Prof. Dr. Hasan Kurt: Orta Asya’da İslâm’ın Yayılışı

Orta Asya’da İslâm’ın Yayılışı: İstekle mi Zorla mı?

Prof. Dr. Hasan Kurt

Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Öğretim Üyesi

ÖZET

Orta Asya’da İslâm’ın yayılmasında ilk önemli adım Kuteybe b. Müslim’in Horasan valiliği döneminde atıldı. İslâm’ı bölge halkına tebliğ edebilmek için, Kuteybe gerekli fiziki ve sosyal ortamı hazırlamaya çalıştı; ayrıca ordusu içinde yerli halka da yer verdi. Bu birliktelik hiç şüphesiz iki tarafın birbirini tanımasında büyük rol oynadı. Bu ilişki zamanla evlilik bağlarıyla iyice pekiştirildi. Yine Kuteybe, ibadethane özelliğinin yanı sıra aynı zamanda bir tebliğ ve kültür merkezi niteliği taşıyan camileri yaptırdı. Yerli halktan İslâm’ı öğrenmek isteyenler bu yerlere gelmekteydi. O hatta Cuma namazlarına gelen yerli halka para bile dağıttı. Bu yolla onları İslâm dinini öğrenmeye teşvik etti. Görüldüğü gibi Kuteybe, yerli halkı gerek fizikî, gerekse psikososyal çevre bakımından İslâm’ı kabule hazır hale getirdi.

Orta Asya’da İslâmlaşma hususunda ikinci büyük adım, Ömer b. Abdülaziz’in hilafeti döneminde atıldı. Onun iş başına gelişine kadar orada pek çok insan Müslüman olmuştu. Orta Asya’da yirmi bin kadar Arap olmayan Müslüman, İslâm ordusu içinde; yine bir o kadar da sivil hayatta yer almaktaydı. Halife Ömer b. Abdülaziz İranlılar gibi Türk halkının da Müslüman olmasını her türlü menfaatin üstünde tuttu. İslâm dinini öğrenmesi ve kabul etmesi için her türlü imkânı onların önüne serdi. Müslümanların eşitliği prensibini tam olarak uygulamaya soktu. Oysa 700 tarihinden itibaren Müslüman olanlar, birtakım ekonomik endişelerden dolayı gayrimüslimler gibi cizye vermek zorunda bırakılmıştı. Durumu öğrenen Ömer b. Abdülaziz derhal bu uygulamanın sona erdirilmesi için emir verdi. Çünkü o, sosyopolitik hayatın tüm yönlerini İslâm kardeşliği prensibine göre düzene sokmakta kararlıydı. Türkler gibi Arap olmayanlardan İslâm’ı kabul edenler için kullanılan “Mevâlî” isminin siyasi, sosyal, ekonomik ve dinî alanda ayrım vesilesi olmasına kesinlikle izin vermedi. Onları Arap Müslümanlarla yiyecek, giyecek ve diğer harcamalarda eşit haklara kavuşturdu. Halife, Horasan Valisi Cerrah b. Abdullah’a gayrimüslim halkı İslâm’a davet etmesini ve kabul ederlerse onların cizye vergisinden muaf tutulmasını emretti.

Ömer b. Abdülaziz’in eşitlik politikası neticesinde Müslüman olanların sayısı kat kat artmaya başladı. Gelişmelerden rahatsızlık duyan bazı kimseler, İslâm’ı yeni kabul edenlerin samimi olmadığını ve cizyeden kurtulmak için böyle bir yola başvurduğunu öne sürdü. İslâm dininin adalet ilkesini uygulamakta kararlı olan Ömer b. Abdülaziz, İslâm âlimlerine büyük değer verdi. Nitekim özellikle Kur’an ilimleri üzerinde ihtisas yapmış bulunan Dahhâk b. Müzahim; Merv, Buhârâ ve Semarkand’ı dolaşıp, burada insanlara Kur’an ilimlerini öğretti. Dahhâk gibi daha nice âlimin gerek Ömer b. Abdülaziz’in teşvikiyle, gerek salt kendi istek ve arzusuyla İslâm’ın anlaşılması ve yaşanması için gayret sarf ettiğinde şüphe yoktur.

Ömer b. Abdülaziz’in politikasından rahatsız olanlar onun ölümünü bir fırsat bilip Arap olmayan Müslümanlara ikinci sınıf muamelesi yapmak maksadıyla önceden olduğu gibi tekrar atağa geçti. Açıkçası bu kimselerin İslâm’ın yayılmasından ziyade bölgeyi sömürmeyi hedef edinmiş insanlar olduğu gözükmektedir. Bunlar devletlerinin kuvvetli kalabilmesini sadece hazinenin doluluğuna bağlı görmekte ve gelir kaynaklarının meşru olup olmamasına çok fazla aldırış etmemekteydi. Fakat Emevî yönetiminin halkı sömürme sevdası kursaklarında kaldı. Orta Asya tamamen ellerinden çıkmaya yüz tuttu. Sık sık valilerin biri azledilip diğeri atanmaya başladı. Ancak bütün çabalar boşunaydı. Eşres b. Abdullah gibi kimi valiler, bu kaostan kurtulmak için Ömer b. Abdülaziz’in İslâm’ı esas alarak takip ettiği eşitlik ve adalet ilkesine dönmek istediyse de, bölgeyi sömürme sevdasından vazgeçemediği için bu kararından kısa bir süre sonra çark etti.

Ömer b. Abdülaziz’den sonraki Emevî yönetimi tarafından Türklerin Müslüman olmasını engelleme girişimlerinin başarılı olmadığı ve daha önce halkın gönlünde yeşermeye yüz tutan filizleri kurutmaya gücünün yetmediği gözükmektedir. Belki onların bu girişimi filizlerin biraz sararmasına yol açmış olabilir. Çünkü birtakım Müslümanlar Arap olmayan Müslümanların haklı tepkisinin yanında, Emevî yönetiminin ise karşısında yer aldı. Bölgede İslâm’ın yayılmasında büyük çaba sarf eden ve büyük ölçüde başarılı olan Ebu’s-Sayda ile arkadaşları bunlardandır. Hatta bu Müslümanlar tutuklanmak ve ölümle cezalandırılmak pahasına Türklere destek verdi.

Savaş ortamında bile, Emevî ordusunda bulunan birtakım Arap Müslümanlara Türklerin takındığı saygılı tavır kaydedilmeye değerdir. Bu da söz konusu filizlerin solmadığını göstermek için yeterlidir. Taberî’nin kaydettiği bir rivayete göre, 730 yılında cereyan eden Şi’b olayında Müslümanlar, Türgiş ordusu desteğindeki Buhârâlılar tarafından sıkıştırılmıştı. Bu sırada karşı tarafın komutanı Abdullah b. Havzan el-Cahdamî’yi kendilerine katılmaya davet etti. Ona “Gel, aramıza katıl. Taptığımız putları terk edip sana tapalım” dedi. Hiç şüphesiz Abdullah bu teklifi üzerinde düşünmeye bile gerek duymadan reddedip ve “Ben zaten putları terk edip yalnızca Allah’a ibadet etmeniz için burada bulunuyorum.” cevabını verdi. Bu olaydan açıkça görülmektedir ki, Buhârâ insanı samimi Müslümanlara karşı olan sevgi ve saygısını savaş ortamında bile kaybetmemiştir.

Emevî yönetiminin yeni Müslüman olanların samimiyetsizliğine yönelik eleştirilerinin gerçeği yansıtmadığını Narşahî’nin naklettiği aşağıdaki olay da çok açık bir biçimde göstermektedir. 735 yılında Horasan valiliğine getirilen Esed b. Abdullah’a Buhâr-hudât Tuğşâde, Buhârâ’da ortaya çıkan bir kimsenin telkinleriyle pek çok insanın İslâm’ı kabul eder göründüğünü, fakat gerçekte Müslüman olmadığını bildirdi. Ve onların şehirde terör estirip cizyeden kurtulmak, böylece hükümeti zora sokmak hevesinde bulunduğunu iddia etti. Buhâr-hudât’a böyle bir iddiayı ortaya atabilme cesaretini veren hiç şüphesiz Emevî yönetimiydi. Zira bu tür iddiaları ortaya atanlar herkesten önce zaten kendileriydi. Buhâr-hudât Tuğşâde’nin sözlerini ciddiye alan Vali, Buhârâ Amili Şerik b. Hureys’den bu kişileri tutuklayıp Buhar-hudât’a teslim etmesini istedi. Mescide toplanan dört yüz kadar Buhârâlı Müslüman yüksek sesle şahadet getirmelerine rağmen Tuğşâde tarafından boyunları vurulduktan sonra asıldı. Tuğşâde bu Müslümanlardan bir bölümünü Horasan Valisi’ne gönderdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Emevî yönetimi sanki Buhârâ halkının da içinde yer aldığı Türklerin Müslüman olması için değil, bilakis olmaması için uğraşmış gibidir.

