yaratma; insana nispet edildiğinde ise kesb adını aldığını ifade ederek,36 kulun iradeye dayalı fiillerinde hür seçici ve yaptıklarından sorumlu olduğunu vurgulamış;37 diğer taraftan Ebû Hanife gibi, yapılan şeylerin (amel) imandan farklı olduğunu kabul etmiştir. Çünkü ona göre, iman kalbî bir eylemdir, psikolojik bir olgudur ve kalb ile tasdik ibarettir. Dil ile ikrar kişiye Müslüman muamelesi yapmak için gereklidir.38 Bu iman tanımı bütün mü’minleri eşit kabul eden evrensel ve engin bir hoşgörünün eseridir; Türkler bu hoşgörü anlayışına eski dinlerinden aşinadırlar ve tarihin her döneminde bunu sergilemişlerdir.39

Hanefî-Maturîdî mezhebi Ebu’l-Leys es-Semerkandî (983); Sadru’l-İslâm el-Pezdevî (1100); Nureddin es-Sâbûnî (1184); Ebu’l-Maîn en-Nesefî (1114) gibi âlimler yetiştirmesine rağmen İslâm aleminde hak ettiği şöhreti bulamamıştır. Bunda Ebû Hâmid el-Gazzâlî (1111) ile birlikte âlimlerin bu iki mezhebin arasını tefrik etmeksizin birlikte değerlendirişi ve Bâtınilikle mücadele ortamında Eş’arîliğin resmî mezhep haline gelişi etkin olmuştur. Zamanla muhtemelen resmî otoritelerin menfaati gereği, Eş’arî siyasî doktrin ve kaderci (fatalist) zihniyet topluma yerleşmiştir. Maturîdîlik Osmanlılarda yeniden canlanma fırsatı bulmuş; İbn Hümâm (1457), Hızır Bey (1458), Kemâleddin Beyâzî (1687) gibi âlimler yetişmişse bile, M. Ş. Günaltay’ın da belirttiği gibi Mısır fethinden sonra Ezher’den getirilen ulemanın etkisiyle XVI. asrın ikinci çeyreğinden itibaren skolastik kaderci anlayış devlete ve topluma yerleşmiş, ilmî düşünce büyük ölçüde körelmiştir.40

Tarihte İtil Bulgarları41 ve Karahanlılardan itibaren devlet kuran Müslüman Türklerin hemen hepsi,42 devletin dinî politikasında Sünnî-Hanefî mezhep çizgisinde kalmışlar, diğer İslâm mezhepleriyle mesafeyi daima korumuşlardır. Daha Sâmânîler zamanında 931/942’de çeşitli telkinlerle Şîîliğe meyleden bir emîr, Tolun Üge komutasındaki bir ordunun hareketiyle görevden alınmış ve yerine yeni bir emîr getirilmiştir.43 Daha sonra kurulan Türk devletlerindeki hanedanlar Abbâsî halifelerinden emirlik beratları alarak ve ona bağlılıklarını belirterek Sünnî çevre içinde kalmışlardır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, halifenin ricasıyla Bağdat’a sefer düzenleyerek Şîî Büveyhî tasallutunda bulunan Abbâsî hilâfetine eski itibarını iâde etmiş ve halife tarafından “Doğunun ve Batının Sultanı” unvanıyla taltif edilmiştir.44 Sultan Alparslan zamanında gerek vezir Nizâmülmülk ile sistemli hale getirilen ve eğitim ağırlıklı olarak yapılan Batınîlikle mücadeleler,45 gerekse devletin askerî hedefleriyle Selçukluların “Kızıl Elma”sı Mısır Fatımî devleti olmuştur. Nitekim Alparslan, hutbeyi Abbâsî halifesi el-Kâim bi-emrillah adına ve ezanı Sünnîlere göre okutmaya başlayan Mekke emîrine iltifat ederek, hazineden tahsisat ayırmış; aynı şeyi Medine emîrinin de yapması halinde ona da gerekli tahsisatı ayıracağını bildirmiştir.46 Olayın duyulmasından sonra Halep emîri de

Alparslan’dan çekinmesi sebebiyle aynı yola başvurmuştur.47 Sultan Sencer Samerra’ya geldiği zaman, bu beldede her Cuma günü Şîîlerin dönmesini bekledikleri Mehdî için hazırladıkları ata yaklaşarak “bu at bende emanet kalsın, imam her ne zaman zuhur ederse teslim ederim” diyerek Şîîlere zarif bir cevap vermiştir.48

  1. Cahen, Anadolu Selçuklularının Sünnîliğinin, Büyük Selçukluların saldırgan ve yayılmacı Sünnîliğinden farklı olduğunu ifade etmesine rağmen, akrabalarının mirasçıları olarak Sünnî geleneği devam ettirdiklerini ve Anadolu’daki kültürel ortamın Sünnî-Hanefî yapılanmaya sahip olduğunu ifade eder.49 Yeni padişahlar, Abbâsî halifelerinin gönderdikleri beratlar ve hakimiyet alâmetleriyle meşruiyetlerini ilan etmişler; bize kadar gelen meskûkatlarında Sünnî motifler kullanmışlardır.

Yeni fethedilen şehirlerin kadısı da hilâfet merkezi tarafından atanmıştır.50 Şehirdeki dini hayat, Kitabî din anlayışının hakim olduğu cami ve medrese çevresinde Sünnî-Hanefî formda yaşanmıştır. Taşrada da, Cuma namazının İslâmî hayatta vazgeçilmez bir vecîbe oluşu ve pazar ihtiyacı, yeni yerleşim birimlerini oluşturmuş, şehirlere benzer mezhebî yapılanma popüler din boyutunda sürdürülmüştür. XI-XIII. asırlar arasında Anadolu’ya gelen âlimlerin ve din hizmetlilerinin inanç yapıları, bize intikal eden az sayıdaki yazılı eserin muhtevası, bu dönemde Anadolu’daki Sünnîliğin hakimiyeti ortaya koymaktadır. Konya’ya elçi olarak gelen Ş. es-Sühreverdî’nin (1234) Necmüddin Dâye’ye (1256) “Ey genç! Dindar, ilim ve tasavvufa bağlı ve erbâbını koruyan Alaeddin Keykûbad’ın himayesine gir; onu ve halkı faydalandır”51 diye öğüt vermesi ve Ömer b. Muhammed es-Sâvî’nin eserinde “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebini yaymak için diyar-ı Rum’a geldiğini” ifade etmesi bunun örneklerindendir.52

Türkler, yaşadıkları bölgelerde, Sünniliğin yanında az da olsa gayr-i sünnî mezhep cereyanlarının tesirinde kalmışlardır. Horasan ve Mâverâunnehir’de Mürciî, Kerrâmî ve Mutezîlî düşünce mensupları, Sünnî hakimiyeti ve Şîî potansiyeli yanında az da olsa yer bulabiliyorlardı. Mürciî düşüncenin Maverâünnehr’deki konumundan zamanla Hanefî-Maturîdî çizgisinde ifade edilmesinden yukarıda bahsetmiştik. Kerrâmiye, Sufiyâne yaşayışı halk arasında yaptığı vaazlarla basit halk kitleleri arasında taraftar toplamayı başaran Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm (869) tarafından oluşturulan bir fırkadır.53 Horasan ve Kuzey Hindistan’da İslâm dininin kökleşmesinde büyük rol oynayan.54 Kerrâmîler inançları kaynaklarda kısaca, Allah’a cisim nispet ederek O’nu teşbihe yöneliyorlar, imanı sadece ikrardan ibaret sayıyorlar ve aynı anda iki imamın varlığını kabul ederek Ali ve Muaviye’nin imametlerine cevaz veriyorlardı.55 Kendi fikirlerini kabul etmeyenlere karşı, özellikle Mutezîlî ve Şîîlerle ilmî münazaralar yapan, fakat başarısız olduklarında agresif bir tavırla taraftarlarını ve halkı kışkırtan Kerramîlerin dini tebliğ ve gayrimüslimlerle cihadı teşvik gayretleri, esasen Sünnî olan Gazneliler tarafından takdirle karşılanmış ve teşvik görmüştür.56 Kerrâmî, Ebû Bekr Muhammed b. İshak Sebuktekin zamanında itibar görmüş, 1012-3’de bölgeye gönderilen Fatımî-Şîî dâisi Tuhterî’nin yargılanması ve öldürülmesinde etkin olmuştur.57 Daha sonra Gazneli Mahmud tarafından Nişâbur emirliğine getirilmiş, ancak Şîîleri takip ve cezalandırırken gösterdiği taassup ve bazı suiistimaller halk arasında rahatsızlığa yol açınca görevinden azledilmiştir.

