Prof. Dr. İbrahim MARAŞ: Ahmet Yesevî Düşüncesinde Ahlâk Felsefesi
Ahmet Yesevi (ö. 1166) Düşüncesinde Ahlâk Felsefesinin Temel Kavramları
Prof. Dr. İbrahim MARAŞ
Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi
İslam öncesi ve İslâmî dönem Türk düşüncesinin en önemli ortak yanlarından birisi ahlâkî ilkelerdir. Ciddi bir toplumsal yapı kurmanın ve bunun devamlılığını sağlamanın en önemli yolu ahlâkî normların topluma yerleşmiş olmasıdır. İslam öncesi Türk toplumunda ahlâkî kurallar töreyle, yani ilâhî bir kaynakla ilişkilendirilmiştir. Bu ilahi veya metafizik kaynak, ahlâkî normların ya da Türk’ün töresinin, bizim anladığımız manada gelenek, görenek veya uylaşım dediğimiz daha yerel bir çizginin ötesinde evrensel karakterini ortaya koymaktadır. İşte bu yüzdendir; birey, toplum, devlet ve kut sahibi yönetici tarafından oluşturulacak yeryüzü nizamı (sonraki dönemde nizam-ı âlem), sağlamış olduğu bu ahlâkî nizamla bir bakıma erdemli yöneticiye da¬yalı erdemli bir devleti de meydana getirecektir. Söz konusu erdemli devletin kurucu unsuru olan ve özellikle de yöneticisinde bulunması gereken temel ahlâkî erdemlerden ilki; insanın, kendisinin, toplumun ve hayatın manasını hakiki bir şekilde anlamasını sağlayan aklî, gerçekçi bakış açısına sahip olmasıdır. İkincisi, insanın insan olarak yaşamasını sağlayan ve özellikle onun istek ve arzularında ifrat ve tefrit arasında orta yolu tutmasına imkân veren iffet olgusudur. Üçüncüsü, insanı hayvan cinsinden ayıran ve onu yekdiğerini düşünebilen merhamet sahibi canlı yapan, aynı zamanda onu dimdik ayakta durdurmakla kalmayıp haksızlıklar karşısında da göz kırpmadan mücadeleye yönlendiren cesaret, yiğitlik ve kahramanlık olgusudur. Nihayet dördüncüsü ve sonuncusu, ilk üç ilkenin de toplumsal hayata intibakını sağlayan ve toplumsal hayatın temeli olan adalet ilkesidir. Dünya ve öteki dünya dengesini kurmuş olan Türk toplumunun, kısa zamanda büyük topluluklar halinde İslâmî hayata uyum sağlamasının arkasında yatan sebep de budur. Meşhur Mutezilî bilgin Cahız (ö. 869)’ın henüz Türklerin kalabalık gruplar halinde Müslüman olmadan önce oldukça erken bir tarihte yazdığı eserde aktardığı kayıtlar ve Göktürk (Orhun) yazıtlarındaki ifadeler bunun en bariz göstergeleridir.
Cahız (ö. 869)’ın, eserinde, İslam’ı kabul etmeden hemen önceki dönemdeki Türkler; vatan sevgisi, sözünde durma, vefa, insaf, anlayış, ağırbaşlılık, edep, cesaret, kahramanlık, cömertlik, adalet, yaltaklıktan ve ikiyüzlülükten hoşlanmama, riyadan uzak durma, büyüklenmeme, alçak gönüllülük, misafirperver olma, gayrı meşru ilişkiden nefret etme vb. birçok erdemlerle vasıflandırılmaktadır[1]. Yine Göktürk (Orhun) yazıtlarında Türk kağanlarının bilgili (bilge, hakim), cesur, adaletli, ilkeli olmasından bahsedilmekte ve böyle erdemli olduğu için milletinin de erdemli olduğu kaydedilmektedir. İlli, töreli, Tanrı’dan kut almış olan bu “bilge” kağanlar, Tanrı tarafından seçilmiş yarı Tanrı insanlar değil, bilakis Tanrı nizamını ve dolayısıyla evrensel ahlâkî değerleri yaydıkları ve toplumu ve dünyayı mutlu kıldıkları için Tanrı’ya bağlanmışlardır[2].