Yaşanan olaylar Türk halkının İslâm’a girmesinde genel olarak devlet elinin pek bulunmadığını göstermektedir. Birilerinin ısrarla dayatmaya çalıştığı gibi Türk halkı zorla Müslüman edilmemiştir. Halkın İslâm’ı kabulünde pay sahibi bulunanların en önemlilerinden birisi yönetim muhalifleridir. İslâm’ı din olarak benimseyenler arasında ayrım yapılmasından rahatsızlık duyan bazı samimi Müslüman Araplar, Arap olmayan Müslüman halkın yanında yer almıştır. Halkın İslâmlaşmasında esas bunların rol oynadığı anlaşılmaktadır, Çünkü bu Müslümanların, Emevî yönetiminin yaptıklarını İslâm dininin tasvip etmediğini, Kur’an’ın bütün inananları kardeş ilan ettiğini ve onların arasında hiçbir ayrım yapılamayacağını halka anlattığı görülmektedir. Süleyman b. Kesîr el-Huzaî, el-Alâ b. Hureys, Malik b. Heysem, Musa b. Ka’b, Halid b. Heysem vs. bunlardandır. Dolayısıyla Türk halkının tepkisi İslâm dinine karşı olmaktan ziyade yönetime karşı gelişmiştir.

VIII. asrın ortalarına doğru bölgenin İslâmlaşma sürecinde rol oynayan âlimlerin isimleri kaynaklarımızda yavaş yavaş artmaya başlamıştır. Bu demektir ki, söz konusu tarihlerde İslâm dini bölgede ağırlığını hissettirme yoluna girmiştir. Muhammed b. Fadl b. Atiyye (ö.796) ve İsa b. Musa Guncar (ö.802) bu kişiler arasındadır. Horasan’daki son Emevî Valisi Nasr b. Seyyar döneminden itibaren ırkçı politika terk edilmeye başlanmış ve Müslümanlar arasında eşitlik ve adalet ilkeleri hâkim kılınmıştır.

GİRİŞ

İslâm kaynaklarında Maveraünnehir denilen Orta Asya, Müslüman Arapların Sâsânî Imparatorluğu’nu ortadan kaldırması nedeniyle onlarla sınır komşusu haline gelmiştir. Bu dönemde egemen olan devletin Göktürkler olması münasebetiyle tarih kaynaklarında “Türkler” diye ifadelendirilen bu milletin yurdu Orta Asya’nın Müslümanlarca fethedilmesi ise Emevîler döneminde gerçekleşmiştir. Kimilerine göre, Türkler daha önceki inanç, örf, âdet ve geleneklerine uygunluğu nedeniyle İslâm’ı kolayca kabul etmişlerdir. Kimilerine göre ise, Orta Asya’nın fethi ile İslâmlaşması aynı gibi görülmüş ve buradaki dinî dönüşüm İslâmlaştırma şeklinde algılanmıştır. Diğer ifadeyle Orta Asya’yı ele geçiren Müslüman Arapların, halkı asimile etmek için onları mevcut inanç ve kültürlerinden uzaklaştırdıkları öne sürülmüştür. Başlangıçta insana mantıklı gibi gözüken bu anlayışlardan hangisinin gerçeği yansıttığı, ancak İslâmlaşmanın tarihsel sürecinin, tarih metodolojisinin şart koştuğu nesnel bilimsel anlayış çerçevesinde kaynaklara dayalı olarak ortaya konulmasıyla anlaşılabilecektir. Aksi takdirde söz konusu anlayış, ideolojik bazı saplantılarına ya da siyasal hesaplarına tarihi alet etmek isteyenlerin nakaratı olmaktan öteye geçemeyecektir. Ya da en hafif ifadesiyle tarihe yönelik haksız ithamlara ve onun günümüzdeki sonuçları hakkında cehalete yol açacaktır.

Türklerin İslâmlaşmasıyla hem Türk hem de İslâm tarihinde büyük değişim ve gelişimler yaşanmıştır. Diğer ifadeyle İslâm dinini kabul, Türklere dünya hâkimiyetinin yolunu açmış ve onları kıtalar arası bir devlet haline getirmiştir. Bu nedenle İslâm dininin bölgeye girdiği ve kabul edildiği dönemin bilimsel bir biçimde ortaya konması, bu gelişmenin sağlıklı biçimde anlaşılabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak bu işin sadece siyasi ve askerî hadiselerin tespitiyle aydınlanabilecek kadar basit olmadığı kanaatindeyiz. Zira siyasi ve askerî olaylar kadar bu işte, coğrafi ve fiziki, ekonomik ve mali, sosyal ve idarî, dinî, ilmî ve kültürel durumların da büyük payı bulunmaktadır. Fakat böylesine çok yönlü bir konuyu son derece geniş bir coğrafi alan olan Orta Asya’da incelemek, yaptığımız çalışmanın hacmini zorlayacak niteliktedir. Bu nedenle söz konusu dönemi aydınlatacak kendi içinde bütünlüğü bulunan bir parçadan hareketle Orta Asya’nın İslâmlaşması hakkında fikir edinmek daha doğru gözükmektedir. Böyle bir örneklem için ilk İslâmlaşan Türk yurdu Buhârâ’yı seçtik. Çünkü burası Türk yurdu Orta Asya topraklarının başlangıç noktalarından biri olmanın yanında İslâm’ın etkisinin zaman içinde en fazla görüldüğü yerlerin başında gelmektedir. Muhammed b. ismail el-Buhârî (ö.256/869) gibi İslâm âlimlerinin çıktığı ve İslâm’ın kabulünden sonra Mekke, Medine, Bağdad, Kûfe gibi büyük şöhret kazanmış bir şehirdir.

İslâm öncesi dönemde Budizm, Buhârâ’da varlığı bilinen en eski din olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu dinin şehre yerleşmesinde Hint misyoner ve tüccarları rol oynamıştır ve miladî takvimin başlangıç yıllarında burada resmî din hüviyeti kazanmıştır. Öyle ki, Buhârâ hükümdarının himayesi altında her taraf Budist heykelleriyle donatılmıştır. Gelenek ve görenekleriyle Budist kültür, şehir halkı üzerinde önemli tesirlerde bulunmuştur.

Komşu devlet Sâsânîlerin Buhârâ’nın ticarî hayatına Hintlilerden daha fazla nüfuzu, zamanla şehirdeki dinî yapıyı da etkilemiş ve Mecûsîlik inancının, Budizm’in tesir alanını daraltmasına yol açmıştır. Mecûsîliğin Buhârâ’daki tarihçesi m.ö. VIII. asra kadar gitmekle birlikte, VI. asırda ancak şehirde birinci resmî din hüviyeti kazanabilmiştir. Sonuçta Budizm’in kutsal yerlerinin büyük bölümü ateşgedeye çevrilmiştir. Şehirde sayıları hayli artan ateşgedeler her tarafı kuşatmıştır. Hatta burası Mecûsîliğin dinî-kültürel merkezi haline dönüşmüştür. Fakat Buhârâlıların kendilerine özgü bir Mecûsîlik kültürü gelişmiş ve Sâsânî topraklarında bulunmayan bazı dinî uygulamalar burada ortaya çıkmıştır. Nitekim Buhârâ’da yılın hemen her ayında dinî içerikli bir kutlama yapılmıştır.

Buhârâ’da geniş bir nüfuz alanı bulunmamakla birlikte Hristiyanlarla da karşılaşılmaktadır. Bunlar Nesturî mezhebine bağlıdırlar. Mecûsîlik ve Budizm arasındaki genişleme mücadelesinden faydalanan Hristiyanlığın, Buhârâ’da sınırlı da olsa bir yayılma imkânına sahip olduğu görülmektedir. Semerkand Metropolitliği’ne bağlı olan Buhârâlı Hristiyanların da, şehirde kiliselerinin bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca burada dördüncü bir din olarak Maniheist kimselerin de bulunması kuvvetle muhtemeldir. Fakat kaynaklarda haklarında dikkate alınabilecek pek bir bilgi yer almamaktadır.

  1. İslâm Dini Hakkındaki İlk Bilgilenme Yolları

Orta Asya, Çin’den Bizans ve Sâsânî topraklarına yapılan ticaret güzergâhının ortasında bulunuyordu. Bu nedenle Orta Asya halkı da bu ticarî faaliyetler içinde hiç şüphesiz önemli rol oynuyordu. Nitekim tarih kaynaklarından bu bağlamda meşhur ipek Yolu üzerinde bulunan Buhârâ’nın uluslararası ticaret alanında oldukça etkin olduğu öğrenilmektedir. Söz konusu imparatorluklardan Sâsânîlerin tümüyle, diğerinin ise Mısır ve Suriye gibi ekonomik değeri çok yüksek bölgeleriyle Müslümanların eline geçmesi, bu tarihlerden itibaren Orta Asya kavimlerinin ticarî muhataplarının da tabiatıyla Müslümanlar olmasına yol açtı. Neticede İslâm’ın daha ilk yüzyılının ikinci çeyreğinde Mecusîlik dinine bağlı Erzekyân adlı tüccar gibi ticarî maksatlarla İslâm beldelerine yolu düşen kimi Buhârâlılar, Müslümanları ve İslâm dinini tanıma fırsatını elde etti. Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Erzekyân ticari seferlerinden birinde önce Çin’e, oradan deniz yoluyla Basra’ya ve Ali b. Ebû Talib’in (35-40/656-661) yanına muhtemelen Kûfe’ye gidip onun eliyle İslâm’ı kabul etti.  Erzekyân gibi kimselerin İslâm’ı din olarak kabul etmesi ya da öğrenmiş olması Buhârâ’da İslâm dini hakkındaki ilk izlenimlerin oluşmasının da yolunu açtı.