İnanç esaslarını aklî metotla sistemleştiren ve böylece haklı olarak kelâm ilminin kurucusu unvanını alan Mutezile, muhtemelen Abbâsîlerle birlikte bölgede görülmeye başlamıştır. Mutezîlî Sümame b. el-Eşres’in (849) Türklerle savaştığı ve onların elinde bir müddet esir kaldığı bilinmekle58 birlikte, mezhebî faaliyetleri hakkında bilgi bulunmamaktadır.59 Bu bölgede yetişmiş en önemli Mutezîlî âlim Ebu’l-Kâsım el-Ka’bî’dir. (931) O, Bağdat’ta yetişmesine rağmen memleketine döndükten sonra da görüşlerini yaymaya devam etmiş, uzun süre el-Mâtürîdî ile tartışmış ve birbirlerine reddiyeler yazmışlardır.60

Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin (324/92) kendilerinden ayrılmasından ve onlar aleyhine reddiyeler yazmasından sonra popülaritesini yitiren Mu’tezile fırkası, Şîî fırkalar içinde bölgede özellikle Zeydiye fırkasıyla birlikte ve kısmen de müstakil olarak varlığını sürdürmeyi başarmıştır.61 Büveyhî veziri Sahib Abbad’ın teşvikiyle Rey’e yerleşen Kadı Abdulcebbar’ın (1025-26), burada oluşturduğu Mutezîlî mekteple, XI. asırdan itibaren Harezm ve Horasan’da belli bir olgunluğa erişmiş ve muhtemelen Moğol istilasına kadar varlığını devam ettirmiştir.62 Tuğrul Beyin veziri Mahmud b. Mansur el- Künderî’nin (1063) Mutezîlî olduğu bilinmektedir. O, bölgedeki Şîî faaliyetleri bahane ederek camilerde bidat ehlinin lanetlenmesi ve takibi için Sultan’dan aldığı izni kullanarak İmâmu’l-Haremeyn Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî (1085) ve Kuşeyrî (1072) gibi Sünnî âlimlerin bölgeyi terk etmesine sebep olmuş, ancak Sultan Alparslan ile birlikte gözden düşmüştür.63

Yine Arap dilinde bir otorite kabul edilen ve el-Keşşâf adlı tefsiriyle şöhret bulan Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer el-Harizmî ez-Zemahşerî (1144) nisbesinden de anlaşılacağı gibi Harezmli bir Mu’tezîlîdir. Aslında Mutezile gibi bilimsel, felsefî ve kelamî bir çok akımları birleştiren bir fırkanın Türkler arasında taraftar bulabilmesi, Türklerin sadece “gaza Müslümanlığı” veya “halk dindarlığı”nı ifade eden İslâmî zihniyetin ötesinde, karmaşık felsefî ve itikadî problemleri de tartışan bir kültür seviyesine sahip olduklarını gösterir.64

Farabî ve İbn Sînâ gibi İslâm felsefesi tarihinin ve Meşşâî felsefenin önde gelen iki büyük üstadının Türkler arasından ve onların yaşadıkları bölgelerden çıkması bu kültürel olgunluğun bir ifadesidir.

Şîî Mezhepler

Şîîlik, Hz. Peygamberden sonra imâmetin nass ve tayinle Ali b. Ebî Tâlib (680) ve evladına ait olduğunu ve bunun kıyamete kadar devam edeceğini ileri süren ve onlara bazı insan üstü vasıflar yükleyen topluluklara verilen müşterek addır.65 Şîîlik VI. asrın başlarında doğuşuyla birlikte mutedil ve müfrit pek çok fırkalara ayrılmıştır.66 Şîîler, önce Emevîler sonra Abbâsîler tarafından siyasî nedenlerle takip ve baskı altında tutularak, muhalif bir anlayışla ve illegal olarak, devlet merkezine uzak Kuzey Afrika, Mısır, İran coğrafyasında faaliyet göstermişlerdir.

Türklerin Müslümanlarla karşılaştıkları ilk dönemlerden itibaren çeşitli Şîî-Batınî isyanların içinde aktif olarak yer aldıkları, bazı araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür.67 Abbâsî yönetiminden Ebû

Müslim’in intikamını almak amacıyla meydana gelen mahallî nitelikli bu ayaklanmaların çoğu, İslâm’a birkaç yüzyıldan beri zoraki teslim olmuş İran’da, VIII-X. yy arasında zahiri İslâm cilasına rağmen, özünde hala Zerdüştî, Maniheist ve Mazdekî kalmış çevrelerden kaynaklanmıştır.68 754-5 yılları arasında Sinbad adlı Nişapur’lu eski bir Mecusi, etrafına sözde Müslüman olmuş bir çok Mazdekî ve Şîî toplayarak isyan etmiş; 69 aynı yıllarda başka bir Ebû Müslim taraftarı olan Ebû İshak et-Türkî (754-5) de isyan etmiş;70 Horasan’da 767’de Üstad-ı Sîs;71 775-777 yılları arasında Mukanna’ isyan etmişlerdir.72 816’da Azerbeycan’da ayaklanan Bâbek el-Hurremî adlı bir İranlının isyanı tam 22 yıl Halife Me’mûn ve Mu’tasım’ı meşgul etmiştir.73 Bu isyanlar görülen ortak inanç motifleri Ebû Müslim’in ölmediği, ve mehdî olarak geleceği, bazen isyana kalkışanların nübüvvete varan iddiaları ve bazen Tanrının, isyan liderine hulul etmesi gibi ilhâdî, İran kültüründe görülen yakın akraba evlilikleri, içki ve zinanın mübah oluşu gibi ibâhî nitelikte inançlardır.74 Bu isyanlar Sünnîliğe değil, Abbâsî merkezî iktidarına karşı geliştirilmiş hareketlerdir. 75

Bu isyanlardaki Türk katılımını değerlendirirken, Türklerin İslâm’ı kabullerinin bilhassa X. yy’ın ikinci çeyreğinden sonra yoğunlaştığı gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Nitekim Bağdâdî, Mukana’nın isyanına yardım eden Türklerin inanmamış Halaclar olduğunu açıkça belirtmektedir.76 Babek isyanında yer alan Halaclarında aynı şekilde inanmayan Türkler olması kuvvetle muhtemeldir. Sınır bölgelerinde oluşan bu isyanlara Türklerin hangi oranda katıldıkları ve iddia edilen görüşlere ne kadar bağlı oldukları şüphelidir.77 Türklerin bu ve benzeri isyanlara katılmasında, ekonomik kaygıların ön planda olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu dönemde, Batı Türkistan’da Türk siyasî otoritesinin zayıflamış, mahallî güçler türemiştir. Böyle durumlarda otoriter kontrolden uzaklaşan, kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kalan göçebe ve yarı-göçebe kitle için, önemli geçim kaynaklarından birisi olan savaş ve yağmayı, üstelik de düşmanları olarak kabul ettikleri bir devlete karşı sürdürmek, bulunmaz bir fırsattır. Nitekim Türkler bu dönemde çıkan diğer isyanlara da katılmışlardır. Onların savaşçı kimliği, sadece isyanlar için değil, Abbâsî ordusu içinde bile yer almalarını sağlamıştır. Babek isyanını bastıran Abbâsî ordusu Türk askerlerinden mürekkepti ve başlarında komutan Afşin bulunmaktaydı. Kaynaklarda zındıklık ithamıyla yargılandığı nakledilen ve Zerdüştîliği vurgulanan Afşin’in, saray içindeki siyasî çekişmelerin kurbanı olduğu dikkatli bir mütalaa ile anlaşılmaktadır.78

Horasan, gerek Zeyd b. Ali’nin (122) isyanından sonra taraftarları tarafından buraya kaçırılan oğlu Yahya’nın Emevî takibi sonucu Kerbelâ benzeri bir facia ile öldürülmesi (743); gerek Abbâsî isyanında Horasan’dan hareket eden Ebû Müslim’in etrafında oluşturulan menkıbeler çerçevesinde Ehl-i Beyt sevgisi ve taraftarlığıyla bezenip; Kum ve Meşhed merkezli olarak çeşitli beldelerdeki nakîblerin teşvikiyle Şîîliğe mütemayil bir potansiyele sahipti ki, Sünnîsiyle Şîîsiyle Türklerde Ehl-i Beyt sevgisinin oluşması bu potansiyelle ilgilidir.79 Zeydîler Taberistan, Cüzcan ve Deyleman bölgelerinde tutunarak çeşitli mücadelelerden sonra Hasan b. Zeyd liderliğinde Alevî-Zeydî bir devlet kurmayı başarmışlardır (864-943).80

Harun Reşid zamanında bölgede isyan eden Yahya b. Abdillah Maverâünnehr’deki Türk Hakanına sığınıp onun yanında iki buçuk yıl kaldığına81 göre bölgedeki mücadeleleri esnasında

Türklerin Zeydîlerle ilişkiler içinde olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ebû Dülef, 992’de, Türkistan’ın doğusunda ve Tibet yakınlarında, Yahya b. Zeyd neslinden bir beyin idaresinde “Alevî” bir topluma rastlamıştır. “Alevî” diye isimlendirilen bu Türkler, Hz. Ali’yi, Gök Tanrısının Arap karşılığı saymakta ve İmam Zeyd’e ait bazı hatıraları muhafaza etmekteydiler. E. Esin, bu topluluğun “Bagraç” Türkleri olduklarını ve Kaşgarlı’nın haritasında gösterdiği Alevî bölgesinin bunların meskun oldukları yer olabileceğini ifade etmektedir.82 İncelediğimiz kaynaklarda Bagraç Türklerinin akıbeti ve Batı’ya göçtüklerine dair bir bilgiye rastlayamadık.