Yukarıdaki kısa izahlardan anlaşılacağı üzere Türk düşünürlerinin ilk İslâmî eserlerinin tasavvufî ve felsefî olmakla birlikte yoğun ahlâkî ve toplumsal içerikli olması ve bu ahlâkî eserlerin çoğunun Türkçe kaleme alınması oldukça dikkate değerdir. Tarihsel süreçte Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakayık’ı, Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hik- met’i ve Sufi Danişmend’in Mir’atü’l-Kulûb adlı eseri başta olmak üzere ahlâk felsefesini ele alan yüzlerce mensur ve manzum eser yazılmıştır. Bunlar arasında Arapça olarak yazan ve yine erdemli devlet ve erdemli toplum üzerinde duran Fârâbî, İbn Sina vb. büyük Türk düşünürlerini de sayabiliriz. Bu sayılanlar arasında; hem yazdığı Türkçe manzum hikmetler ve diğer çalışmalar, hem yetiştirdiği alperenler hem de hikmetlerinin ulaştığı coğrafyanın genişliği açısından en dikkat çekici olanlardan birisi, Türkistan’ın Pîri Hoca Ahmet Yesevi’dir.
Hoca Ahmet Yesevi, gerek hikmetlerinde gerekse diğer eserlerinde İslam ahlâk felsefesinin teorik (felsefî) ve pratik (amelî) diyebileceğimiz iki yönü üzerinde de durmuş ve teorik ahlâkın temel unsurlarını ve en ağır konularını, kavramlarını büyük bir incelik ve ustalıkla işlemiştir. Ahmet Yesevi, ahlâkın tanımı, kaynağı, ilkeleri, söz konusu ilkelerin bilinmesi, hayata tatbiki ve bir- birleriyle ilişkileri, ahlâkî hürriyet, sorumluluk ve sorumluluğun temellendirilmesi, erdemli birey ve erdemli toplumun oluşturulabilmesi için yapılması gerekenler, ideal ahlâkı kendinde yaşatan ariflerin toplumsal sorumlulukları, toplumsal erdemsizlikler vb. konularda birçok fikirler ileri sürmüştür. Biz burada Hoca Ahmet Yesevi’nin ahlâk anlayışını onun kullandığı bazı temel ahlâkî kavramlar etrafında incelemeye çalışacağız.
Türk İslam ahlâkının en önemli simalarından olan Hoca Ahmet Yesevi, 12. asırdan başlayarak Türk dünyasının her tarafında ve Balkanlarda düşünceleri, hikmetleri ve bilhassa Türkçeyi din dili olarak yaygınlaştırmasıyla etkili olmuş, en ağır ahlâkî, felsefî ve tasavvufî konuları sade bir dille anlatabilmeyi başarmıştır. Türkçe olarak kaleme alınan anlaşılması kolay manzum hikmetleri dilden dile dolaşmış ve ezberlenmiştir. Onun “hikmet”lerinin ne zaman toplandığı bilinmemekle beraber, el yazmaları halinde elden ele, dilden dile dolaşmış ve sonraları Divan-ı Hikmet ismiyle defalarca basılmıştır. Bu incelememizde, henüz tahkikli bir neşrinin maalesef elimizde olmadığı Divan-ı Hikmet’in Hayati Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından basılan 6. baskısı (Ankara 2010) ile editörlüğünü Mustafa Tatçı’nın yaptığı Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk-Kazak Üniversitesi yayımı (Ankara 2016) olan baskıyı kullandık. Ancak bu ikinci nüsha da yine Hayati Bice’nin Türkçeleştirmesi ile basılmıştır. Bu arada şunu da öğrenmiş bulunmaktayız ki, Divan-ı Hikmet’in istinsah tarihi ve müstensihi belli şimdiye kadar bilinen en eski nüshası (H. 1061/M. 1650) olan Mısır nüshası Mehmet Mahur Tulum tarafından filolojik bir şekilde hazırlanmış ve baskıya hazır hale getirilmiştir.