Buhârâlıların İslâm hakkında ilk bilgilenme yollarından birinin de askerî ilişkiler olduğu kaynaklardan öğrenilmektedir. Zira Müslümanlar, daha ilk dönemlerden itibaren fethettikleri yerin halkından zaman zaman milis ve muhafız kuvvetleri teşkil etmekteydi. Rivayete göre, bunlardan ilk grubu, Ubeydullah b. Ziyad 54/674 yılında çıktığı Buhârâ seferi dönüşünde ordusu içinde istihdam etmek üzere Basra’ya götürmüştü. Verilen bilgilerden sayılarının iki bin ila dört bin arasında bulunduğu nakledilen bu kişilerin Buhârâlı askerler olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanlarla bir arada bulunma, Buhârâlı askerlere İslâm’ı öğrenme fırsatı sağlamıştır. Bu askerlerin Mecûsî veya Budist veyahut başka bir din üzere hayatlarını sürdürdükleri yönünde kaynaklarımızda herhangi bir bilgiye rastlanma- maktadır. Şeşen’in de belirttiği gibi, bu durum onların İslâm dinini kabul ettikleri kanaatini kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Buhârâlı askerlere güven duyulup onların eline silah verilmiş ve orduda aktif bir göreve getirilmiş olmaları bu kanaati kuvvetlendiren bir diğer husustur. Kimi rivayetlerde Ubeydullah; kendilerine eman verip maaş bağlamayı kabul ettiği için, bu kimselerin kendi rızalarıyla Basra’ya geldikleri kaydedilmektedir.  Bundan, diğer Müslüman askerler gibi rahat hareket edebildikleri anlaşılan Buhârâlı askerlerin, memleketleri ile bir şekilde ilişkilerinin devam ettiği kanaatindeyiz. Velev ki bu insanlar Buhârâ’ya gitmemiş bile olsalar, yukarıda kaydettiğimiz Erzekyân hadisesinde görüldüğü gibi ticaret veya bir başka vesileyle Basra ya da Vâsıt’a yolu düşen Buhârâlılar ile görüştüklerini düşünmekteyiz. Bu esnada onların, İslâm ve Müslümanlar hakkında bilgi edinmelerine yardımcı oldukları ve böylece Buhârâ’da İslâm’ın tanınmasına katkı sağladıkları inancındayız.

Rivayetlerden Buhârâlıların, erken dönemlerde gözlem ve duyumlarından hareketle İslâm’ı daha ziyade Araplara mahsus bir inanç ve yaşam biçimi olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. Hatta 110/728 yılında bile, Müslüman olmanın Buhârâ halkı tarafından Arap olmak şeklinde algılandığı görülmektedir.

Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim’in 87-89/706-708 yıllarında Buhârâ’yı fethi, siyasi ve askerî yönden olduğu kadar, dinî yönden de şehrin tarihinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştır.  Çünkü Kuteybe b. Müslim’in icraatları, daha önceki Horasan valilerinden farklı olarak, Buhârâ’da siyasi hâkimiyetin yerleşmesine olduğu kadar, İslâm’ın yöre halkı tarafından öğrenilmesi ve yaşanmasına da katkıda bulunmuştur. Kuteybe’nin İslâm adına yaptığı ilk şey, halkın kafasındaki putları devirmek olmuştur. Bu nedenle o ilk önce, halkın olağanüstü güçlere sahip bulunduklarına ve kendilerine kötülük yapanı cezalandıracaklarına inandığı putlarını imha etmiştir.

Kuteybe putlar hakkındaki ilk icraatını, Beykend’in fethi esnasında ele geçirdiği altından yapılmış olanlarını eritmek suretiyle gerçekleştirmiştir. Kuteybe bu putları hiç tereddüt etmeksizin eritip ekonomik maksatla kullanılabilecek herhangi bir altın madde konumuna getirmiştir.  Kuteybe; yine yerli halkın, iki kuşun gagalarında getirip ateşgedeye bıraktığına inandıkları güvercin yumurtası büyüklüğündeki iki lü’lü taşını bulunduğu yerden alıp Haccac’a göndermiştir.  Buhârâlıların başlangıçta bu uygulamalara tepki göstermiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kuteybe’nin ekonomik hesaplarla dahi olsa böyle bir davranışta bulunması; halka, kutsallığına inandıkları bu putların kendilerini bile koruyamadıkları gerçeğini göstermiştir.

  1. Bireysel ve Toplumsal Diyalog

Kuteybe’nin valiliği döneminde Buhârâlılar, İslâm dinini üç kez kabul ettiklerini söylemişler; ancak Müslüman askerler Buhârâ’dan vilayet merkezi olan Merv’e gidince tekrar eski inançlarına dönmüşlerdi.  Buhârâlıların bu davranışlarından aslında onların İslâm dinini değil, Arapların askerî hâkimiyetini kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Çünkü temelinde inanç olan bir dinin zor kullanılarak kabul edilemeyeceği açıktır. Bu nedenle Kuteybe, İslâmlaşmanın zorla olamayacağını dikkate alıp Buhârâlılar ile dostane ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Buhârâ’nın fethini tamamladığında ilk olarak uyum içinde çalışabileceği kanaatine vardığı Buhâr-hudât Hatun’un oğlu Tuğşâde’yi hükümdar ilan etti. Zamanla Kuteybe ile aralarındaki samimiyet artan Tuğşâde, bir süre sonra Müslüman oldu. Hatta rivayete göre Tuğşâde, oğluna onun adını verdi. Çünkü Kuteybe onu Verdân-hudât başta olmak üzere bütün muhaliflerini ortadan kaldırarak Buhârâ hükümdarı yapmıştı. Bu nedenle Tuğşâde, Kuteybe’ye karşı büyük bir minnet borcu duymaktaydı.  Brockelmann, Tuğşâde’nin Müslüman olmasıyla Buhârâ’da İslâm dininin yerleştiğini savunmaktadır.  Fakat İslâmlaşmanın yukarıda belirttiğimiz gibi siyasi-askerî itaat gibi algılanmasının doğru olmadığı ve bir süreç içerisinde gerçekleştiği kanaatindeyim.

Kuteybe’nin Buhârâ eşrafı arasında da samimi ilişkiler kurup İslâm dinini kabulüne vesile olduğu insanlar vardı. Bunlardan biri olan Dihkan Hîne İslâm dinini kabul edince Ahmed adını aldı. Bu kişi Kuteybe’yi maiyyeti ile birlikte şahsî mülkü olan Kasr mahallesinde bulunan sarayında misafir etti. Daha sonra bu saray Buhârâ valilerinin ikametgâhı haline geldi.  İçinde yaşadıkları toplumun önderleri konumunda bulunan böyle şahsiyetlerin Müslüman olmasının, Buhârâlıların İslâm dinine biraz daha ılımlı bakmalarına yol açtığı muhakkaktır. Böylece Buhârâlılar İslâm dinini daha yakından tanıma imkânına kavuşmuş oldu.

Buhârâ’nın fethi sırasında yapılan antlaşma gereğince şehir halkı; evlerini, bağ ve bahçelerini Müslümanlarla paylaşmışlardı.  Bu uygulamanın başlangıçta işgalci olarak gördükleri Müslümanlarla mülklerini paylaşmak zorunda kalmalarından dolayı Buhârâlıları rahatsız ettiğinde şüphe yoktur. Fakat bunun sonuç itibariyle Müslümanların inanç ve yaşantılarının daha yakından tanınmasına da katkıda bulunduğu muhakkaktır.

Buhârâlıların, yeni sosyal oluşumu hiçbir tepki göstermeden kolayca kabul ettiklerini söylemek zordur. Nitekim birtakım insanlar Müslümanlarla bir arada yaşamak hususunda çok sert tepki göstermiş ve memleketini, yerini yurdunu terketmiştir. Buhârâ eşrafından Mecûsî Kuskusa (ya da Keskesân) sülalesi bunlardandır. Buhârâ’da ticaretle uğraşan bu aile, antlaşma gereği evlerinin, bağ ve bahçelerinin yarısını Araplarla paylaşmaktansa burada bulunan bütün gayri-menkullerini bırakıp şehir dışında yerleşmeyi tercih ettiler; burada Araplardan uzak yeni bir Mecûsî mahallesi kurdular.  Fakat bu davranışlarıyla aslında Buhârâ’da terkettikleri yerlerin tam bir Müslüman bölgesi haline gelmesine yol açtılar. Diğer yandan şehirde Müslüman nüfus artarken, Mecûsî nüfusu ise azalmış oldu.