Sâmânîler döneminde Kuzey Afrika’da devlet kurmayı başaran ve Abbâsî hilâfetiyle rekabete girerek kendilerini halife olarak lanse eden İsmâîlî-Fâtımîler,83 kurdukları dâîlik sistemiyle kendi fırkalarını ve imâmetlerini İslâm ülkelerine propaganda ediyorlardı. Horasan ve Mâverâünnehir de bu propaganda faaliyetlerine maruz kalmış bölgeye IX. asrın ortalarından itibaren dâîler gönderilmeye başlamıştır. Bölgeye ilk olarak Rey yakınındaki Kuleyn köyüne yerleşen Halef gelmiştir84 Daha sonra Ahmed b. Halef, Gıyas, Ebû Hâtim er-Râzî gibi kişiler daveti devam ettirdiler.85 İsmâîlîler, Hüseyin b. Ali Mervezî ve talebesi Muhammed b. Ahmed en-Nesefî’nin (veya Nahşebî) gayretleriyle Sâmâniler arasında önemli bir yekûna ulaşmış, Emîr Nasr b. Ahmed’i etkileyerek resmî görevlere getirilmişlerdir. Bunun üzerine ordudaki Türk komutanlar Sipehsaların emirliğe geçmesi üzerine anlaşıp bir isyan tertip etiler. Ancak isyanı zamanında haber alan Nasr’ın oğlu Nuh olaya müdahale etmiş; bununla birlikte, emîr Nasr b. Ahmed oğlu lehine tahtından feragat etmek zorunda kalmış, Nuh Nahşebî’yi âlimlerle bir araya getirmiş, yapılan münazarada ilzam edilmesi sonucu pek çok İsmâîlî ile birlikte öldürülmüş, ve malları yağmalanmıştır (942-3)86 Daha sonra Ebû Mansur Abdurrezzak’la yeniden güçlenen ve tehlike teşkil eden İsmâîlîler, âlimlerin ikazıyla takip edilip çeşitli mücadelelerden sonra Veşmgîr tarafından ortadan kaldırılmışlardır (964). Nizâmülmülk bundan sonra Horasan’da tek Karmatî’nin kalmadığını ifade etmiştir.87

  1. asrın sonlarında Şîî-Bâtınîler Kuzey İran Alamut merkezli Sabbahîler (Haşîşîler) vasıtasıyla Müslümanlar arasında terör ve anarşi havası estirmişler, önemli devlet büyüklerinin ve âlimlerin ölümüne sebep olmuşlarıdır.88 Nizariyye koluna mensup Hasan Sabbah 1090’dan itibaren ed- Dâvetu’l-Cedîde denilen yeni bir teşkilatlanmaya gitmiştir. Başlangıçta Mısır’a bağlı olarak kurulan bu teşkilat, kısa zamanda Mısır Fatımî reislerinin otoritelerinin zayıflamasıyla müstakil hareket etmeye başlamış ve Suriye’ye kadar uzanan bir dâî teşkilatı oluşturmuştur.89 İsmâîlîler, Alamut ve civarı ile Suriye’nin sahil bölgelerindeki bazı kalelerin dışında hakimiyet sağlayamamışlardır. Onlar ancak, cahil, akılsız veya ukalâ, mukaddesatı inkar eden bazı felsefeciler ve adi suçluları kendi görüşleri için kandırabilmişler90 Bu nedenle halk arasında kitlesel olarak yayılma imkanı bulamamışlardır.

Bununla birlikte özellikle Suriye’deki İsmâîlîlerin gerek bölgedeki Türkler arasında gerekse dâîler vasıtasıyla Anadolu’ya gelen Türkler arasında etkin olduğuna ve hatta Türkiye Şîîliği benimsediklerine dair görüşler bulunmaktadır.91 Burada resmî ilişkiler bazında bir rivayeti değerlendirmek istiyoruz. “Kutalmışoğlu Süleyman Süleyman Şah doğu sınırlarını emniyet altına almak gayesiyle bizzat Kilikya üzerine bir sefer düzenlemiş; 1082 senesinde Tarsus’u fethetmiş ve Trablusşam’da kadı-hükümdar olan Şîî İbn Ammar’a müracaat ederek yeni fethettiği bu şehir için kadı ve imam-hatip istemiştir.”92 Bu rivayet, Selçuklu hanedanı arasındaki rekabeti göstermesi bakımından önemlidir. Zaten bu rekabetten istifade etmek isteyen Fatımîler daha önce de İbrahim Yınal’a ve Kutalmış oğullarına siyasî destek sözü vermişler, onları akrabalarına karşı kışkırtmışlardır.93 Aslında bölgedeki melikler ve komutanlar arasında bazen fiilî mücadeleye dönüşen rekabet ortamında tarafların bu nevi bir desteğe yönelmeleri tabiidir. Nitekim Süleyman Şah’ın bölgede güçlenmesine binaen Tutuş, Müslim ve Artuk arasında 1085 yılı başlarında Melikşah’ın tabiîyetinden ayrılma, Tutuşun “Sultan”lığını benimseme ve Şîî Fatımî hilâfetine tabi olmak üzere bir ittifak yapılmıştır.94 Dahası Suriye bölgesinde Abbâsî veya Fatımî hilâfetinin bölgedeki hakimiyet potansiyeline göre, mahalli idarecilerin sahip oldukları şehirde hutbeyi Sünnî veya Şîî halifeler adına okuttukları vakidir. Dolayısıyla bu nevi teşebbüsleri şartlara göre oluşan siyasî manevralar olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim C. Cahen de “Atsız, Artuk, ve Kutalmış’ın oğulları, şüphesiz her türlü dinî fırka meselesine ilgisiz kalıyor ve menfaatleri gerektirdiği vakit, sadece zararsız Şîî İbn Ammar ile değil fakat Fatımîlerin yayılmacı İsmailiyye mezhebiyle dahi işbirliği yapmaktan çekinmiyorlardı”95 diyerek, bunu ifade etmektedir. Süleyman Şah 1084’te Antakya fethini müteakip, şehrin büyük kilisesini camiye çevirterek, 120 müezzine ezan okutmuş ve Cuma namazını kılmıştır. Onun, Melikşah ve Abbâsî hilâfetine fethini müjdelemesi,96 önceki davranışının siyasî niteliğini göstermektedir. M.H. Yınanç, onun Tarsus’taki tavrında Fatımîlerle oluşacak ticarî münasebetleri de göz önüne almış olabileceğini ifade eder97 ki, Tarsus ve Trablus’un liman şehirleri olması dikkate alınırsa, deniz yoluyla yapılan ticaretten anlayan bir hukukçunun kadılığı ve tecrübesinin Müslümanların lehine olacağı aşikardır.

Bâtıniyye fırkasının inanç bakımından etkilediği ve daha sonra Anadolu’da varlıkları görülen fırkalar, Nusayrîlik,98 Ehl-i Hakk ve Yezîdîliktir. Bu fırkalardan Yezîdilik, XIII. asrın ikinci yarısından itibaren oluşum sürecine girmiş Güneydoğu Anadolu’nun dağlık bölgelerinde, Kuzey Irak, İran Kürdistanı ve Azerbeycan taşrasında varlığını sürdürmüş, Emevî gulüvvü olan ve adeta bölgedeki Şîî oluşuma tepki olarak ortaya çıkan bir fırkadır.99 Ehl-i Hakk da, Yezîdilerle aynı coğrafyada Sultan Sohak’a nispet edilen ve muhtemelen Yezîdî aşiretlerinin düşmanı aşiretler arasında benimsenme imkanı bulmuş bir fırkadır. 100

Fırkaların uluhiyyet ve kâinatın yaratılışı ile ilgili inançları Şîî-Batınîlerin nübüvvetin sürekliliğiyle ilgili inançlarının farklı formlarda ifade edilen değişik versiyonlarıdır ve bu şekliyle eski Mezopotamya’daki Gnostik inançların, Sâbîîliğin ve Yeni Eflatuncu felsefenin yeni yorumlarla güncelleştirilmesinden ibarettir. 101

Daha önemlisi her üç fırkada yaratılış bakımından kendilerini diğer insanlardan ayrı kabul ettikleri için Şîî-Batınîlerden farklı olarak yayılmacı değil, içine kapalı toplum yapısına sahiptirler. Nitekim Massignon, Nusayrîlerin kendi gruplarına ait sayıyı sınırladıklarını ve bu sayıya X. asırda ulaşıldığını102 belirtir. Bu fırkaların sahip oldukları inançlar bakımından Anadolu Alevîliğine tesirlerinden söz etmek imkansızdır. Bununla birlikte gelenek, örf ve adet benzeri inançlarda grupların az da olsa birbirlerini etkilediklerini belirtmeliyiz.

