Mahmud Erol KILIÇ: İslâm’ın İçini Boşaltan Müslümanlar

 

İslâm’ın içini boşaltan Müslümanlar

Mahmud Erol KILIÇ

 

ABD’de yapılan bir araştırmada “Bir zamanlar Müslümandım (Ex-Muslim)” diyenlerin sayısında büyük artış gözlemlenmekte imiş. Bunların çoğu sonradan ihtida ederek Müslüman olanlardan. Diğer bir kesim ise bazı Ortadoğu ülkelerinden Müslüman geçmişiyle Batı’ya gelenlerden. İslam’dan çıkanlardan bazısı ateist oldum derken bazısı da Hristiyanlık gibi başka bir dine girdim diyormuş. Hatta bu eski Müslümanlar İngiltere’de o kadar çoğalmış ki Council of Ex-Muslims of Britain (CEMB) adında bir konsül dahi oluşturmuşlar.

Nereden nereye? Bir zamanlar Müslüman olma furyası vardı. Bizzat şahit olduğum, ve 80’li yıllarda oralarda olanların da teyit edeceği gibi akın akın İslam’a girenler oluyordu. Çoğu da tasavvuf yapılanmaları üzerinden Müslüman olmuşlardı. Zaten bu araştırmada en câlib-i dikkat durumlardan bir tanesi ise tasavvuf üzerinden Müslüman olanlardan İslam’ı terk edenlerin sayısının hemen hemen hiç olmaması.

İslam’dan soğumanın dereceleri var tabii ki. Yukarıdaki örnekler son vuruşu yapmış radikal kopuş örnekleri. Fakat kendisini gerek teolojik olarak ve gerekse kültürel olarak hâlâ İslam dairesi içerinde tanımlayan ve daha çok İslam ülkelerinde yaşayan büyük bir kitle var ki daha serbest ve daha pratiksiz bir din yaşamak istemekteler. Bunların sayısındaki artış ilginçtir ki adları İslam Cumhuriyeti olan veyahut İslami gurupların yönetimlerde olduğu ülkelerde daha fazla.

Diğer taraftan yine ilginç olan şu ki Müslümanlar arasında dindarlaşmanın yükselişte olduğu yöreler ise Maldiv Adaları, Komor Adaları, Zengibar adası ve Malezya’nın adaları gibi merkeze yani Ortadoğu’ya uzak diyarlar. Oralarda daha saf ve geleneksel İslam yaşanmakta. Çağımızın mühim filozoflarından Frithjof Schoun insanlığın bozulmamış saf geleneğinin bir miktar Kızılderililerde kaldığını söylemiş ve onlarla beraber yaşamaya başlamıştı. Ben de Müslümanların saf halinin yukarıda saydığım bu uzak diyarlarda bir miktar kaldığı kanaatindeyim. Hatta bir gün Schoun gibi yapıp onların arasına kaçmayı bile düşünmüyor değilim.

Buraya kadar aktardığım tespitler üzerinde çokça düşünmek gerekiyor. Bence bunun birinci sebebi içi boşaltılan din anlayışının sahayı kaplamasıdır. Din her şeyden evvel kişiye hem ferdi ve hem içtimâî bir huzur ve mutluluk verme iddiasındadır. “İslam” kelimesinin tazammun ettiği mânâ da budur zaten. Selâm, barış, huzur, emniyet…

Ama siz dinin deruni felsefesini iptal edip onu adeta hukuk yönetmelikleri haline getirirseniz sizin âlimlerinizin en büyük konusu da bu minval üzere olan konular olacaktır. Bireyler Allah’ın kuluna yakınlığını hissedecekleri Hak sohbetleri dinlemek yerine istinca taşlarının ölçüsü üzerinde sohbetler dinlerlerse buradan daha fazla bir şey beklemeyiniz. Bu tür hocaların temsil ettiği din de belki nâçâr insanlarda bir karşılık bulabilir ama biraz daha seviyeli insanları da dinden soğutmakta olduğu bir gerçektir. Âlimi, Ârifi, Bilgesi, Filozofu, Mütefekkiri kalmayan dinin binlerce hukukçusu olsa ne fayda. Olmadığı da ortada zaten. Alın size yeni bir misal:

Malum olduğu üzere İslam hukukunda,kan ve soy ile oluşan, evlenmeyle oluşan ve de süt emme ve emzirme ile oluşan üç çeşit akrabalık ilişkisi vardır. Bu üçüncüsü ne Yahudi şeriatında ve ne de Hristiyan muamelatında olmayan bir husustur. Sadece İslam’a özgü bir durum olması hasebiyle de orijinal ve dikkat çekici bir uygulamadır. Bence konu tıpkı “kan” gibi hem tıbbi ve hem de ezoterik ve okültik karşılığı olan sırlı bir durumdur ve bilim ilerledikçe hakikatini keşfetme ihtimali olabilir. Emen ve emziren ve emzirenin belli derecedeki yakınları arasında mutlak mânâda bir evlilik engeli oluşmaktadır. Süt kardeşi olanlar birbirlerine mahrem olurlar yani tıpkı kardeşler gibi birbirleri ile evlenemezler.

Bu izahı niye yaptım biliyor musunuz? Geçenlerde İran’da bir molla kendince çok mühim ve bir o kadar da ilginç bir hukuk problemi attı ortaya. Önce mizah zannedildi ama sonra bazı büyük allameler işi gücü bırakıp bu fıkıh problemini çözmeye koyulunca ciddi olduğu anlaşıldı. Soru şu: Bir kişi bir eşeğin sütünden içse sonra o eşeğin sıpası yani yavrusu olsa bu kişi o sıpanın üstüne binebilir mi? Yani süt kardeşliği hükmü burada da geçerli olacak mı? Yani kısacası hoca, rahmetli Barış Manço’nun özellikle çocukların çok sevdiği bir şarkısında olduğu gibi “Arkadaşım Eşşek” oluyor da “Kardeşim Eşşek” olabilir mi? Tırlattığımı düşünebilirsiniz ama âmiyâne tabirle soru bu. Bu seviyede hocalar her yerde olduğu gibi bizde de var.

Bir kere daha, kısa ve öz tekrarlıyorum: İrfan ve Hikmet derslerini (ahkâm-ı ilâhî) ikmal etmemiş kimseler amelî hükümlere (ahkâm-ı amelî) mezun değillerdir. Geleneğimize ait bu düsturu Batı düşünce tarihinden teyid eden sonuç ise en büyük hukukçuların hep büyük filozoflardan çıkmış olması örneğidir.

Aziz Nesin hafızlık yapmak üzere gönderildiği Kur’ân kursunda yediği dayaklardan sonra dinden soğuduğunu söylemişti. Youtube’ta araştırabilirsiniz İslam dünyasında hâlâ Kur’an kurslarında falakaya yatırılan çocuklar var. Bunlar büyüyünce ve de eğer İslam coğrafyasından dışarı bir yere iltica ederlerse yukarıda bahsettiğim potansiyel birer EX-MUSLIM oluyorlar. Memleketimizde büyük sponsorluklarla kurulan KUR’ÂN merkezi v.b. gibi adlar altında açılan yerler anlamadıkları sahalarda dolaşacaklarına bu Kur’an kursları üzerinde çalışsalar belki İslam’dan kaçışa bir nebze çözüm yolları bulabilirler.

Neyse biz bunlardan yediğimiz dayaklarla dinden çıkmadık ama bu gidişle herhalde soluğu adalardan birisinde alacağız.. “Yu’ti’l-hikmete men yeşâ’…”

***

İslâm’ın içini boşaltmak üzere bir hâşiye

Zaman zaman biz Müslümanların hal-i pürmelâli ne olacak kabilinden bazı yazılar yazdım ve bir nefis muhasebesi yapmaya, bir otokritik yapmaya davet ettim. Bunu yaparken de benim mezhebim, benim tarikatım, benim meşrebim, benim ırkım ve en sonunda da bizzat “ben” bundan vâbesteyiz, bizde hiç problem yok, diğerleri yapsın gibi bir yaklaşımla hareket etmedim.