Kuteybe b. Müslim’in Buhârâlılara ordusunda yer vererek,  Müslümanlarla yakınlaşmalarının yolunu da açtığı görülmektedir. Bu yakınlaşma zamanla evlilik bağlarıyla da pekiştirilmeye çalışılmıştır.  Buhârâlıların Müslümanlarla ilişkilerinin artmasının, onların İslâm dinini tanımalarına katkıda bulunduğu muhakkaktır.

Kuteybe, 94/712 yılında Buhârâ’da ilk defa Müslümanların ibadet ihtiyaçlarının karşılanmasının yanında Buhârâ halkının İslâm’ı tanımasını da kolaylaştıracak güzel bir cami yaptırdı. Bu cami şehir kalesinin içinde insanların uğrak yeri olan Mâh-ı Rûz çarşısında yer almaktaydı.  Caminin bulunduğu yer daha önce Budist ve Zerdüşt dinlerinin bir faaliyet merkezi ve şehrin en işlek yeri idi. Buhârâlılardan dileyenler burada İslâm dinini öğrenebilmekteydi. Kuteybe, bayram namazlarında bu caminin yetersiz geleceğini düşünerek, hemen ona bitişik olan ve geniş bir alanı kapsayan Rîgistan adlı boş sahayı namazgâh yaptı.  Söz konusu cami ve namazgâh, Buhârâ’da Müslümanların hâkim olduklarını göstermesi bakımından psikolojik bir anlam da taşımaktaydı. Bu durumun, yeni Müslüman olacaklara eski dindaşlarının baskısına karşı güven ve cesaret vereceği muhakkaktır. Artık Müslüman olmak isteyenler çekinmeden İslâm’ı kabul edebilirlerdi.

Kuteybe, şehir merkezinin yanında Buhârâ’nın banliyölerinde de bir taraftan bu mekânlardaki Müslümanların dinî ihtiyaçlarını karşılayacağı bir taraftan da gayrimüslim Buhârâlılara İslâmî ortamın tanıtımına katkıda bulunacağı muhakkak olan camiler bina etti. Afşana’da yapılan cuma mescidi bunlardandır.  Görebildiğimiz kadarıyla kaynaklarda açıkça belirtilmemekle birlikte Zekeriya Kitapçı, Tavâvîs ve Beykend’deki camilerin de Kuteybe tarafından inşa edildiğini kaydetmektedir.  Kuteybe, bunların yanı sıra mahalle mescitleri de inşa ettirdi. Bu mahalle mescidleri daha ziyade Hanzalaoğulları Mescidi, Saadoğulları Mescidi gibi çevresinde oturan Müslüman kabilelerinin adıyla anılmaktaydı.  Bunlar arasında Barthold’un da belirttiği üzere diğer mabetlerden olduğu kadar, kiliselerden mescide çevrilenler de yer almaktadır. Arap kabilelerinden Hanzalaoğulları tarafından camiye çevrilen kilise bunlardandır.

Kuteybe yaptırdığı cami, namazgâh ve mescitlerle İslâm’ın hâkimiyetini fizikî olarak Buhârâ’da tescil etti ve burayı bir İslâm şehri hüviyetine büründürmeye başladı. Neticede Buhârâlıları psikolojik yönden bir İslâm şehrinin fertleri olmaya hazırladı. Bu durum, onların İslâm’ı kabul etmelerini kolaylaştırdı. İnşa edilen mescitler Müslümanların ibadet ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, İslâm’ı öğrenmek isteyen çevre halkı için de bir tebliğ merkezliği yapmaktaydı.  Müslümanlarla iç içe yaşayan yerli halktan İslâm dini hakkında bilgi edinmek isteyenler, yakınlarında bulunan mescide giderek bu arzularını yerine getirebilme imkânına sahipti.

Kuteybe, ibadet yerlerinin dolmasını ve halkın İslâm dinini tanımasını sağlayacak ilginç yollara başvurdu. Rivayete göre Cuma namazı için camiye gelen Buhârâlı gayrimüslimlere her gelişlerinde iki dirhem verdi.  Ancak Frye’nin de belirttiği gibi,  bu durum sadece fakirlerin İslâm’a davet edildiği anlamına gelmemektedir. Yukarıda kaydettiğimiz üzere, Dihkan Hîne gibi Buhârâ eşrafından da İslâm dinini kabul edenler vardı. Kuteybe’nin kimi Buhârâlıların başlangıçta para için de olsa camiye gelip İslâm dinini tanımaları için böyle bir uygulamada bulunduğu anlaşılmaktadır. Neticede onların İslâm’ı tanıdıkça gönüllerinin bu dine ısınacağı ve Müslüman olacakları inancını taşıdığı görülmektedir.

Buhârâlıların her geçen gün Müslümanlara yakınlaşmalarının hatta İslâm dinini kabul etmelerinin kimilerini rahatsız ettiği rivayetlerden fark edilebilmektedir. Nitekim Narşahî, Müslümanların yaşanan gerginlikten dolayı bir defasında Cuma namazından çıktıktan sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz Kuskusa aşiretinin yerleşim merkezlerine saldırdıklarını kaydetmektedir.  Kaynaklarda Kuskusa aşireti dışındaki gayrimüslimlere yönelik böyle bir saldırının nakledilmemesi, onlara yapılan saldırının camiye devam etmemelerinden öte başka Buhârâlıların devam etmesini engellemeye çalışmalarından kaynaklandığını düşündürmektedir. Yine Narşahî’nin şehirde zaman zaman Müslümanların can güvenliğini tehdit eden olayların yaşandığını ifade etmesi, saldırı olayının arka planını açıklar niteliktedir.  Ayrıca XI. asırda bile Buhârâ’da Mecûsî ailelerin bulunduğunun rivayet edilmesi, saldırının İslâmlaştırma amaçlı olmadığını teyit etmektedir. Aksi takdirde kanaatimizce bu Mecûsîlerin şehirde kalmaları mümkün olmazdı. Yeni Müslüman olanların sıkıntıya girmemeleri için namazda Farsça Kur’an okumalarına müsaade edilmesinin de Kuteybe dönemindeki İslâm’a davetin baskı merkezli olmadığının bir diğer göstergesi olduğunu düşündürmektedir.

Buhârâ’da İslâmlaşma süreci, Kuteybe b. Müslim’in öldürülmesinden sonra bir süre kesintiye uğradı. Çünkü Kuteybe’deki karizmatik yapı, ardından gelen valilerde yoktu. Veki’ b. Ebî Sûd çok kısa bir müddet vali olarak kalabildiği için bölge üzerinde ne siyasi ne de dinî yönden varlık gösterme imkânı buldu.  Ondan sonra vali atanan Yezid b. Mühelleb’e gelince, onun da icraatı, bölgenin İslâmlaşması için gayret etmek yerine Kuteybe b. Müslim’in memurlarını tutuklayıp hapsetmek ve işkenceye tabi tutmak oldu.  Yezid b. Mühelleb’in valiliği süresince İslâm adına herhangi bir faaliyet içine girdiğini göremiyoruz.

  1. Müslümanlar Arasında Hukukî Eşitliğin Sağlanması

Halife Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar İslâm ülkesinin sınırları bir hayli genişledi. Velid b. Abdülmelik’in hilafeti zamanında fetih hareketi en uç sınırlar olan batıda Pireneler, doğuda Orta Asya’nın geniş havzasına vardı.  Fakat bu genişleme sadece toprak kazanma şeklinde gerçekleşti. Yalnız Halife Ömer b. Abdülaziz’e göre bu genişlemenin İslâmî yönden olgunlaştırılması gerekmekteydi. Bu nedenle Ömer b. Abdülaziz, yeni toprak fethi yerine kazanılan topraklardaki insanların kalplerinin fethine yönelerek askerî faaliyetleri durdurdu.  Çünkü o, Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’i vergi toplaması için değil, insanları Hak dine sevk etmesi için gönderdiğine inanmaktaydı.

81/700 yılından itibaren Mevla ya da çoğul şekliyle Mevali adı verilerek ayrı bir sınıf haline getirilen Arap olmayan Müslümanlar gayrimüslimler gibi cizye vermek zorunda bırakılmıştı. Buna gerekçe olarak da hazinede ortaya çıkan finansman açığı sebep gösterilmişti.  Kaynaklarımızda belirtildiğine göre; mevalinin gayrimüslim muamelesi görmesini Halife Ömer b. Abdülaziz’e şikâyet eden Ebu’s-Sayda Salih b. Tarîf, Horasan Valisi Cerrah’ı zulümde ve ırkçılıkta Irak ve Horasan Genel Valisi Haccac’a benzetmekteydi.  Bu benzetme söz konusu uygulamanın Haccac döneminde yani 81/700’de başlatılmış olabileceğini teyit etmektedir.