Ne zaman ortaya çıktığı bilinmemekle beraber Toroslar’daki Tahtacılar’da görülen Selman-ı Fârisî’nin takdisi103 bölgesel yakınlıktan dolayı Nusayrî tesirini hatırlatmakla birlikte, Nusayrîlerin Selmân’a yükledikleri fonksiyon ve bunun bazı Bâtınî zümrelerine yansıyan şekline -ki buna “Sîniyye” denilir-104 Tahtacılarda rastlanmaz. Nitekim yaptığımız araştırmada, menkıbeye göre, Selmân-ı Fârisî, Türklere İslâm’ı öğreten ve onlara Dede Korkut’u eğitici olarak tayin eden kişi olarak kabul edilmektedir105 Bu menkıbe Şeref Han’ın Kürtlerin menşe’i ile ilgili naklettiği menkıbeyle benzerlik gösterdiği gibi106 tarihî vakıalara da uygundur. Hazar Türkleriyle ilk savaşan komutanlar arasında Selmân b. Rabîa’nın adı geçmektedir.107 Kanaatimize göre Selmân adının Türkler arasındaki şöhreti de bu olaylarla ilgilidir. Ancak zaman bu adı daha meşhur olan diğer bir sahabeyle Selmân-ı Fârisî’yle özdeşleştirmiştir. Selmân’ın Hz. Ali’nin yakınlarından oluşu, fütüvvet ehlince meslek pîri sayılması108 ve Alevî ananesindeki “Kırklar Meclisinde” nakîb rolü üstlenmesi109 onun adının takdis edilmesini kolaylaştırmıştır.

İsnâaşeriyye Şîîliği, imamların ziyaretgâhları çevresinde ve Abbâsî hilâfeti tarafından oluşturulan nekâbet kurumuna binaen özellikle seyyidler ve nakîbler etrafında kümelenerek varlıklarını korumuşlardır. Selçuklular, Sünnîler kadar mutedil Şîîlere karşı da bir ayrım siyaseti gütmüyor; seyyidleri ve şerifleri himayelerine alıyorlar; Alevîlere hangâh ve hatta medrese inşa ediyorlardı. Kısaca halifelere küfr etmeyen mutedil Şîîler, Türkler sayesinde tam bir hürriyet ve himayeye mazhar idiler. 110 Bu nedenle Türklerin bu fırkayla karşılaşması ve onların inançlarından etkilenmeleri tabiîdir. Özellikle Azerbaycan’da yaşayan Türklerin, ilk dönemlerden itibaren Şîîliği benimseyen Deylemlilere111 komşu olmalarının bu mezhebe ilgilerini artırmış olması muhtemeldir.112 Ancak, Spuler’in de ifade ettiği gibi, Şîîliğin takiyye prensibiyle faaliyetlerini gizlemelerinden dolayı, sadece resmî ilişkilere yansıyan unsurların tespiti mümkündür, halk arasında Şîîliğin hangi ölçüde hakim olduğu ise bilinememektedir.113 Resmî olarak İsnâaşeriyye Şîîliği, XII sonlarında Abbâsî halifesi en- Nâsır lidinillah’ın (saltanatı: 575-622/1180-1225) siyasî gayelere matuf olarak Şîîliğe meyletmiş ve Şîî faaliyetlere fırsat vermesiyle kendilerini gösterme fırsatı bulmuştur.114 Bu fırsat, Nâsıruddin et-Tûsî (1274) ve talebesi Allâme el-Hasan b. Yusuf İbni’l-Mutahhar el-Hıllî’nin (1326) gayretleriyle canlanmış ve bazı Moğol Hanlarının himayesiyle devam etmişse de; İsnâaşeriyye Şîîliğinin, Türkler arasında bariz etkilerini görmek için IX/XV. asırda Şeyh Cüneyd ile başlayan Safevî hanedanının Anadolu’ya yönelik propagandalarını beklemek gerekecektir. Bu propagandaların arka planını ise XIII. Asır Anadolu’sundaki dinî-tasavvufî hareketler oluşturmaktadır.

Tasavvufî Hareketler

İslâm düşünce tarihinde tasavvuf, ortaya çıkış tarihinden itibaren fıkıh ve kelâm ekolleriyle sıkı bir birliktelik içinde gelişmiştir. 115 Göçebe ve yarı-göçebe Türklerin İslâmlaşmalarında gezgin sûfî ve dervişler önemli rol oynamışlardır. Bunda sûfîlerin hayat prensipleri kadar, Türklerin eski dinlerinden bildikleri din adamlarına sevgi, saygı ve takdis anlayışının116 etkisi olmuştur. Nitekim Kamların Türk toplulukları arasındaki rolü, İslâmlaşma sürecinde gezgin dervişlere, tarikat şeyhlerine ve pîrlere atfedilmiştir. Böylece ata, baba, dede denilen, belli aşiretlere mensup, zamanla seyyid nisbesi de verilen velî tipi ve bunların etrafında Kitâbî din anlayışından farklı velî kültü oluşturulmuştur.117 Böylece Türklerin İslâmlaşma tarihinde onlara dinlerini öğreten Aslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi azizler hep var olmuşlardır.118 Sûfiyâne görünümleriyle halk vaizi olarak faaliyet gösteren Kerrâmîlerin Gazneliler tarafından benimsenmesi de bu anlayışın eseridir. Bunların yanında Gazalî’yle (1111) birlikte Sünnî itikat ile barışan tasavvufî düşünce, yerleşik kültüre mensup çevrelerde de gelişerek varlığını sürdürmüş, çoğu kere resmî kabule mazhar olmuştur.

Türkmen göçebeler arasında en fazla taraftar bulan ve münferit dervişlik faaliyetinin ötesinde tarikat haline gelip teşkilatlanan tasavvuf hareketi Hoca Ahmed Yesevî’nin (1167) kurduğu Yesevîliktir. Hâce Ahmed Yesevî menkıbeye göre bir sahâbî olan Arslan Baba’dan nasîp almıştır. 119 Hz. Ali neslinden olan, Hacegân’dan Yusuf Hemedâni’nin terbiyesinde yetişen120 Hoca Ahmed İslâmiyetin evrensel değerlerini kavrayarak, Mâturîdî’nin itikâdî düşüncede yaptığını tasavvufî düşüncede yapıp, Türklere kendi örf ve gelenekleriyle örtüşen, anlaşılır bir dinî zihniyet sunmuş; dini, Türk ruhuna uygun, millî unsurlarla anlayıp yorumlamıştır.121 Dîvan-ı Hikmet’inde, Kitab ve Sünnet’e bağlı bir din anlayışını Maturîdî ekol çerçevesinde, edebî kaygıdan ziyade öğreticiliği esas alarak, halk Türkçe’siyle didaktik ve manzum bir şekilde dile getirmiştir.122 Onun Orta Asya’da yaktığı meşale Türkmenler arasında dolaşan ve onlarla beraber Anadolu’ya gelen dervişler tarafından söndürülmeden canlı tutulmuştur.123

Türkiye Selçukluları Devleti de onların gelişine zemin hazırlayıp şehir merkezlerinde cami, medrese, tekke, imarethane vb. sosyal yapıları inşa edip buraların idamesi için gerekli finansman, vakıflar tahsis edilerek sağlamış; taşrada ise çeşitli kervansaraylar, hangâhlar, sınır boylarındaki ribat benzeri derbendler, tekkeler inşa ve imar edilerek buraları gönüllü kimselerle doldurmuş, civarlarındaki toprakların işlenmesi sağlamış ve buralarda yerleşenlere bazı vergi muafiyetleri sağlamıştır.124 Bu dönemde Anaolu’ya gelen meşhur sûfîlerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Medreselerin hakim olduğu şehir çevrelerinde Muhyiddin Arabî (ö. 1241), Bahauddin Veled (ö. 1228), Burhanuddin Muhakkik-i Tirmizî (ö. 1240), Evhaduddin Kirmanî (ö. 1237), Necmüddin Dâye (ö. 1256), Ahi Evren (ö. 1261), Mevlâna Celaleddin Rûmî (ö. 1273), Sadruddin Konevî (ö. 1273), Ebubekr Niksârî (ö. ?), Fahruddin Irâkî (ö. 1289) vd.;125 taşrada, köylü ve göçebe nüfus kitlesi arasında ise Baba İlyas (ö. 1240), Hacı Bektaş Velî (ö. 1270), Sarı Saltuk (1293), Barak Baba (ö. 1307), Yunus Emre (ö. 1320), Aybek Baba, Kumral Abdal, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba126 gibi şeyh ve dervişlerin talimleri doğrultusunda yayılmıştır.127 XIII. asır Anadolusu’nda tasavvufî düşünce İbnü’l- Arabî kaynaklı vahdet-i vücûd, Horasan Melâmîliği ve Irak sûfîlerinin zühd anlayışlarının etkisinde tarikatlaşma sürecine girmiş, Sühreverdiyye, Mevleviyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Kalenderiyye, Haydâriyye, Bektâşiyye gibi tarikatlar oluşmuştur.