Hepimiz elimizi taşın altına koymak durumundayız dedim. Bu minvalde geçen iki hafta üst üste iki yazı yazdım. İslâm’ın ve daha sonra da onun bana göre en mükemmel yorumu olan Tasavvuf’un içini nasıl boşalttığımızı sorguladım. O kadarla iktifa edip bu hafta başka konulara yelken açmak niyetindeydim. Lakin bu yazılar üzerine aldığım bazı geri dönüşler beni bunlar üzerinde de düşünmeye sevk etti ve bu hafta da bunları değerlendireyim istedim.

Evvela şunu ifade edeyim ki o yazıların maksadı, hedefi, gayesi okuyanların kahir ekseriyeti tarafından doğru anlaşılmış ve de olumlu bulunmuş. Çoğundan “doğru tespitler bunlar” diye müspet geri dönüşler aldım. Fakat burada sizlerle paylaşacağım bazı geri dönüşler ise beni düşündürdü. Zira yazının maksadını anlamayıp oradaki bir râvi problemine takılmışlar. İlk yazımda Müslüman âlimlerin (özellikle de ülkemizdeki bazıları) ne kadar tâli ve de esasa müteallik olmayan konularla uğraştıklarını ve bunun da insanların, gençlerin İslâm’dan soğumalarına sebebiyet verdiğine vurgu yapmıştım. Ana fikir buydu. Bu fikri aktarırken bazı örnek olaylar kullandım. Bunlardan bir tanesi bugünlerde İran’da pek çok kişinin konuştuğu ve benim de bu şekilde haberdar olduğum bir âlimin konuşması idi. Bu âlim video kaydında eşek sütü içen iki insanın süt kardeşliği oluşur mu oluşmaz mı gibi bir konuyu tartışıyordu. Bana göre bu âlim Türkiye’de de olabilir, Malezya’da da olabilir, İran’da da olabilir. Benim dikkatimi çeken o kişinin nereden ve hangi mezhepten olduğu değil de ele alınan konunun seviyesi idi.

Bu arada şunu da söylemek isterim ki gerek dini ve gerekse seküler hukuk öğretiminde bazen öğrencinin problem çözme mantığı gelişsin diye ortaya fantastik bir mesele atılarak ondan bunu çözmesi istenebilir. Başkasına saçma gelebilecek böylesi kurgusal sorular burada tamamen eğitim maksadıyla ortaya atılır. Bunu bilmeyen birisi kalkıp bunları gerçek konular zannedebilir.

Her neyse, o örnek olayda kullandığım video kaydında meğerse bir makaslama varmış. Şöyle imiş: Meğer bu İranlı âlim “Ey cemaat bakın şu Vahhabi âlimlerin konuştuğu konulara, geçenlerde bir tanesi ne dedi biliyor musunuz?” diyerek bir giriş yapıyor ondan sonra bu meseleyi naklediyormuş. Yani bu zat bu olayı sadece naklediyor, kendi görüşleri değil bunlar. Sonra birileri bu kaydın baş kısmını kesiyor, sadece o nakledilen kısımlar kalıyor. Böylece izlediğiniz zaman sanki bu kişi kendi görüşünü aktarıyor gibi geliyor. Ne şeytanca bir zekâ. Tıpkı “Namaza yaklaşmayın!” âyetini devamından kopararak yapmak gibi. Bunu kim yaptı bilmiyorum. İran dışındaki Şia karşıtı guruplar da yapmış olabilir İran içinde din adamlarına karşı bazı gençler de yapmış olabilir. Bilmiyorum. Dedim ya benim için haberin rivayet şekli değil muhtevasıydı mühim olan. Bu konuda bazı dostlarım, “Hocam bu arada o zat sadece râvi yani başkasından naklediyor bizzat kendisi değil bilginiz olsun” diyerek beni uyarsalar ben bundan memnun olurdum. Gerçekten işin bu kalpazanlık yönünü bilmiyordum. Onlardan öğrendim. Teşekkür ederim. Lakin bana bu uyarıyı gönderen bazılarının üslubu hiç de böyle değildi. Bazıları bu nasıl ilim adamlığı, yanlış bilgilere dayalı ilim mi olur gibisinden ilmimizi sorgularken bazıları da daha da ileri giderek, resmi zevat arayarak farklı bir tonla buna bir düzeltme yayınlayın gibi şeyler söylediler. Konuyu “İran’da bir molla” diyerek aktardığım için rencide oldukları anlaşılıyor. Kendilerini mutlu edecekse söyleyeyim bu muayyen meselede o İranlı molla sadece Vahhabi bir molladan nakilde bulunuyormuş, o görüşler kendisinin değilmiş, itiraf ediyorum bilmiyordum, öğrenmiş oldum.