Ömer b. Abdülaziz’in devlet politikası, İslâm dininin anlaşılması ve yayılması esası üzerine kuruluydu. Horasan Valisi Cerrah b. Abdullah bir vesileyle 100/718 yılında Halife’ye, Ebu’s-Sayda Salih b. Tarîf adlı Müslüman mevlanın yanı sıra iki Arab’ın da yer aldığı üç kişilik bir heyet gönderdi. Ebu’s-Sayda görüşmeler esnasında Halife’ye Müslüman Mevali’nin durumunu arz edip, onların Müslüman oldukları hâlde gayrimüslim muamelesi gördüklerini söyledi. Bundan son derece müteessir olan Halife Ömer b. Abdülaziz, üzerinde hiç düşünme gereği bile duymadan Valisi Cerrah’a “Namaz kılanları tespit edip onlardan cizyeyi kaldır.” şeklinde talimat verdi.  81/700 yılında çıkartılan, hazinedeki para açığını kapatmak düşüncesiyle Müslüman mevalinin cizyeden muaf tutulmaması yönündeki yazılı emri ise iptal etti.

Ömer b. Abdülaziz, sosyoekonomik ve politik hayatın tüm yönlerini İslâm kardeşliği prensibine göre düzene sokmakta kararlıydı. Ömer b. Abdülaziz, döneminde bölge halkından Müslüman olanlar için kullanılan Mevali kavramının, bu kişilerin Arap olmadıklarını ifadeden öteye geçmesine ve bir sınıf ayrımına yol açmasına izin vermedi. Diğer bir ifadeyle Ömer b. Abdülaziz; bu kavramın siyasi, sosyal, ekonomik ve dinî alanda ayrım vesilesi olmasına müsaade etmedi. Ömer b. Abdülaziz Mevali’yi, hürriyetine kavuşmasının bedeli olarak 25 dinar vermenin dışında; Arap Müslümanlarla yiyecek, giyecek ve masrafta eşit şartlara sahip kıldı.  Yine o, hak ve sorumluluklar konusunda da Mevali’yi Arap Müslümanlarla aynı statüye getirdi.  Böylece Müslüman Mevali, Arap Müslümanlar gibi artık cizye vergisinden muaf oldu.  Valisi Cerrah b. Abdullah’a cizye yükümlülerini yani gayrimüslim tebaayı İslâm’a davet etmesini, eğer kabul ederlerse onlardan cizye vergisini kaldırmasını emretti.  Ömer b. Abdülaziz diğer Müslümanlar gibi, Mevali’ye de maaş bağlayıp Horasan yolu üzerinde onlar için hanlar yaptırdı.

Ömer b. Abdülaziz Mevali ile Arap Müslümanların eşit şartlara sahip olmalarını sağlayacak bütün hususları düzene koymaya çalışarak Müslüman Mevali’nin gönlünü kazandı. Mevali nazarında Müslüman Araplar işgalci konumundan çıktı; aralarında din kardeşliği duygusu gelişti. Mevali’yi sömürmek sevdasında olanları bir tarafa bırakacak olursak, iki taraf arasındaki buzlar erimeye başladı.

Ömer b. Abdülaziz sadece Mevali’nin haklarını iade etmekle kalmadı, bunun yanı sıra mutlu azınlığın hukuka ters düşen işlerine de el attı. Çünkü kardeşlik her konuda adalet esası üzerine kurulu bir idarî yapılanmayı gerektirmekteydi. Bu kişilerin ellerinde, İslâm âlimlerinin haraci arazi olarak tanımladığı emlaktan bulunduğu hâlde vergisini ödememekteydiler. Ömer b. Abdülaziz onları bu vergiyi ödemeye mecbur etti. O daha ileri giderek bu kişilerin devletin gelirlerini istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçti.  Bu durum Ömer b. Abdülaziz’in çevresindeki mutlu azınlığın hiç hoşuna gitmemekteydi. O, mutlu azınlığın zaman zaman yaptığı eleştirilere, Rabbine isyan etmekten korktuğunu vurgulayarak karşı koymaktaydı.

  1. İslâm’ı Kabul Edenlerin Sayısında Artış

Buhârâ’da Ömer b. Abdülaziz’in samimi girişimleriyle halk, İslâm ile Müslüman kavramlarını ayırt edebilecek bilgi seviyesine ulaşmaya başladı. Yani Müslüman yöneticilerin Mevali adı altında Müslümanlar arasında yaptığı ayrımcılığın İslâm’dan kaynaklanmadığını fark etti. Ömer b. Abdülaziz’in dönemine kadar Orta Asya’da pek çok insan Müslüman olmuştu. Bunlardan yirmi bin kadarı İslâm ordusu içinde, yine bir o kadar da sivil hayatta yer almaktaydı.

Kardeşlik ve eşitlik ilkesine dayalı İslâmî prensipler uygulanmaya başlar başlamaz, Orta Asya’da Türklerden Müslüman olanların gerçek sayısı ortaya çıktı. Buna yenileri de katılarak mevcut sayı kat kat arttı. Hatta birtakım çevreler tarafından, yeni Müslümanların samimi olmadıkları ve cizyeden kurtulmak için İslâm’ı kabul ettikleri öne sürülmeye başlandı. Horasan Valisi Cerrah b. Abdullah, bu çevrelerin telkiniyle İslâm’ı yeni kabul edenleri denemek maksadıyla, Müslüman sayılabilmenin sünnet olma şartına bağlanması konusunda Halife Ömer b. Abdülaziz’den izin istedi. Cerrah ve onu etki altına alanlar, aslında devletin önemli bir gelir kaynağı durumundaki verginin önemli ölçüde azaldığı gerekçesiyle böyle bir izni istemekteydi.  Cerrah’a Türklerin İslâm dinini kabul etmesi konusunda zorluklar çıkartmayı öneren kişilerin, ayrımcı tavırlarıyla İslâm’ın adalet kavramından ne kadar uzak oldukları açıkça görülmektedir. Halife, “Allah, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i sünnetçi değil, davetçi olarak gönderdi.” şeklindeki cevabıyla Vali Cerrah’ın teklif ettiği öneriyi reddetmiştir.

Ömer b. Abdülaziz’in, Arap olmayan Müslümanlara yani Mevali’ye karşı hep yumuşak muamele yapılmasını ve onlara değer verilmesini istemesine rağmen, Cerrah b. Abdullah, Mevali’nin fitne ve fesat çıkartma eğiliminde olduğu gerekçesiyle haklarından ancak kılıç ve kırbacın geleceğini Halife’ye bildirdi. Onun mevali hakkında sarf ettiği bu cümleler, Halife Ömer b. Abdülaziz tarafından görevden alınıp yerine Abdurrahman b. Nuaym’ın atanmasına yol açtı.

Halife Ömer b. Abdülaziz’in Mevali’ye yapılan ayrımcılığı ortadan kaldırma konusunda gösterdiği kararlılık, halkın yanında itibarının artmasına büyük katkıda bulunmuştur. Günümüz tarihçileri de onu övgüyle anmıştır. Brockelmann, Halife’yi icraatlarında haklı bularak onun, bu ekonomik politikayı sadece ahireti düşünerek değil, aynı zamanda hâkimiyetin tam olarak gerçekleşmesinin bir gereği olarak uyguladığını belirtmiştir.  S. A. Hasan da Brockelmann gibi, Ömer b. Abdülaziz’in icraatlarını ülkenin menfaatleri açısından olumlu bulmuş ve Arap olmayan halkla iyi ilişkiler kurmayı temin için alınmış akıllıca kararlar olarak nitelendirmiştir.

Ömer b. Abdülaziz, sadece kendisinin İslâmî prensipleri esas almasıyla meselenin halledilemeyeceğini bildiğinden, göreve getireceği kimselerin de benzer düşünceye sahip bulunup bulunmadığını araştırmıştır. Bundan dolayı bütün karışıklıkların kaynağı ve İslâmi esasların bir kenara itilmesinin sebebi gördüğü vergilerin toplanması için görevlendireceği kimsenin seçiminde hassasiyet göstermiştir. Nitekim hakkında olumlu istihbarat edindiği Abdurrahman b. Abdullah’ı vergi tahsildarı olarak tayin etmiştir.  Buna rağmen, muhtemelen Ömer b. Abdülaziz’in İslâmî prensipleri uygulama konusundaki ciddiyetinden hala şüphe içinde olan ve uygulamalarının geçici bir heves ya da siyasetten kaynaklandığını düşünenler vardı. Bunlara hiç beklemedikleri bir emir gönderdi. O, bu emirde ekonomik sebeplerle Maveraünnehir’de diğer adıyla Orta Asya’da yaşamaktan memnun olmayanların, bölge halkıyla İslâm kardeşliğini hazmedemeyenlerin bütün yakınlarını da yanlarına alarak Maveraünnehir’i terk etmelerini istedi. Fakat hiç kimse bölgeden ayrılmaya yanaşmadı.  Wellhausen; Maveraünnehir’in Buhârâ gibi bazı şehirlerinde İslâmiyet yayılmamış olsaydı, Ömer b. Abdülaziz’in bu bölgeyi hiç düşünmeden bırakabileceği kanaatine sahip bulunduğunu kaydetmektedir.