Ancak taşrada, Türkmenler arasıdaki oluşum, başlangıçta dönemin sosyal şartları içinde farklı bir tepkiyle, Babaî İsyanıyla kendini göstermiştir (1240). Baba İlyas ve halifesi Baba İshak önderliğinde, mesiyanik karakterdeki bu isyan, Doğu ve Orta Anadolu’daki nüfus kesafetinin artması, sosyal ve iktisadî dengelerin bozulması, siyasî yönetimin keyfîliği ve devletin halkına yabancılaşması neticesi ortaya çıkmış, bölgedeki Türkmenlerin çoğunun iştirak etmiş ve Kırşehir Malya ovasında kanlı bir şekilde sona ermiştir.128 Kendisi hakkında bugün de çok fazla bir şey bilmediğimiz Şeyh Ebu’l- Vefa’nın halifesi Baba İlyas yaşayışı ve faaliyetleriyle tipik bir halk sufîsi, aşiret velîsidir.129 Torunu Elvan Çelebi’ye göre Baba İlyas, kendilerinin de atası olan Dede Ğarkın’ın halifesi ve onun izniyle diğer dört halifesiyle birlikte Rum diyarına gelmiştir. 130 Babaî hareketi, dinî bir hareket olmadığı gibi, Şîîlikle de bir alakası yoktur. Ocak, hareketin İsmâîlîk tesirinde kaldığına dair “en ufak bir veriye” rastlanmadığını belirtiyor. 131 Bâbâî bakiyeleri daha sonra diğer Türkmen sûfîleri gibi Bektâşîlikle bütünleşerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.

XIII. asırda Türkler arasında en yaygın ve etkin oluşum şüphesiz Ahilik olmuştur. Fütüvvet geleneğine bağlı Şeyh Nasîru’d-Din Mahmûd b. Ahmed el-Hoyî Ahi Evren’in (ö.1261) şahsında temsil edilen Ahilik, eski Türk akılık ve alp geleneğinin, Arap ve İran fütüvvet idealiyle İslâmî bir sentez içinde birleşip Anadolu’da ortaya çıkan kurumlaşmış şeklidir. Örgütlenme biçimiyle şehir halkıyla göçebe halk arasında köprü vazifesi132 de gören Ahilik, Anadolu’da şehirli-göçebe dinî hayatını bir ölçüde birleştirmeyi başarabildiği için, bu dönemdeki dinî tezahürleri büyük ölçüde bünyesinde toplamıştır. Ahiler, Moğol istilasına karşı özellikle Orta Anadolu’da örgütlenerek diğer Türkmenlerle birlikte bir savunma hattı oluşturmuş;133 XIII. asrın ikinci yarısından sonra şehirlerin mahalli idaresinde söz sahibi olarak halkın asayiş, sükun ve huzurunu temine yönelik çaba sarf etmişlerdir. Ahiliğin klasik tarikat örgütlenmesinden farklılık arz etmesi, mensuplarının Mevlevîlik, Bektâşîlik, Halvetîlik, Rufâîlik gibi tarikatlara da intisap etmesine fırsat sağlamıştır.134 Dahası Ahilik XV. asrın ikinci yarısından itibaren esnaf loncası haline gelinceye kadar fütüvvet geleneğine bağlı olarak esnafların yanında dervişleri, askerleri, ulema ve umerâyı da bünyesinde barındırmıştır.

Esnaf loncası haline gelip yarı resmî bir yapıya büründükten sonra ise, taşradaki zaviyeler büyük ölçüde Alevî-Bektâşî dervişleri tarafından doldurulmuştur. Bu itibarla Alevîlik ve Bektâşîlik, Ahiliğin zaviye geleneğinden, erkan ve adap olarak pekçok unsur ve inanç motifi almıştır. Fütüvvetnâmelerde yer alan, merasimler esnasında veya çeşitli merhalelerde talibin bilmesi gereken sorular ve cevaplar ile ilgili fasıllar, Bektâşîlikte musahiplik adını alan Fütüvvetnâmelerde yol ata ve yol kardeş edinme diye anlatılan erkan, kırklar cem’i ile ilgili rivayetler ve şedd kuşanma, hırka, tâc gibi özel giysiler hakkındaki yorumlar Fütüvvetnâmelerden Bektâşî-Alevî literatürüne geçen motifler arasındadır.135

Anadolu’ya gelip zaviye sahibi olan ve Yesevî geleneğine bağlı dervişlerden birisi de Mevlânâ ve Ahi Evren’in çağdaşı Hacı Bektaş Veli’dir (1270-71).136 O, Baba İlyas’la görüşmesine rağmen, isyan teşebbüsünü tasvip etmeyip Sivas-Kayseri-Kırşehir üçgeninde dolaşarak Kırşehir yakınlarında karar kılmıştır. Vilâyetnâme’sinde onun seyyid olduğu nakledilir. 137 Hacı Bektaş, hayatının kalanını Suluca Karahöyük’te geçirmiş, “Hatun Ana”ya el vermiş ve vefat etmiştir.138 Tarikat Hatun Ana’dan Abdal Musa vasıtasıyla devam etmiştir. Kendisine nispet edilen eserler, onun medrese tahsili gördüğünü, şer’î ilimlere vakıf olduğunu, Arapça ve Farsça bildiğini göstermektedir. Eserlerini, Makâlât, Kitâbu’l-Fevâid, Şerh-i Besmele, Şathıyye, Hurde-nâme, Üssü’l-Hakîka şeklinde sıralayabiliriz. 139 En fazla bilinen ve nüshası bulunan eseri Vilâyetnâme’ye göre Molla Sadeddin tarafından Türkçeye çevrilen Makâlât’ıdır. 140 Hacı Bektaş da tıpkı Hoca Ahmed gibi, hitap ettiği Türkmen kitlesine, İslâmî inançları karmaşık felsefî izahlardan uzak, basit ve anlaşılır şekilde ahlâkî öğütlerle birleştirerek akılcı ve anlaşılır bir üslupla açıklamıştır.141 O, dönemin geleneğine uygun olarak görüşlerini şeriat-tarikat-marifet-hakikat kapılarının onlu makamları halinde açıklayarak sunar.142

Sonuç

Bütün bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, Türkler, İslâm’la karşılaşmalarından itibaren bu dinin zihniyet bakımından kendi dünya görüşlerine, örf ve geleneklerine uygunluğunun hissederek onu benimsemeye başlamışlardır. Bu benimseyiş, sıradan bir kabulün ötesinde bütün benlikleriyle onu özümseme, kavrama ve anlama şeklinde tezahür etmiştir. Böylece onlar, daha ilk dönemlerde İmam Mâturîdî’yle İslâm’ın düşünce ve inanç bazında; Hoca Ahmed’le ise duygu ve yaşama bazında kendilerine uygun bir yorumunu yapmışlar, kendilerine has bir Türk Müslümanlığı oluşturmuşlardır. Bununla birlikte Türkler, diğer mezhep ve tarikat hareketlerine de kayıtsız kalmamışlar, oluşturdukları kültür çevresinde Sünnî-Maturîdî mezhebin dışındaki mezheplerle temas ederek onların fikirleri tartışma fırsatı bulmuşlardır. Esasen Türkler, sahip oldukları geniş hoşgörüyle asla inançlarında fanatizme varacak bir taasuba sahip olamamışlar, kendilerinin dışındaki düşünce ve inançları hoşgörüyle karşılayarak onlarla bir arada yaşama öz verisini göstermişlerdir.

  • Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, 3. baskı, İstanbul 1979, 215-217; Emel Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, I, 287-288.
  • Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, 3. baskı, İstanbul 1993, 10. Bu sözler hakkına bk. Câhız, Fezâilü’l-Etrâk, Türklerin Faziletleri, çev. R. Şeşen, Ankara 1988, 73-74, 85.
  • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil Fi’t-Tarîh (İslâm Tarihi), red. M. Tulum, İstanbul, 1987, III, s 35-36, 40. Câhız, 85.
  • Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 289. Bunun tek istisnası halife Ömer b. Abdülaziz’dir. Emevîler döneminde Türklerin Müslümanlarla ilişkileri hakkında bir monografi için bk. Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 3. baskı, Konya 1994.
  • Arapların Türklerin savaşçı özelliklerini takdir ettiğine dair örnekler için bk. Câhız, 61-93.
  • Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, haz. K. Y. Kopraman-A. İ. Aka, İstanbul 1975, 76; Turan, Türk Cihan Hakimiyeti, 228; Faruk Sümer, Oğuzlar, 4. baskı, İstanbul 1992, 59.
  • Emel Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 268; Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985, 94-96; Ünver Günay-Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, İstanbul 1997, 225-229.
  • Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, 167 vd; Sümer, “Türklerin İslâmiyete Girmeleri”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 42, 1990, 7-9.
  • İbnü’l-Esîr, VIII, 460. Ayrıca krş. Barthold, Dersler, 273-274; Turan, Türk Cihan Hakimiyeti, 237, 239; Sümer, Oğuzlar, 59.
  • Sümer, Oğuzlar, 60.
  • İbnü’l-Esîr, IX, 396-397.
  • Emel Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 304-305.
  • Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul 1999, 287 vd.
  • Günay-Güngör, 197.
  • Sönmez Kutlu, Türklerin İslâmlaşma Süreçlerinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000, 197

vd.