Döneminde çok iyi bir eğitim almış olan Hoca Ahmet Yesevî, felsefî, ahlâkî, tasavvufî ve kelâmî konuları herkesin anlayacağı bir üslûpla dillendirmiş ve adeta bütün zamanlara bir gönül köprüsü kurmuştur. Ahmet Yesevî, İslam dininin ve tasavvufun ahlâk temelli öğretiminde önde gelen isimlerinden olmuştur. Onun ahlak anlayışında en çok üzerinde durduğu kavram, muhabbet ve aşk kavramlarıdır. O, söz konusu bu iki kavramı, öncelikle var oluşun kaynağı olarak görmektedir. Şu hikmet bunu açıkça göstermektedir:
“Allah söyledi: “Rahmetimden aşkı yarattım”,
Onun için aşıkları çok ağlattım,
Dert ve bela, mihnetlere bel bağlattım,
Belim bağlayıp aşk yolunda ölmeyim mi?”[3]
Hoca Ahmet Yesevi, Allah aşkını, klasik İslam düşüncesinde olduğu gibi, insan hayatının ve ahlakın temeline koyarak hareket etmekte ve yaratılan her şeye Yaratan’dan ötürü aynı muhabbet ve aşkla bakma tavrını benimsemektedir. Kâfir dahi olsa onu incitmenin yanlışlığını vurgulayan Yesevi’ye göre bir insanda eğer can, kalp varsa muhabbet ve aşk da olmak zorundadır, aksi takdirde bu kişilerde kalbin varlığından söz edilemez. Dolayısıyla kelimenin tam manasıyla insan olmak, muhabbet sahibi olmak demektir. Kendisinden önceki İslam filozoflarından İbn Miskeveyh’in insanın bir ünsiyet varlığı olmasına yaptığı vurguyu[4] adeta devam ettiren Yesevi, bunu bir hikmetinde şöyle ifade etmektedir:
“Muhabbetin şarabından tatmayanlar,
Bayezid gibi her gün özünü satmayanlar,
Bu dünyanın izzetinden geçmeyenler,
Hayvandırlar, belki ondan beter dostlar. ”[5]
Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinde en sık geçen kavramlardan olan muhabbet ve aşk, çeşitli şekillerde yeni kavramlar halinde de kullanılmıştır. Meselâ, muhabbet câmı (muhabbet şarabı)[6], muhabbet davası (sözde muhabbet)[7], muhabbet deryası[8], muhabbet (aşk) ateşi[9] ve aşk dükkanı[10] vb. Bütün bu kavramlar aşk ve muhabbet kavramının önemini ve derinliğini ifade etmek için çeşitlendirilmiştir.
Ahlâkın aşk ile temellendirilmesi önemli bir konudur. Başta Fârâbî, İbn Sina ve İbn Miskeveyh olmak üzere birçok filozof, aşkın varoluşsal bir gerçeklik olduğunu savunmuşlar ve Allah aşkının ahlâkın yegâne temeli olduğunu, gerçek haz ve mutluluğun zirvesine ancak O’na duyulan aşk ile ulaşılabileceğini iddia etmişlerdir. Çünkü filozoflar açısından Allah, hem Aşk’ın kendisi, hem Âşık, hem de Maşuk’tur. Tıpkı Yesevi gibi, bunu göstermenin en iyi yolu dünya hayatında gerçekleştirilen erdemli hareketlerdir[11]. Aşk ancak böyle tecelli etmiş olacaktır. Aşk cevherini içinde iradi olarak taşıyan tek varlık olması hasebiyle insana büyük görev düşmektedir. İşte bu görev, güzel ahlâkın tecellisidir. Dolayısıyla ahlâkın hem dünyevî hem de metafizik bir boyutu söz konusudur. Çağdaş düşünürlerimizden Hilmi Ziya Ülken de, aşk ahlâkı üzerine yazdığı eserde, aynı doğrultuda: “Sevgi ahlâkı, menfaate ve tatmine köle olmayan, dıştan veya sırlardan gelen hiçbir emre boyun eğmeyen, yalnız içten gelen mutlak emirlere, ruhun kudretine bağlı olan ahlâktır, insanlık ahlâkıdır.”[12] demektedir.
Yesevi’nin “aşk” ve “muhabbet” sahibi “âşık”ını daha iyi anlayabilmek için bir başka kavrama daha bakmak lazımdır. Bu kavram “irfan” ve “ârif” kavramlarıdır. Bu kavram da Yesevi öncesi İslam düşüncesinde yerleşmiş bir kavramdır. Özellikle İbn Sina, el-İşarat ve’t-Tenbihat’ta zahid, abid ve arif derecelerinden insani kemal dereceleri olarak bahsetmekte ve arif’i en üstte görmektedir[13]. Yesevi’nin hikmetlerinde de aynı durum söz konusudur. Klasik tasavvuf teorisinde şeriat, tarikat ve hakikat veya marifet üçlemesinin üçüncüsüne denk gelen bu kavram, ahlâkî mükemmelliğe hem bilgi hem de amel açısından ulaşmış insan tipini temsil etmektedir. Şu hikmet bunu en güzel şekilde ifade etmektedir:
“Şeriattır aşıkların efsanesi,
Arif aşık tarikatın inci tanesi,
Nereye gitse Cananıdır, hem-hanesi(her an her yerde O’nunladır)
Bu sırları arş üstünde gördüm ben işte”[14].