  1. İslâm’ın Anlaşılması İçin Din Bilginlerinin Teşviki

Ömer b. Abdülaziz, ekonomik refah seviyelerini yükseltmekle halkın İslâm dinini kabul edecekleri hayali peşinde koşmamaktaydı. O imanın bir kabullenme ve inanma işi olduğunu çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle Ömer b. Abdülaziz döneminde vali orduda bulunan âlim ve fakihleri İslâm’ı tebliğ etmeye ve mescitlerde konuşmalar yapmaya davet etti.  Ömer b. Abdülaziz’in bu davranışından, onun İslâm’ın kabulünün ancak ilimle mümkün olabileceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır. Onun “Mümkünse âlim ol, değilse âlimleri sev, bunu da beceremiyorsan onlara kin tutma.”  şeklindeki sözü de bu kanaatini ortaya koymaktadır. Onun buna benzer bir diğer sözü de, “İlim zengin için bir süs, fakir için bir yardımdır. Onunla yardım istenilir demiyorum, ama o kanaat etmeyi öğütler.”  biçimindedir.

Ömer b. Abdülaziz’in teşviklerine olumlu cevap veren Müslüman âlimler, halkın İslâm dinini öğrenmesi için faaliyet göstermişlerdir. Ömer b. Abdülaziz döneminde Merv, Semerkand ve Buhârâ’da İslâm’ı anlatan Dahhâk b. Müzâhim bu âlimlerdendir. Özellikle Kur’an ilimleri üzerinde ihtisas yapmış bulunan Dahhâk, halkı İslâm dininin kaynağı olan Kur’an konusunda bilgilendirmiştir. Kaynaklarda onun dindar bir kimse olduğu özellikle vurgulanmıştır. Yine o, insanlara İslâm dinini öğretirken bundan herhangi bir kişisel menfaat gözetmemiştir.  Böylece Dahhâk’ın davranış ve tutumları halka örnek olmuş ve onun Kur’an hakkında verdiği bilgiler kuru bir laftan ibaret kalmamıştır. Bundan, onun toplum içinde sözlerine itibar edilen birisi olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

  1. W. Arnold’un Ömer b. Abdülaziz dönemi rahiplerinden Şamlı St. John’ın dinî tartışmalarla ilgili eserinden naklettiği bilgi de âlimlerin tebliğ faaliyetlerine ışık tutmaktadır. Arnold’un beyanına göre, St. John bu eserini Müslümanlarla yapacakları fikrî ve dinî tartışmalara Hristiyanları hazırlamak gayesiyle yazmıştır. Bu kitabı “Eğer Müslümanlar sorarlarsa…, Eğer Müslümanlar şunu derlerse… onlara şöyle cevap veriniz…” tarzında soru cevap metoduyla kaleme almıştır. Arnold’un da belirttiği gibi, bu kitaptan Müslümanların, zaman zaman gayrimüslimlerle dinî tartışmalara girerek onları iknaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.

Mevcut psikososyal şartlar da, halkın İslâm dinini kabul etmesini kolaylaştırmaktaydı. Zira Buhârâ’nın büyük bir kesimini oluşturan Mecûsîlerden sanat sahipleri mecburen ateşi, toprağı ve suyu kirletmekteydi. Bundan dolayı Mecûsî inançlarından kaynaklanan kanun nazarında hor ve hakir görülmekteydiler. O yüzden bu insanlar, mensuplarını kardeş ilan eden ve onlara değer veren İslâm dinini herhangi bir baskıya maruz kalmaksızın kabul ettiler.

Frye, Ömer b. Abdülaziz’in Müslüman olanlar hakkındaki icraatının bilindiğinden, ancak gayrimüslimlere karşı nasıl bir tavır takındığının belirsiz olduğundan söz etmektedir.  Ancak gerek Hristiyan gerek Yahudi gerekse Mecûsî olsun hiç bir din mensubunun inançlarını yaşamasına engel olunmaması ve mabetlerinin korunması için Horasan Valisi Abdurrahman b. Nuaym’a kesin talimat verdiği bilinmektedir.

  1. Emevîlerin Dinî ve Ekonomik Politikalar Arasında istikrarsızlığa Düşmesi

Ömer b. Abdülaziz, yaptığı ıslahat çalışmaları ve tebliğ faaliyetleriyle Orta Asya’nın İslâmlaşması sürecinde kısa zamanda büyük mesafe aldı. Ancak hilafetinin kısa sürmesi ve yerine geçenlerin onun icraatlarını şahsi çıkarlarına ters görmesi, bölgenin sıcak ve samimi yapısını sarsmaya başladı. Takip edilen ayrımcı politikaya bağlı olarak ortaya çıkan istikrarsızlık nedeniyle sık sık değiştirildikleri için birbirlerinden farklı davranan valilerin uygulamalarından, onların gözünde kısa vadeli ekonomik hesapların Orta Asya’nın İslâmlaşmasından daha önce geldiği görülmektedir.  Bu durum ortamın gerginleşmesine ve kaynaşmaya başlamış olan mevaliyle iktidarın arasının açılmasına neden oldu. Bütün Orta Asya’da istikrar bozulduğu için sık sık valiler değiştirilmek zorunda kalındı. Bölgede daha önce Göktürklerden boşalmış olan siyasi hâkimiyeti doldurmaya çalışan Türgişler, Müslüman olan ve olmayan Türklerin yardımlarıyla Semerkand yakınına kadar sokulup askerî faaliyetlerde bulunmaya başladı.  Diğer taraftan iktidar ve ekonomi merkezli yaklaşım Arap ordusu içinde de huzursuzlukların çıkmasına, kabileler arasında çatışmalara yol açtı.

106/724 yılında Türgişler, iç çatışmalarla da zayıf düşmüş Araplar’ı Seyhun ötesinden atıp onları uzun süre savunmada kalmaya mecbur etti. Bu durum Buhârâ ve çevresindeki Türk şehir hükümdarlarının kafasında Araplardan artık kurtulma zamanının geldiği kanaatinin belirmesine ve Türgişleri bir kurtarıcı gibi görmelerine sebep oldu.  Dönemin Horasan Valisi Esed b. Abdullah, 108/726’da Huttal’da Türgiş Kağanı Sulu’nun karşısına dikildi, ancak hiçbir başarı elde edemedi. Üç sene ardı ardına Türgişlerle çarpışmasına ve ağır zayiatlar vermesine rağmen kontrolündeki Orta Asya beldelerine onların yürüyüşlerini durduramadı.

Yeni Horasan Valisi Eşres b. Abdullah, yaşanan sıkıntılar karşısında çaresiz kalarak 110/728’de Halife Ömer b. Abdülaziz’in ırkçılığı bir tarafa atıp İslâm kardeşliğini ön plana çıkaran politikasını tekrar uygulamak istedi. Eşres, bu isteğini gerçekleştirmek için özellikle yerli halkın güvenini kazanmak zorundaydı. Bu yüzden tavsiye üzerine yukarıda üzerinde durduğumuz Dabbe oğullarının mevlası Ebu’s-Sayda Salih b. Tarîf’i  halkı tekrar İslâm’a davet etmesi için Orta Asya’ya gönderme kararı aldı. İyi Farsça bilmediği için de Ebu’s-Sayda’nın yanına Rebi’ b. İmran et-Temîmî’yi verdi. Böylece Eşres, ilk defa bir tebliğ heyeti kuran vali oldu.  Yalnız Ebu’s-Sayda, kendisini Buhârâ ve Semerkand çevresinde İslâm dinini tebliğ etmekle görevlendiren Eşres b. Abdullah’tan İslâm’ı kabul edenlerden cizye alınmayacağı konusunda söz aldı.  Bu rivayetten Ömer b. Abdülaziz’in ölümüyle birlikte yeni Müslüman olanların tekrar cizye vermeye başladıkları anlaşılmaktadır. Eğer Ömer b. Abdülaziz dönemindeki kardeşlik ve eşitlik esası üzerine kurulu Arap-Mevali ilişkisi devam etmiş olsaydı, Ebu’s-Sayda, Eşres’ten böyle bir söz alma ihtiyacı duymazdı.