  • Wilfred Madelung, “Horasan ve Maverâünnehr’de İlk Mürcie ve Hanefîliğin Yayılışı”, çev. S. Kutlu, AÜİFD, XXXIII, 240-247.
  • Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhid, nşr. F. Huleyf, İstanbul 1979, Huleyf’in Mukadimesi, 5; Kutlu, 273-274.
  • Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, 4. baskı, Ankara 1990, 55.
  • Claude Cahen, İslâmiyet, çev. E. N. Erendor, İstanbul, 1990, 196.
  • Faruk Sümer, “Türklerin İslâmiyete Girmeleri”, 7-9.
  • Barthold, Dersler, 77-78; Esin, İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâmiyete Girişi, İstanbul 1978, 151.
  • Köprülü, “Ribat”, Vakıflar Dergisi, c. II, 1942, 272-273. Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 290; Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, 115-116.
  • Hakîm es-Semerkandî, Sevâdu’l-Âzam, İstanbul 1877, 39. Ayrıca krş., EmrullahYüksel, “Eş’arîler ile Mâturîdîler Arasındaki Görüş Ayrılıkları”, Ata. Üni. İİFD, S. 4, Erzurum 1980, 96.
  • Esin, İslâmiyeten Önceki, 150-151.

 

  • Madelung, 247.
  • Günaltay, “Selçuklular Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Sosyal, Ekonomik ve Dinî Durumu”, Belleten, c. VII, 1943, 81-82, 84-85; Günay-Güngör, 206.
  • Yusuf Ziya Yörükân, İslâm Akâid Sisteminde Gelişmeler, nşr, T. Yörükân, Ankara 2001, XXXIV.
  • Huleyf’in Mukadimesi, 8.
  • Mâturîdî, 4.
  • Mâturîdî, 135-136.
  • Mâturîdî, 2-4; Huleyf’in Mukadimesi, 26-27.
  • Yüksel, 97-98; A. M. Eyyub Ali, “Mâturîdîlik”, İslâm Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif, çev. A. Ünal, İstanbul, 1996, IV, 298-300.
  • Mâturîdî, 74.
  • Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, İstanbul 1981, 124-125.
  • Mâturîdî, 225-226.
  • Bu konuda detaylı bir inceleme için bk., M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Mâturîdî, İstanbul 1980, 275-310.
  • Mâturîdî, 389, 395. Ayrıca krş, Kutlu, 278-279, 281.
  • Günay, “Anadolu’nun Dinî Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü”, Erdem TürklerdeHoşgörü Özel Sayı I, Ankara 1996, 192-193.
  • Günaltay, “Selçuklular Horasan’a İndiklerinde İslâm Dünyası”, 80, dipnot: 40.
  • III/X. yy’ın sonlarında Bulgarların çoğu İslâm’ı benimsemişlerdi ve her köy, kasaba ve şehirde Kur’an okulları mevcuttu. Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 268; Günay-Güngör, 225-229.
  • Karakoyunluların istisna olarak Şîîliği benimsediğini ileri süren görüşler varsa da Sümer ve Bosworth bunu ihtiyatla karşılar ve dönemin kaynaklarındaki bilgilerin kesin olmadığını ifade eder. Bk., Sümer, “Karakoyunlular”md., İA, VI, 304; Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi, 210. Diğer bir istisna olan Safevî Devleti, Türk bir hanedan önderliğinde kurulmuş olmasına rağmen, İslâm’dan farklı evrensel dinlere giren Türk boylarının milliyetleri kaybetmelerine benzer bir şekilde, zamanla büyük ölçüde milliyetlerini kaybetmişlerdir.
  • Turan, Türk Cihan Hakimiyeti, 227.
  • İbnü’l-Esîr, IX, 462 vd.; M. Şerafeddin Yaltkaya, “Selçuklular Devrinde Mezâhib”, Türkiyât Mecmuası, c. I, İstanbul, 1925, 115 vd.
  • Günay-Güngör, 247-248.
  • İbnü’l-Esîr, X, 68-69; Yaltkaya, “Selçuklular Devrinde Mezâhib”, 117. Mekke emîri için defaten 30.000 bin dinar ve her sene 10.000 dinar gönderilmesi va’d edilmiş; Medine için ise, defaten 20.000 dirhem ve her sene için 5.000 dirhem va’d edilmiştir.
  • İbnü’l-Esîr, X, 70-71; Yaltkaya, “Selçuklular Devrinde Mezâhib” 117.
  • Yaltkaya, “Selçuklular Devrinde Mezâhib” 118. Suveru’l-Ekâlim’den naklen.
  • Cahen, “Le probleme du Shî’ısme Dans l’Asie Mineure Turque Pre-Ottomane”, Le Shî’sme İmâmite, Paris 1970, 117; aynı mlf, Osmanlı

lardan Önce Anadolu’da Türkler, 245 vd. Müellifin Selçuklular hakkındaki bu kanaatine katılmak mümkün görünmemektedir. Selçuklularda diğer Türk devletlerinde olduğu gibi geniş hoşgörü sahibiydiler, ancak dinin, devletin ve halkın bekasını tehdit eden unsurlara karşı mücadeleyi de bir görev addediyorlardı. O dönemde bu tehdidin en belirgin destekçileri ise Mısır Fatımîleri ve onların İran’daki uzantıları olan Alamut Batınîleriydi. Bu bağlamda Selçukluların geçmiş tecrübelerden de istifade ile Şîî-Batıni devlet ve gruplarla mücadelesinden daha tabii bir şey olamazdı. Bu mücadelenin gerekliliği konusunda Nizamülmülk’ün değerlendirmelere bakılabilir. Bk. Siyasetnâme çev. N. Bayburtlugil, 2. baskı İstanbul 1987. 257-259.

  • Kadılar ile ilgili nadir menşûr örneklerinden bazıları Turan tarafından neşredilmiştir, bk., Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, 2. baskı, Ankara 1988, 41-47, XXXVI-XLI arasındaki beş vesika.
  • Turan, Türk Cihan Hakimiyeti, 299.
  • Osman Çetin, Anadolu’ya İslâmiyetin Girişi, 2. baskı, İstanbul 1990, 104, Sâvî’nin “Akâid-i Ehl-i Sünnet”adlı risalesinden naklen.
  • Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm, Sicistanlıdır, Nişabur, Belh, Merv, Herat Gur, Gazne ve Horasan’ın köylerinde faaliyet göstermiş, Mekke ve daha sonra Kudüs’e giderek burada ölmüştür (869). Bk. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, tah., M. Kîlânî, Beyrut 1986, I, 32-33; Bağdâdî, Mezhepler

 

Arasındaki Farklar, çev. E. R. Fığlalı, Ankara 1990, 160-161; M. Şerafeddin, “Kerrâmîler”, DFİFM, sene: 3, S. 11, İstanbul, 1929, 1-3.

  • Henry Laoust, İslâm’da Ayrılıkçı Görüşler, çev. E. R. Fığlalı-S. Hizmetli, Ankara 2000, 135.
  • Kerrâmiyye’nin görüşleri için bk., Şehristânî, I, 108-113; Bağdâdî, 161-168; M. Şerafeddin, “Kerrâmîler”, 6 vd.; Henry Laoust, 135-136.
  • Margoliouth, “Kerrâmiye”, İA, VI, 595; M. Şerafeddin, “Kerrâmîler”, 4-5; Günaltay, “Selçuklular Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyası”, 86.
57 Günay-Güngör, 238; Kutlu, 239-240.
58 Bk. Câhız, 75-76.
59 Kutlu, 167.
60 Huleyf’in Mukaddimesi, 6; Kutlu, 167.
61 Kutlu, 167-168.
62 Nyberg, “Mûtezile”, İA, VIII, 761; Laoust, 200.
63 İbnü’l-Esîr, X, 45-46. Ayrıca bk., M. Şerafeddin, “Selçuklular Devrinde Mezâhib”, 101 vd

 

makalede vezirin, bilhassa Şafiîlere ve Eş’ârîlere karşı mücadeleleri anlatılır.

  • Günay-Güngör, 198.
  • Şîîliğin tanımı hakkında bk., 5; Şehristânî, I, 146-147; E. R. Fığlalı, İmâmiyye Şîası, Ankara, 1984, 9-13; Hasan Onat, Emevî Devri Şîî Hareketleri, Ankara, 1993, 15.
  • Şîî fırkaların başlıcaları Keysâniyye, Zeydiyye, İmâmiyye (İsnâaşeriyye), İsmâîliyye’dir. Bu konuda bk., Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa, Necef 1936, 17 vd.; Bağdâdî, 26; Şehristânî, I, 147.
  • Örneğin bk., M. F. Köprülü, “Bektâşîliğin Menşe’leri” Türk Yurdu, c. II, Nu: 8 1341, 125­126; İrene Melikoff, Abû Müslim Le “Porte-Hache” du Khorassan, Paris, 1962, 61; A. Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, 2. baskı, İstanbul 1996, 154.
  • Melikoff, 61.
  • Mes’ûdî, Mürûcu’-Zeheb, tah. M. M. Abdulhamid, Beyrut, trz, III, 306; İbnü’l-Esîr, V, 392­393.
  • İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, tah. İ. Ramazan, Beyrut 1994, 418; Melikoff, 56-57. Ebû İshak İranlı olmasına rağmen, Türkler arasına elçi olarak gönderildiği için “et-Türkî” diye anılıyordu.