Sadece yukarıdaki bu hikmet bile arifin şeriat ve tarikat mertebelerini aşan yapısına işaret etmektedir. Yesevi bununla da kalmamakta abid ve zahid, bazen de alim derecelerine yönelik eleştirilerde bulunmaktadır. Meselâ bunlardan birinde, alimlerle ariflerin dini anlamadaki kıyaslaması verilmekte ve dini Arapça ve Arap kültürü merkezli anlayarak Türkçe’yi din dilinden dışlayan alimlere karşılık ariflerin gönül dilinin Türkçe’ye nasıl izin verdiğini açıkça savunmaktadır.
“Hoş görmemekte alimler sizin dediğiniz Türkçe’yi,
Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini,
Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur,
Manasına yetenler yere koyar börkünü…”[15]
Bir başka örnekte zahid, abid ve aşık (arif) üçlemesini aynen İbn Sina’daki sıralamayla veren Ahmet Yesevi, şöyle demektedir:”Zahid olma, abid olma, aşık ol/Mihnet cekip aşk yolunda sadık ol”[16]. Yesevi, bu sözleriyle tıpkı İbn Sina gibi, ahlâktaki en yüksek mertebenin amaçlanmasını, gerçek ahlâkî amelin, cenneti kazanmak ve cehennemden kaçınmak da dahil, hiçbir maksat gütmeksizin, sadece ve sadece, aynı zamanda O’nun bir sıfatı da olan, iyilikleri ve güzellikleri yeryüzünde gerçekleştirmekle gerçekleşeceğini savunmaktadır. O halde Yesevi için arif, istediği her şeyi O’nun için ister. Çünkü arif, Allah’ın zatının yüceliğini, güzelliğini fark etmiş, hatta bunu fark etmekle de kalmamış yer- yüzündeki erdemlerin bir beklenti ve korkudan uzak bir şekilde yalnızca aşkla ve sadece erdem ve güzellik olduğu için yapılması gerektiğinin farkına varmıştır. Arif olmayan zahid ve ariflerin zühdü ve ibadeti ise, ona göre herhangi bir mükafaat, beklenti veya korku, ceza kaygısıyladır. Burada şunu da söylemek mutlaka gereklidir ki, arif, aynı zamanda zahid ve abiddir. Yesevi’nin şu beyitleri çok açık bir şekilde söz konusu görüşleri izah etmektedir:
“Zahid kullar takva eyleyip namaz kılar,
Nasib eylese orada varıp huriler kucaklar,
Aşık kullar Mansur gibi candan geçer,
Kurban olur darağacı üstünde canan için.
Haramdır aşıklara başkası Huda’dan,
Hatadır taleb eylese her iki cihan.