Ebu’s-Sayda ve arkadaşlarının gayretleriyle yeniden Türklerden Müslüman olanların tespiti yapıldı. Çünkü halkın mücadelesi İslâm dinine karşı değildi. Onlar daha ziyade Arapların, kendilerine ikinci sınıf insan muamelesi yapmalarından rahatsızlık duymaktaydı. Ömer b. Abdülaziz dönemi bunun açık bir göstergesiydi. Bu konuda Buhârâlıların, Ömer b. Abdülaziz’e ve onun temsilcilerine karşı İslâm’ı tebliğleri nedeniyle olumsuz bir tepki gösterdiklerine işaret eden herhangi bir rivayete rastlanmamaktadır. Arap yöneticiler gelir kaynaklarının kuruması endişesiyle, yerli idareciler ise nüfuzlarının zayıflamaya başlaması nedeniyle halkın Müslüman olmasından rahatsızlık duymaktaydı. Nitekim Ömer b. Abdülaziz döneminde Buhâr-hudât Tuğşâde, Araplar’ın Buhârâ’yı işgali yüzünden nüfuzunu yitirdiğini söyleyerek Çin Hakanı’nın yardımını isteyip bu konuda onun Türgişlere emir vermesi ricasında bulunmuştu.

Eşres b. Abdullah’ın, Ömer b. Abdülaziz’in izinden uzun süre gitmeye gücü yetmedi. Çünkü Eşres ekonomik çıkarlar ve bölgenin elinden çıkması kaygısını taşımaktaydı. Eşres’in kardeşlik politikasıyla asıl hedefi yalnızca kargaşayı sona erdirip barış dönemine geçebilmekti. Eşres, Hasen b. Ebi’l-Amarrata’nın yerine Hânî b. Hânî ile Avâfeoğullarının mevlası Süleyman b. Ebi’s-Seriy’i vergi memuru olarak görevlendirdi. Hânî, yeni Müslüman olanların mescitler dahi inşa ettiklerini bildirmesine rağmen, Eşres Müslüman olsalar dahi yerli halkın cizye ödemeye devam edeceklerini bildirdi.  Eşres, alınacak verginin Müslümanların kuvvetini artıracağını ifade etti.  Aynı zamanda o, bu insanların vergiden kurtulmak için Müslüman olduklarına hükmederek, daha önce Cerrah b. Abdullah’ın yapmak istediği gibi, sünnet olma, farzları yerine getirme ve Kur’an’dan bazı sûreleri öğrenme şartını koştu. Fakat halk daha ileri giderek bu şartı kabul ettiklerinin bir belirtisi olarak cami inşa ettiler.  Hatta Buhârâlı dihkanlar Merv’e kadar gidip Eşres’in huzuruna çıktı. Ona “Herkes artık Arap oldu, kimden vergi alacaksınız?”  diyerek bu konudaki şikâyetlerini dile getirdiler. Fakat Eşres, yerli Müslümanlarla Arap Müslümanlar arasında ayrımcılık yapmaktan vazgeçmedi.

Halk muhtemelen çevresindekilerden çok çabuk etkilenip politikasını değiştirdiği için, Eşres’e “kurbağa” lakabını taktı.  İslâm’ı kabul ettiği hâlde gayrimüslim gibi cizye vermek zorunda bırakılan Türkler yeniden isyan başlattılar.

Ancak kaynaklarımızda, bu olaydan bahsedilirken “Küfre döndüler.”  ifadesi kullanılmaktadır. Oysa Ebu’s-Sayda cizye alınmayacağı konusunda sadece Eş- res’ten değil, aynı zamanda onun çevresindeki önemli isimlerden de söz almıştı. Hatta Eşres sözünden dönerse, bu kişiler ona karşı Ebu’s-Sayda’ya yardım edecekleri vaadinde bulunmuşlardı. Dolayısıyla bu şahsiyetler de isyancılara katıldılar.  Ebu’s-Sayda ve yardımcısı Sabit Kutne’nin tutuklanması üzerine ise halkın bütünüyle galeyana gelmesi, Eşres’i geri adım atarak kardeşlik politikasını uygulayacağı yönünde açıklama yapmak zorunda bıraktı.  Ancak ortam biraz sakinleşince Eşres, yeniden ayrımcılık yapmaya ve Mevali denilen Arap olmayan tüm Müslümanlardan cizye almaya kalkıştı.

Eşres’in mal hırsı Müslüman Türkleri İslâm’ı henüz kabul etmemiş olan ve Orta Asya’da hâkimiyet kurmaya çalışan Türgişlerin yanına itti.  Kaynaklar Türklerin tekrar İslâm öncesi hayatlarına döndüklerini nakletmektedir. Ancak Eşres’in zulmüne başkaldıran samimi Müslümanlar, onlarla birlikte hareket etmekteydi. O nedenle bu insanların hepsinin İslâm dairesinin dışına çıkmadıkları kuvvetle muhtemeldir. En azından tepkilerinin; İslâm dinine değil, bilakis Emevîlerin kendilerini ikinci sınıf Müslüman gören yaklaşımına karşı olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden kaynakların  “Soğd ve Buhârâ halkı küfre döndüler.” ifadesini ihtiyatla karşılamak gerektiği inancındayız. Hatta bu ifadenin Zekeriya Kitapçı’nın da belirttiği gibi,  “Yönetime başkaldırdılar.” şeklinde anlaşılmasının daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Küfre döndüklerinin belirtisi olarak, yönetime karşı gelmelerinden başka bir husus kaynaklarda belirtilmemektedir. Mesela onların ibadethaneler gibi din kaynaklı herhangi bir unsura karşı saldırdıkları konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Hatta bazı Mevali, bütün adaletsiz uygulamalara rağmen gayrimüslimlerle birlikte Müslüman Araplara karşı savaşmayı reddetmişlerdir. Kemerce halkı bunun en çarpıcı örneğidir. Türgiş hakanının kuşattığı Kemerce Kalesi’nde rivayete göre bir Arap asker, “Ey Kemerceliler, sizi imandan sonra küfre çağıran bir kavim kapınıza dayandı. Ne dersiniz?” deyince, onlar “Kesinlikle kabul etmeyiz.” cevabını verdiler. Ardından Arap asker “Müşriklerle birlikte Müslümanlara karşı savaşmanızı istiyorlar.” deyince, Kemerceliler “Böyle bir şey vuku bulacağına ölümü tercih ederiz.” şeklinde karşılık verdiler.

Buhârâ’da uzun süre istikrarın bozulması, İslâm adına büyük bir zaman kaybına yol açtı. Hatta Buhârâ, Müslümanların kontrolünden çıktı.  Türgişlerin yanında yer alan Buhârâlılar, savaşlar dolayısıyla İslâm ve Müslümanlardan yıllarca uzaklaştı ve aralarındaki kardeşlik duygusu körelmeye başladı. Eşres’in Mevali siyasetini onaylamayan Müslümanlar, Türgişlerin yanına itilen Buhârâlılarla istemeyerek dahi olsa karşı karşıya gelip savaşmak zorunda kaldı. Pek çok Buhârâlının Müslüman olmasında büyük payı olan Sabit Kutne bu duruma düşen Müslümanlardan birisidir.  Bununla birlikte Müslüman Türkler, İslâmî değerlere bağlı olan ve Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Müslüman Araplara karşı, savaş ortamında bile sevgisini saygısını göstermiştir. Arap Müslüman Abdullah b. Havzân el-Cehdamî bunlardandır. 112/730 yılında cereyan eden Şi’b olayında Arap Müslümanlar, Türgişler tarafından iyice sıkıştırılmıştı. Bu sırada karşı tarafın komutanı, bölge halkı tarafından büyük saygı duyulduğu anlaşılan Abdullah b. Havzân’ı tercümanı aracılığıyla kendilerine katılmaya davet etmiştir. Rivayete göre ona “Gel, bize katıl. Taptığımız putları terk edip sana tapalım.” demiştir. Şüphesiz Abdullah, bu teklifi bir Müslüman olarak hiç düşünmeden reddetmiş ve “Ben zaten putları terk edip yalnızca Allah’a ibadet etmeniz için sizinle savaşıyorum.” cevabını vermiştir. Abdullah bir süre sonra iki taraf arasında çıkan bir çatışmada şehit olmuştur.  Bu olay Buhârâ halkının, samimi Müslümanlara karşı olan sevgi ve saygılarını savaş ortamında bile kaybetmediklerini göstermektedir.