957

 

  • İbnü’l-Esîr, VI, 42-53; Bağdâdî, 200-201; Şehristanî, I, 153-154. Melikoff, 57-58.
  • İbnü’n-Nedîm, 417; Nizamülmülk, Siyasetnâme, 317-324.
  • Bu zümrelere nispet edilen görüşler hakkında bk., Nevbahtî, 46-52; Bağdâdî, 198-206.
  • Ocak, Babaîler İsyanı, 154. Bu isyanların tarihi bakımdan incelendiği yeni bir monografi için bk., Cem Zorlu, Abbasîlere Yönelik Dinî ve Siyasî İsyanlar, Ankara 2001, özellikle 123-166.
  • Bağdâdî, 200.
  • İbnü’l-Esîr Üstâd-ı Sîs’in etrafına üç yüz bin kişi topladığını söylerken (bk, el-Kâmil, V, 477), Köprülü bu isyana üç yüz bin Oğuz’un iştirak ettiğini söyler. “Bektâşîliğin Menşe’leri”, 126-127.
  • Afşin ile ilgili rivayetler hakkında bk. İbnü’l-Esîr, VI, 446-454. Ebû Zehra bunu Mutezîlîlerin bir başarısı gibi nakletmektedir. Bk., Tarihu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyyîn, 142-147; Yıldız ise olayın arkasındaki siyasî nedenleri irdelemiştir. Türkler ve İslâmiyet, İstanbul 1976, 96-105.
  • Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 293; M. Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara, 1991, 27.
  • İbnü’l-Esîr, VII, 114-116, VIII, 71-73; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1987, V, 457-463.
  • Büyük İslâm Tarihi, V, 459; Kutlu, 162.
  • Ebû Dülef Seyahatnâmesi, çev. R. Şeşen, İstanbul 1995, (İbn Fazlân Seyahatnâmesi içinde), 89; Esin, “Türklerin İslâmiyete Girişi”, 293, 304; Şeşen “Bağraç” kelimesini “Buğraç” okuyarak, bunlarla Karahanlıların kastedildiğini, fakat onların Sünnî olduklarını ifade ile Ebû Dülef’in malumatına itibar etmiyor. Bk., aynı yer Dipnot: 153. Ancak Karahanlıların menşe’i ve Karahanlılarda görülen Buğra ve Arslan ünvanlarının Karlukların iki büyük boyu olan Yağma ve Çiğillerin ongunları olduğu göz önüne alınırsa (bk, O. Pritsak, “Karahanlılar” md., İA, VI, 252-253.); etimolojik benzerlikten hareketle yapılan bu izahı kabullenmek mümkün görünmemektedir.
  • Bâtıniyye, İslâm düşünce tarihinde hakikati ifade eden bâtının ancak masum bir imamın öğretmesiyle (talimiyle) bilinebileceğini ve kurtuluşun zamanın imamına bağlanmakla mümkün olduğunu kabul edip, nassları te’vil eden ve İslâm’ın temel hükümlerini bütün Müslümanların anlayışından farklı yorumlayarak din anlayışlarını inkar ve ibaha sınırlarına kadar götüren, son derece gizli bir şekilde teşkilatlanmış örgütler vasıtasıyla merkezî idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken siyasi grupları ifade eder. Bâtıniyye H. III. yy’ın ikinci yarısından itibaren münhasıran, İmam Ca’fer Sadık’tan sonra yedinci imam olarak onun büyük oğlu İsmail’i (759) tanıyanlar ve

 

imameti onun neslinde devam ettirenleri ifade etmiştir. Bu nedenle onlara İsmailiyye de denilir. Bk., Ahmet Ateş “Batıniyye” md., İA, II, 539 ve Avni İlhan “Batıniyye” md., DİA, V, 191.

  • Nizamülmülk, 286-287; S. M. Stern, “The Early İsmâilî Missioneries in the Nort-Vest Persia and in Khurâsân and Transoxania”, Studies in Early İsmâ’ilism, E. J. Brill, Leiden 1983, 190­191; Farhad Daftary, The Ismâ’îlîs, Cambridge 1990, 120. Deylemî Horasan dâîsinin eş-Şârânî diye tanındığını ondan daveti Hüseyin b. Mervezî’nin aldığını söyler, bk., Beyânu Mezhebi’l-Batıniyye, nşr. R. Strothman, İstanbul 1939, 21.
  • Nizamülmülk, 287-290; S. M. Stern, 194-201; F. Daftary, 121-123.
  • Nizamülmülk, 291-299. Ancak İbn Nedîm olayı biraz farklı nakleder. Ona göre emîr Nasr, ömrünün sonlarında hastalanmış ve bunu İsmâîlîleri desteklemesinden dolayı ilahî bir ceza olarak algılayıp pişmanlık duymuştur. Yerine geçen oğlu Nuh da İsmâîlîleri tedip edip cezalandırmıştır. el- Fihrist, 234. Konuyla ilgili değerlendirmeler için bk, Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, çev. H. D. Yıldız, Ankara, 261-263.
  • Nizamülmülk, 303-309.
  • Davetü’l-Cedîde hakkında geniş bilgi için bk., İbnü’l-Esîr, VIII, 25-50; Cüveynî, Tarih-i Cihangüşâ, çev. M. Öztürk, 2. baskı, Ankara 1998, 512-577; Deylemî, Beyânu Mezhebi’l-Bâtıniyye, 19-25; Gazzalî, Bâtınîliğin İç Yüzü, çev. A. İlhan, Ankara, 1993; 23-90; Lewis, 33-55; Günaltay, “Batınîlik Tarihi”, DFİFM, S. 8, 1-27; Yusuf el-Ğavânime, Ğulâtu’ş-Şîati’l-Batıniyye fi’ş-Şam, Ürdün, 1981 22-41; F. Daftary, 324-434.
  • Lewis, 60 vd.; F. Daftary, 385-392.
  • Bu konuda bk., Bağdâdî, 228-233; Gazzâlî, 20-23; Deylemî, 25-26.
  • Bu iddia sahiplerinden birisi F. Babinger’dir. O iddiasını Orta Asya’dan başlayan bir teşeyyü’ fikriyle temellendirmekte ve Anadolu’daki bazı sanat eserlerinde tezahür eden Şîî motiflerle desteklemektedir. Bk, “Anadolu’da İslâmiyet”, DFEFM, S. 3, 1922, 191 vd. Ancak mesela Barthold gibi araştırmacılar, Orta Asya’daki Sünnî yapılanmayı ortaya koymuş, ve bu yapı büyük ölçüde değişmeden Anadolu’ya aksetmiştir. Bk., Türkistan, bilhassa İkinci Bölüm (194-343). Köprülü’nün “Anadolu’da İslâmiyet” DFEFM, S 4-6, 1922, makalesi de Babinger’i tashih niteliğindedir; resmî makamların Şîîliği benimsedikleri fikri reddedilirken Anadolu’daki Şîîliğin farklı kaynakları gösterilir.
  • Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirâtü’z-Zaman, (kayıp Uyûnu’t-Tevârih’ten naklen Selçuklularla ilgili bölüm), haz. A. Sevim, Türk Tarih Belgeleri Dergisi, c. XIV, S. 18, Ankara 1992, 234. Ayrıca krş, M. Halil Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944, 116; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 3. baskı, İstanbul 1993, 69-70.

 