Muhabbetsiz taatların heves rüzgarı,
Mağrur olma dünya, ukba, rıdvan için.”[17]
Aşık ve arif kavramlarının aynı manada kullanıldığı hikmetlere dikkatlice bakıldığında ahlâkî epistemolojinin izlerine de çok rahat rastlayabiliriz. Yesevi, Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” sözünü yorumladığı uzun bir hikmetinin sonunda Hallac-ı Mansur’un bu sözünün anlaşılabilmesi için “Hakke’l-Yakîn” denilen en üst bilgi düzeyine erişmek gerektiğinden söz etmekte ve gözle görerek bilmek diyebileceğimiz duyusal bilgiyi (ayne’l-yakin) en alt sıraya, burhanî bilgi diyebileceğimiz aklî bilgiyi (ilme’l-yakîn) onun üstüne ve nihayet yine aklî bilginin bir derecesi olarak görebileceğimiz irfanî bilgiyi en üst dereceye koymaktadır:
“Kul Hoca Ahmed Hakk sözünü söyleyip geçti,
Aynel-yakin tarikatta bozlayıp (göz yaşı dökerek) geçti,
İlmel-yakin Şeriatı közleyip (yakıp) geçti,
Hakkel-yakin hakikatından söyledim ben işte.”[18]
Hoca Ahmet Yesevi’nin aşk kavramıyla ilgili olarak üzerinde durduğu bir diğer konu da aşksızlık veya sözde aşk, yani yalan aşk kavramıdır. İnsanın bir aşk varlığı olduğunu defalarca dile getiren Yesevi, “Aşksızların hem canı yok, hem imanı”[19], “Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın / Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin”[20] ve “Aşksız kişi insan değildir anlasanız / Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz, Aşktan başka sözü eğer söyleseniz / Elinizden iman-İslam gitti olmalı.” diyerek ilahi aşkın manasını yeterince özümseyemeyen sahte âşıkların insanî nefs mertebesine eremediklerini ve dinlerini üç beş kuruşa sattıklarını, yani sağlam bir din anlayışına sahip olamayacaklarını da vurgulamaktadır:
“Heveskarlar aşıkım deyip, yolda kalan;
Dinlerini değersiz pula satar dostlar.”[21]
Zorlamaya dayalı, şekli bir dindarlığın tam karşısında yer alan Yesevî, adeta bir sosyolog gibi, yarı göçebe bir toplum halinde yaşayan Türklere en uygun bir dille, hikmet denilen Türkçe şiirlerle, hitap ederek onları erdemli olmaya çağırmaktadır. O hikmetlerinin, “defter-i sâni”nin, yani onun hikmetlerinin veya hikmetlerinden oluşan Divan-ı Hikmet’inin Kur’an’ın özü olduğunu da açıkça ifade etmektedir. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, o şekilci hukukçulara karşı olduğu gibi, şekilci olmadıklarını iddia ederek kendilerini sufi diye adlandıran ama gerçekte sufilik özentisinden ve bir başka şekilcilik tarzından öteye gidemeyen kişilere de karşıdır. Onun için bazı hikmetlerinde aynen şöyle demektedir:
“Ey gönül işledin günah asla pişman olmadın
Sufiyim deyip laf edip yarin talibi olmadın (gerçek dostun isteklisi olmadın)
Yazık ömrün geçti bir an giryan olmadın (Allah için ağlamadın)
Sufi-nakş oldun veli, asla Müslüman olmadın”[22]
Hoca Ahmet Yesevi’nin ahlâk anlayışında insana verdiği değer ve kâmil insan anlayışı öne çıkmaktadır. “Yetmiş iki millete bir gözle bakmak” şeklinde ifadesini bulan anlayış, kendisinden sonra da onun yolundan giden Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Hacı Bayram Veli gibi pek çok düşünüre ilham vermiştir[23]. Onun hikmetlerinde ve ondan nakledilen rivayetlerde en çok göze çarpan bir husus da insanın gelişim merhaleleridir. Ona göre bir insan, eğer gerçek anlamda insan, yani erdemli bir insan olmak istiyorsa önce kalb-i selim sahibi olmalıdır. Kalb-i selim sahibi olmak ise kolayca gerçekleşebilecek bir husus değildir. Bunun için dört deryadan, okyanustan geçmek gereklidir. Yesevî, okyanus geçme olayını gemi örneğiyle anlatmaya çalışmaktadır. Buna göre söz konusu deryaların ilki, dünya deryası, bunu geçebilecek gemi zühd gemisi, yoldaki yiyeceği ise kanaattir. Bu yolculuğun bilgisinin veya rehberinin horlanıp küçümsenmek ve nihayet gemiyi demir atacak bir yere götüren şeyin de sabır olduğu açıklanmaktadır. Yesevî’nin ikinci olarak zikrettiği mertebe halk deryasıdır, bu deryanın gemisi ümidi kesmek ve uzlet, gemiyi sakin bir limana götüren şey de halkın boş işlerinden ayrılıktır ve nihayeti halvettir. Üçüncü mertebe şeytan deryasıdır ki, bunun da gemisi zikir, yiyeceği tesbih, demir atacak yeri korku ve ümit ve nihayeti muhabbettir. Yesevî’nin dördüncü ve son aşama olarak zikrettiği derya, nefs deryasıdır. Bu deryanın da gemisi açlık ve susuzluk, yiyeceği aşk, demir atma yeri zevk ve nihayeti şevktir. İşte bütün bu mertebeleri geçtikten sonra, yani insan olma özelliğinin farkına vardıktan sonra tarikat yoluna girilebileceğini belirten Yesevî, bunlarsız sufî olmaya çalışmanın ahmaklık olduğunu da söylemektedir[24].