Fakat “Bizde yok böyle şeyler” şeklindeki mezhepçi bakış açısıyla sorunu halletmiş olduk mu aziz dostlar? O olay sadece bir örnekti. Bunun gibi başka örnek olaylar Vahhabilerde, Sünnilerde olduğu gibi sizin mezhepte de yok mu? Sadece politik olarak çatışmaya girildiği zaman “Şiraziler” demek yeterli mi? “Molla Sadra okumak ve okutmak haramdır” diyen Ayetullah Sistani değil mi? Kum’da kendi öğrencilerine “Sakın Sadra derslerine gitmeyin hatta giden bir öğrenci olursa onun elinin değdiği yer de necis olur onun elinden bir bardak su dahi içmeyin” diyen Ayetullah Behçet değil mi? Haşa huzurdan “Mevlana bir homoseksüedir” diyerek hadd-i kazif isteyen Ayetulah Isfahani değil mi? Daha ötesi İmam Humeyni’nin kitaplarını okumayın, vahdet-i vücud ve ilhad doludur diyen koca koca mollalar yok mu? Kum’da Hafız’dan beyit okudu diye havzadan kovulan Hüccetülislam arkadaşım var. Bunları pekala siz de çok iyi biliyorsunuz. Ve bu gidişatın sonu yakın zamanlarda neye vardı biliyorsunuz. Ortada hiç lüzumu yokken bir takım dervişlere saldırmak ne kadar yanlış oldu ise o dervişim diyenlerden bir tanesinin de arabayı gariban askerlerin üzerine sürerek üç tanesini öldürmesi de o kadar yanlış oldu. Her iki yaklaşımı da tel’in ediyorum. Osmanlı zamanında Fatih Camii imamı Halebi’nin vaazı sonrası dergahlara saldıran ve de bazı dervişleri öldüren ve yer yer onlardan da karşılık gören o meş’um hadiseyi hatırlattı bana. Ne gerek vardı dostlar… Hasılı Vahhabilik sadece Sünnilere has bir problem değil Şia Vahhabileri de bir diğer problemdir. Lakin resmi devlet görevlisi gibi mezhep tutanlar bu meseleyi göremezler ve çözemezler. Şeriati’nin “Ali Şiası” tabiri artık arkaik bir tabir oldu, rafa kalktı..

İkinci yazım Tasavvufun içini boşaltan Şeyhler üzerine idi. Bu yazım üzerine bazı tasavvufi çevrelerden tepkiler alacağımı zannederdim. Tam tersi oldu. Pek çok sufi dost arayarak “Hepsi de doğru tespitler” diyerek katıldıklarını ifade ettiler. Yani tasavvuf camiası yine de en olgunları çıktı. Ümmetin ümidinin irfan ve hikmet camiâsında olduğunu bir kere daha hatırlattılar. Şayet içlerindeki o şarlatanları bir ayıklayabilseler bendenize göre de ümit tasavvuf yorumunda. Yüksek hoşgörülerinden dolayı bütün dostlara teşekkür ederim.

“Biz birleştirmek için geldik ayırmak için gelmedik” diyen Mevlanalar, Arabiler, Hafızlar, Yeseviler, Yunuslar, Bektaşlar her türlü engel ve karşı propagandaya rağmen bu ümmetin velileri ve rehberleri olmaya devam ediyorlar. Gençler artık ruhlarını doyuracak bu bilgeleri okuyor. Bu nesil Geleneği keşfedecek ve ihya edecektir..