  • Yınanç, 50; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 70.
  • Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, 2. baskı, Ankara 1989, 98-99, 114-115.
  • Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, çev. Y. Yücel-B. Yediyıldız, Ankara 1992, 56.
  • Yınanç, 123; Sevim, 109-112.
  • Yınanç, 117.
  • Nusayrîlik, Muhammed b. Nusayr’a nisbet edilen, IV. yy’da Bâtıniyye’den ayrılarak Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbî tarafından sistemleştirilen ğalî bir fırkadır. Oluşumunu tamamlamasından itibaren Fatımîlerin baskısıyla Suriye’nin dağlık bölgelerine çekilerek, Antakya civarında günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Daha geniş bilgi için bk., Adanalı Süleyman Efendi, Kitâbu Bakûrâti’s-Süleymaniyye, Beyrut, 1863 (içinde Kitâbu’l-Mecmu’ neşredilmiştir); Massignon, “Les Nusayris”, Opera Minora, Lübnan 1963, II, 619-624; A. Bedevî, Tarihu’l-Mezâhibi’l- İslâmiyyîn, Beyrut, 1973, II, 423-502 (ilgili kısımda Kitâbu Diyâneti’n-Nusayriyye neşredilmiştir); Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans la Region d’Hatay, (Dr. De III. e cycle) Paris 1973; Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 141-143.
  • Yezîdîlik, Şeyh Adî b. Müsafir’e (1162) nisbet edilen Adeviyye tarikatının sonraki asırda torunu Şeyh Hasan b. Adî’den (1254) itibaren sapık inançlara yönelmesiyle oluşan bir fırkadır. Daha fazla bilgi için bk., M. Şerafeddin, “Yezîdîler”, DFİFM, I, 1926, 1-35; Abbas Azzavî, Tarihu’l-Yezîdiyye ve Aslu Akîdetihim, Bağdad, 1935; R. Lescot, Enquete sur les Yezîdis de Syrie et du Djebel Sindjâr, Beyrut, 1938; Mehmet Aydın, “Yezîdîler ve İnanç Esasları” Belleten, LII, 1988, 33-74; Ahmet Turan, Yezîdîler, Samsun, 1993.
  • Ehl-i Hakk, 1272’de doğan, 1316’da mezhebini yaymaya başladığı rivayet edilen Sultan Sohak diye bilinen İshak’ın kurduğu bir fırkadır. Mezhep mensupları, Hanedân-ı Heftegâne adıyla yedi büyük aileden Sâdât-ı Hanedân-ı Hakikat denilen yedi pîr tarafından idare edilmişlerdir. Sultan Sohak’ın ölümünden sonra beş ailenin ilavesiyle sayı on ikiye çıkarılmıştır. Bunun için Ehl-i Hakk mensubu her fert bu on iki aileden birine bağlanmak zorundadır. Geniş bilgi için bk., Minorsky, “Notes sur la Secte des Ahle-Haqq”, RMM, S. 40, 1920, 20-97; S. 41, 1921, 205-302; Hamid Algar, “Ehl-i Hakk”, DİA, X, 511-513. XIV. yy’ın başlarından itibaren tarih sahnesinde görünmelerine rağmen bazı araştırmacılar Sultan Sohak ile Baba İshak’ın isim benzerliğinden hareketle Ehl-i Hakk’ı Babâîliğin bir uzantısı gibi görmüşlerdir. Örnek olarak, bk., C. İbrahim Vefâî, Ehl-i Hakk ve Edebiyatı, İstanbul, 1978, (yayınlanmamış Dr. Tezi), 8-14. Ancak tarihi hadiselerin gelişimi ve o dönemin kaynaklarında bunu telmih edecek bir bilginin bulunmayışı, böyle bir iddianın asılsızlığını ortaya koymaktadır. Fırkanın oluşum sürecinden hareketle, ancak XV. yy’dan sonra kendileriyle ilişkiye giren aşiretleri etkilemiş olacağı tahmin edilebilir.
  • Bu konuda bk, Yaşar Kutluay, İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Ankara 1964, 213-214; İrfan Abdulhamid, Dirâsât fi’l-Fırak ve’l-Akâid, Bağdat 1967, 51-55; Fethi M. Zağbî, Ğulâtu’ş-Şîa, Tanta 1988, 632-643.
  • Massignon, “Les Nusayris”, 620-621.
  • Süleyman Fikri, “Teke Vilayetinde Tahtacılar”, Türk Yurdu, V, Mayıs 1927, 486-487.
  • Massignon, “Selman Pâk et les Premices Sprituelles de l’Islam İranien”, Opera Minora, II465-470.
  • Kırzıoğlu, Kıpçaklar, 213, (Tevârih-i Cedîd-i Mir’ât-i Cihân’dan naklen).
  • Şeref Han, Şerefnâme, çev., M. A. Avni, Kahire 1962, 16.
  • İbnü’l-Esîr, III, 33 vd.
  • , Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlarda Anadolu’da Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Erzurum 1993 (yayınlanmamış Dr., tezi), 72-73.
  • Kırklar Meclisi hakkında bk., Buyruk, nşr., S. Aytekin, Ankara, tarihsiz, 7-12; Noyan, Bektâşîlik Alevîlik Nedir?, 65-67. Kırklar Meclisinin prototipini oluşturan daha realist bir rivayet için bk., A. Gölpınarlı, “Burgâzî ve Fütüvvetnamesi, İÜİFM, XV, 1953-4, 136.
  • Turan, Selçuklular Tarihi, 317; aynı mlf, Türk Cihan Hakimiyeti, 264.
  • Günaltay, “Selçuklular Horasan’a İndiklerinde İslâm Dünyası”, 82-84; Lewis, 36.
  • Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, 3. baskı, İstanbul 1981, 170-171.
  • Spuler, İran Moğolları, çev. C. Köprülü, 2. baskı, Ankara 1987, 268.
  • en-Nâsır hakkında bk., Cüveynî, Târîh-i Cihanguşâ, 559-561; Celaleddin es-Sûyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, Beyrut trz., 413-421; F. Taeschner, “al-Nâsır li-Din Allah” İA, IX, 92-93.
  • Laoust, 136.
  • Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. A. Kazancıgil, İstanbul 1994, 93-94.
  • Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. baskı, Ankara 1981, 18-19; Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, 57. M. Eröz, günümüz Alevî kültüründeki dede ve babalarla, eski Türk dinindeki kamlar arasında geniş bir karşılaştırma yapmıştır, bk., Türkiye’de Alevîlik ve Bektâşîlik, Ankara 1990, 257-286.
  • Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 19; Ocak Kalenderîler, 23-24.

961

 

  • Köprülü, aynı eser, 62-63, 64-65.
  • Yakıt, “Hoca Ahmed Yesevî ve Türk Düşünce Tarihindeki Yeri”, SDÜİFD, I, 1994, 10-11.
  • Kemaleddin Eraslan, Hoca Ahmed Yesevî ve Divan-ı Hikmet’inden Seçmeler, Ankara, 1991, 30-31, 36-37.
  • Köprülü, aynı eser, 174-180; Bayram, a.g.m., 540-543.
  • Barkan, Kolanizatör Türk dervişleri, 299-302; Turan, Vesikalar, 66, 79; Ocak, “Zaviyeler”, 267-268.
  • Köprülü, aynı eser, 195 vd.; Ayas, 47-48; Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Ankara 1990, 102-103.
  • Vefat tarihleri zikredilmeyen bu erenler XIV. asrın ilk yarısında yaşamışlardır.
  • Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 205-207; aynı mlf., “Bektaşîliğin Menşe’leri”, TY, II, S. 8, 1341, 133-135; aynı mlf., “İslâm Sûfî Tarikatlarında Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri”, çev., Y. Altan, AÜİFD, XVIII, 1970, 148-152; Togan, a.g.e., 333-335; Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, 104-117, 127-132.
  • Ocak, Babaîler İsyanı, 37 vd.
  • Ocak, aynı eser, 101-105.
  • Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye fî Menâsıni’l-Ünsiyye, haz., İ. E. Erünsal-A. Y. Ocak, İstanbul, 1984, XLII-XLIII, beyit, 190, 194, 208-210.
  • Ocak, Babaîler İsyanı, 146-147.
  • Sabahattin Güllülü, Ahi Birlikleri, 2. baskı, İstanbul 1992, 30-34.
  • Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1987, 102 vd.
  • , Sarıkaya, agt., 93 vd. Ancak siyasî tercihler bakımından Konya’da Ahi-fütüvvet ehlinden bazılarının Mevlevîlikle mücadele halinde olduğu bilinmektedir. Geniş bilgi için bk., Bayram, 89-96.
  • Bu konuda bk. Sarıkaya, “Ahilik Kültürünün Alevîliğe Yansıyan Boyutları”, II. Antalya Yöresi Ahilik El Sanatları Sempozyumu, Antalya 11 Ekim 2000, 18-28.
  • Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. T. Yazıcı, 2. baskı, İstanbul 1989, I, 411; Aşıkpaşazâde, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. N. Atsız, İstanbul 1985, 195. J. Kingley Birge, Bektâşîlik

962

Tarihi, çev. R. Çamuroğlu, İstanbul, 1991, 36-56; Y. Nuri, Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşîlik, İstanbul 1990, 53-54; Fığlalı, Türkiyede Alevîlik Bektâşîlik, 140-142.

  • Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Vilâyet-nâme, haz. A. Gölpınarlı, (tıpkı basım) İstanbul 1990, 1. E. Coşan, bu nispetin doğru olabileceğini belirtir, bk., Hacı Bektaş Velî Makâlât, İstanbul trz. XXI-XXII.
  • Aşıkpaşazâde, 195. Müellif Hacı Bektaş’ın irşat için Bacıyân-ı Rum’u seçtiğini belirtir.
  • , Bedri Noyan, Bektâşîlik Alevîlik Nedir?, 3. baskı, İstanbul, 1995, 37-42; Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, 159-160; Güzel, “Hacı Bektaş Veli”, Kadri Eroğan Hacı Bektaş Veli Armağanı, Ankara, 1997, 30-31.
  • Eser üzerinde en ciddi çalışma M. E. Çoşan tarafından akademik bir araştırma olarak yapılmıştır. Hacı Bektaş Velî Makâlât.
  • Öztürk, Tarihi Boyunca Bektâşîlik, 99 vd.; Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, 168-178.
  • Hacı Bektaş Velî Makâlât, 19-22, 23-28, 29-30.