Yukarıda bilgilerin tam karşılığı hikmetlerde de tekrarlanmaktadır. Burada özellikle üzerinde durmamız gereken kavram nefs ve can kavramlarıdır. Bu iki kavramı aynı manada kullanan Ahmet Yesevi, insani nefsin klasik ahlâk düşüncesindeki tanımında yer alan güçlerine atıfta bulunarak arzu (şehvet), öfke (gazap) ve akıl (hikmet) güçlerinden bahsetmektedir. Onun hikmetlerinde sık sık köpek nefis, kafir nefis gibi nitelemeler kullanılmaktadır[25]. Bunun dışında nefsin kötülüğe meyyal olan kısmı için “heva” kavramına da yer veren Yesevi, çoğunlukla bu manadaki nefsi heva ile birlikte kullanmaktadır[26]. Nefsin erdemsizliklerini hevaya bağlayan Yesevi, hevayla birlikte; hırs, men-menlik (bencillik, benliğini öne çıkarma), benlik, tekebbür ve riya gibi erdemsizlikleri bir arada sıralamaktadır.
Klasik İslam düşüncesinde yer alan “ölmeden önce ölmek” [27] anlayışı onda da yer almakta ve bir bakıma arzu ve öfke güçlerinin akıl gücü tarafından kontrol altına alınmasından bahsedilmektedir. Onun yukarıda bahsettiğimiz derya geçme benzetmesi de bunu anlatmaktadır. Bir hikmetinde bunu daha açıklıkla ifade eden Yesevi, arifliğe ya da bir başka deyişle hakimliğe açılan kapının arzu ve öfke gücünü akıl gücünün emrine vermekten geçtiğini vurgulamaktadır:
“Otuz üçte saki olup mey paylaştırdım,
Şarap kadehini ele alıp doyasıya içtim,
Ordu hazırlayıp şeytan ile ben vuruştum,
Allah’a hamdolsun, iki nefsim öldü dostlar.”[28]
Yukarıdaki hikmette geçen iki nefs tabirinden iki nefs bulunduğu fikri çıkarılmamalıdır. Çünkü İslam düşüncesinde nefs, insanî nefs söz konusu olduğunda ne maddidir, ne de tam olarak melekîdir. Melekî nefisle ortak yanı aklî olması, hayvanî ve bitkisel nefisle ortak yanı da istek ve öfke gücünün bulunmasıdır. İnsan bu yönüyle madde ve manayı özünde birleştiren çift kutuplu bir varlıktır. Aslolan metafizikî yanı olduğuna göre insan, Yesevilik düşüncesinde ilahi bir varlıktır.
Hoca Ahmet Yesevi, nefs kavramıyla aynı manada can kavramını da kullan- maktadır[29]. Ancak zaman zaman can kavramını filozofların nefs-i natıka’sın- da olduğu gibi aklî nefs manasında da kullanmaktadır. Menakıbını anlattığı hikmetinde; altmış iki yaşına girdiğinde Allah’ın nurunun tecellisi sayesinde baştan ayağa gafletlerden kurtulduğunu, “can”ının, dilinin (gönlünün), aklının ve şuurunun Allah demeye başladığını belirtmektedir. Hikmetin hemen devamında 63 yaşında kendisine “yere gir! Ben senin (aynı anda) can ve Canan’ınım, canını ver” diye bir nida işittiğini söylemektedir[30]. Buradaki benzetmede candan geçip Canan’ı (Canlar Canı) bulma, yani nefs-i natıka’nın ilahi kaynağının bilincine varma hususu zikredilmektedir. Nefsin olgunluk mertebelerini aşmasını, yani nefsin çeşitli makamları geçmesini birtakım isimlerle anan Yesevi, dört makamdam bahsetmektedir. Buna göre ilk makam nefsin kendi sıfatlarından sıyrıldığı yokluk makamı (La La mertebesinde olmak), İkincisi Allah’ın ismini zikrederek O’ndan başkasını tavsif etmemek (illa mertebesinde olmak), Üçüncüsü her şeyi O’na has kılmak (lillah mertebesinde olmak), dördüncüsü kendi benliğinden geçip sadece O’nun varlığının bilincine ermektir (fenafillah mertebesinde olmak) ve nihayet beşincisi, fenafillah makamında kalabilmektir (bekabillah mertebesinde olmak)[31]. Nefsin bu tevhid mertebelerini aşan kişinin kamil insan olabileceğine işaret eden Yesevi, ariflik ve marifet makamını da bu noktada kabul etmekte ve ahlâkî erdemlerle donanmış bu kişinin yüksek bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu ve ahlâkın esas amacı olan Tanrı’ya benzemenin bu şekilde gerçekleşeceğini vurgulamaktadır:
“Nam ve nişan hic kalmadı, “La… La…” oldum;
Allah zikrini diye diye “…illa…” oldum;
Halis olup, muhlis olup “…lillah” oldum;
“Fenafillah” makamına gectim ben işte.”32
Görüldüğü gibi Hoca Ahmet Yesevi, ahlâk felsefesinin pratik yönünü hikmetlerinde devamlı olarak işleyen ve bunu yaparken de teorik ahlâk anlayışına işaret eden kavramları sıklıkla kullanan önemli bir Türk düşünürüdür.
__________________________________________
[1] Bkz. Câhız, (2002), TürklerinFaziletleri-Fezâilü’l-Etrâk, Haz. ve Terc. Ramazan Şeşen, İSAR Yay., İstanbul 2002, s. 53-114.
[2] Bkz. Orhun Âbideleri, Çev. Muharrem Ergin, İst. 2003.
[3] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, ed. Mustafa Tatçı, Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk- Kazak Üniversitesi Yay., Ankara 2016, s. 360.
[4] İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener-İ. Kayaoğlu-C. Tunç, Ankara 1983, s. 120124.
[5] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 176.
[6] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 202, 293, 302.
[7] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 242.
[8] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 246, 251, 265.
[9] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 76, 270, 299.
[10] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 52, 57.
[11] Fazla bilgi için bkz. Hüseyin Karaman, “İslam Ahlak Filozofları”, İslam Ahlak Esasları ve Felsefesi, Ed. Müfit Selim Saruhan, Ankara 2013, s. 171-190.
[12] Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlakı, Ankara 1971, s. 72-73.
[13] İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbihât, Çev. Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, İstanbul 2005, s. 182-190.
[14] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 75.
[15] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 169.
[16] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 279.
[17] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 286; ayrıca bkz. s. 132, 172, 215, 217, 306, .
[18] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 74.
[19] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 189.
[20] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 144
[21] Aynı yer.
[22] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 240.
[23] Yesevi’nin bu konudaki bir hikmetinde şöyle geçmektedir:
“Sünnet imiş, kafir de olsa, verme zarar,
Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi,
Allah şahid, öyle kula “Siccin” hazır,
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte”. Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 46.
[24] Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait Bir Risâle: Mir’âtü’l Kulûb”, (1 997), İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı: 2, s. 41-86.
[25] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 60, 140, 160, 163, 180, 238, 245, 301, 304
[26] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 59, 78, 83, 89, 126, 140, 160, 234, 235, 245, 256, 259. Meselâ, bir hikmetinde, “nefs ve heva azdı, yorulup kaldım” derken, bir diğerinde “hırs, heva, nefs yolunu bırakmak gerek” ifadesini kullanmaktadır.
[27] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 63, 66, 204, 278.
[28] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 56.
[29] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 49, 62, 120.
[30] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 62-63.
[31] Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, s. 49, 246.
***
Kaynakça
Câhız, (2002), Türklerin Faziletleri-Fezâilü’l-Etrâk, Haz. ve Terc. Ramazan Şeşen, İSAR Yay., İstanbul 2002.
Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, ed. Mustafa Tatçı, Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk-Kazak Üniversitesi Yay., Ankara 2016.
Hoca Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet, Haz. Hayati Bice, Ankara 2010.
İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma, Çev. A. Şener-İ. Kayaoğlu-C. Tunç, Ankara 1983.
İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbihât, Çev. Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, İstanbul 2005.
Karaman, Hüseyin, “İslam Ahlak Filozofları”, İslam Ahlak Esasları ve Felsefesi, Ed. Müfit Selim Saruhan, Ankara 2013, s. 171-190.
Orhun Âbideleri, Çev. Muharrem Ergin, İstanbul 2003.
Tosun, Necdet, “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait Bir Risâle: Mir’âtü’l Kulûb”, (1 997), İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı: 2, s. 41-86.
Ülken, Hilmi Ziya, Aşk Ahlakı, Ankara 1971.