117/735’de Horasan Valiliği’ne getirilen Esed b. Abdullah’a Buhâr-hudât Tuğşâde, memleketinde ortaya çıkan bir kimsenin telkinleriyle birçok insanın İslâm’ı kabul eder göründüklerini, fakat gerçekte Müslüman olmadıklarını bildirdi. Şehirde terör estirmek ve cizyeden kurtulmak; böylece hükümeti zora sokmak hevesinde olduklarını iddia etti. Narşahî’ye göre; gayrimüslim olduğu hâlde Müslüman görünen Buhâr-hudât Tuğşâde’nin sözlerini ciddiye alan Vali, Buhârâ Amili (yöneticisi) Şerîk b. Hureys’den bu kişileri tutuklayıp Buhâr-hudât’a teslim etmesini istedi. Mescitte toplanan dört yüz kadar yeni Müslüman, yüksek sesle şahadet getirdikleri hâlde, Tuğşâde tarafından boyunları vurulduktan sonra asıldı. Tuğşâde, yeni Müslüman olanlardan geride kalanlarını ise Horasan Valisi’ne gönderdi.  Esed’e gönderilen bu insanların, herhangi bir zulme ve işkenceye maruz kalmaksızın İslâm dini üzere hayatlarını devam ettirdiği ve Tuğşâde’nin ölümünden sonra ise Buhârâ’ya döndüğü rivayet edilmektedir.

  1. İslâm’ın Tebliğinde Yönetim Karşıtlarının Rolü

Buhârâlıların, Müslüman olmaları konusunda yapılan dolaylı engellemelere rağmen İslâm dinini kabul ettikleri görülmektedir. Zira onlar Müslüman olmanın bedelini zaman zaman canlarını vererek ödemişlerdir. Bu hususta resmî kurumların uygulamasını doğru bulmayıp İslâm’ı din olarak benimseyenler arasında ayrım yapılmasından rahatsızlık duyan Müslümanların onlara yardım ettiklerini görmekteyiz. Türklerin İslâmlaşmasında, esas bu kimselerin rol oynadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu Müslümanların, idarecilerin yaptıklarını İslâm dininin doğru bulmayıp bütün inananları kardeş ilan ettiğini ve onların arasında hiçbir ayrım yapılmasına izin vermediğini halka anlattıkları, rivayetlerden ortaya çıkmaktadır.

Türk halkının İslâm’ı öğrenmesine katkı sağlayan Müslümanlar, sadece onların İslâmlaşması için değil, aynı zamanda mevcut yönetimin değişmesi için de faaliyet göstermişlerdir. Bu yüzden Arap olmayan Müslümanların kin ve nefreti İslâm dinine karşı olmaktan öte yönetime karşı gelişmiştir. Bu kişiler kaynaklarda daha ziyade Haşimî ve Abbasî taraftarları olarak ifade edilmektedir. 111129/729-747 yılları arasında Haşimoğulları adına gizlilik içinde propagandaya başlayan Süleyman b. Kesîr el-Huzâî, el-Alâ b. Hureys, Malik b. Heysem, Mûsa b. Ka’b, Halid b. Heysem, Talha b. Züreyk, Nadr b. Sabîh ile Şerîk b. İsa bunlardandır.  Söz konusu kimseler, ticaret ve hac bahanesiyle her tarafı dolaşarak bir yandan İslâm dinini anlatırken bir yandan da Mevali’yi Emevî yönetimine karşı örgütlemişlerdir.  Nitekim bu insanlar, Orta Asya’nın birçok yerinde de faaliyette bulunmuşlardır.  Ancak Esed gibi birtakım valiler, sıkı takip sonucunda ele geçirebildiği yönetim muhaliflerini, rivayete göre el ve ayaklarını kesip asmıştır. O nedenle muhalifler, propagandalarını çok gizli yapmak durumunda kalmışlardır.

116-128/734-746 yılları arasında Emevî yönetimine karşı savaşan Haris b. Süreyc’in adamlarından Muhammed b. Fadl b. Atıyye (ö.180/796) de yönetim karşıtları içinde yer almış İslâm bilginlerindendir. Haris b. Süreyc, Kur’an ve sünnetin tatbikinden başka hiçbir isteği olmadığını belirterek dönemin Horasan Valisi Nasr b. Seyyar’ın Maveraünnehir’e yani Orta Asya’ya amil (yönetici) atama arzusunu ve bir defasında yüz bin, bir diğerinde ise üç yüz bin dinar verme tekliflerini reddetmiştir.  Böyle bir liderin tebaası olan ve Buhârâ’nın Şe- refden köyüne yerleşip geçimini çiftçilik yaparak temin eden Muhammed b. Fadl, halkın İslâm dinini öğrenmesi için azami gayret göstermiştir.  Hatta İsa b. Musa Guncâr ve Ebû Hafsi’l-Kebîr  gibi tanınmış Buhârâlı âlimlerin yetişmesinde rol oynamıştır. Böylece Buhârâlılar, İslâm dini hakkında sadece resmî devlet yetkililerinden değil, aynı zamanda yönetim muhaliflerinden de bilgi alma fırsatını yakalamışlardır. Bu nedenle neyin İslâmî olup olmadığını ve yönetimdeki Müslümanların yaptıkları hataların İslâm dininden kaynaklanmadığını daha iyi görebilmişlerdir.

Sonuçta cepheleşmeler, Müslüman ve Müslüman olmayanlar şeklinde değil, yönetim taraftarları ve karşıtları biçiminde gerçekleşmiştir. Bu yüzden pek çok Arap Müslüman da onların yanında ve onlarla aynı safta mücadele etmiştir. Nitekim Orta Asya halkı Abbasî ihtilali sürecinde Ebû Müslim el-Horasanî’nin komuta ettiği muhalif ordusu içinde yer almışlardır.  Bu durum bölge halkı arasında İslâm’ın yayılmasını yavaşlatacak herhangi bir engelin kalmadığını göstermektedir.

Yönetim karşıtlarının Arap olmayan Müslümanlarla kardeşlik esası üzerine gerçekleştirdiği birlik, Emevî yönetimini de harekete geçirdi. Esed b. Abdullah’tan sonra 121/739 yılında Horasan’a vali tayin edilen Nasr b. Seyyar,  artık hâkimiyet çabasının baskıyla bir yere varamayacağını anlayıp, birtakım ıslah girişimlerinde bulunmayı gerekli gördü. Nasr, Buhârâ halkıyla daha yakın ilişkiler kurabilmek için birtakım teşebbüslerde bulundu. Kızını Buhâr-hudât Tuğşâde ile nişanladı. Tuğşâde ise, Kârîk Aleviyyân denilen Yukarı Hunbûn arazisini ona bağışladı.  Nasr, daha önce Kuteybe b. Müslim’in yaptığı gibi ordusu içinde Türklere de yer verdi.  Yıllarca sorun olan ganimetlerin paylaşımını adalet ve kardeşlik esası üzerine yaptı. Nasr’ın bu davranışı; Müslüman Türk halkını ikinci sınıf insan muamelesi görmekten kurtarmıştır. Ayrıca Arap Müslümanlarla Türklerin ve diğer Arap olmayan Müslümanların arasında kurulan samimi ilişkilerin artmasına, dolayısıyla onların İslâm dinini daha iyi öğrenip hayatlarına tatbik etmesine yardımcı olmuştur.

Nasr’ın en önemli icraatı; her zaman Arap olmayan Müslümanları mağdur eden cizye ve haraç konusunda İslâmî prensipleri dikkate almasıdır. Emevîler, fethettikleri bölgelerin halkıyla her yıl belli bir miktarda haraç vermek şartıyla sulh antlaşması yapmaktaydı. Belirlenen haraç miktarı, halk arasında bölüştürülmekteydi.  Bölüştürme ve toplama işlemini, yörenin nüfuz sahibi insanları gerçekleştirmekteydi. Sözgelimi Hristiyanlar, Mecûsîler ve Yahudilerden haraç vergisinin paylarına düşen kısmını, kendi liderleri toplamaktaydı. Toplanacak vergiden kime ne kadar vergi düştüğünü onlar tespit etmekteydi.  Yine dihkanlar, nüfuzlu insanlar oldukları için dinî liderler gibi onlar da, vergi tahsil etmekteydi.  Fakat bu lider ve dihkanların toplumlarından bazıları, İslâm dinini kabul etmeye başlayınca birtakım sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı. İslâm dinini yeni kabul eden bu insanlardan gelirin azalması endişesiyle gayrimüslim gibi cizye alınması cemaat liderlerinin eline büyük bir koz vermiş oldu. Çünkü grubundan kimin ne kadar vergi vereceğini fert planında belirleyen söz konusu bu liderlerdi. Dolayısıyla Müslüman olmaları vergiden kurtulmalarını engellemeyen Mevali denilen bu Müslümanlardan, bağlı bulundukları dihkanlar ve dinî cemaatların liderleri bir nevi ceza olarak daha ağır vergiler almaya başladı.  Hatta İslâm’ı kabul etmeyerek eski dinleri üzere hayatlarını sürdürenlerin vergilerini de Mevali’ye ödetmeye başladılar. Böylece, Müslüman olmak isteyenlere de bir nevi gözdağı vermiş oldular. Neticede devletin gelir vergisi olarak gördüğü ve halkın Müslüman olmasından daha çok önem verdiği cizye ve haraç, Buhârâlıların İslâmlaşmasının önüne dikilmiş aşılması zor bir engel halini aldı.

Nasr b. Seyyar, Merv’de halka yaptığı konuşmada şöyle demektedir: “Behramsîs Mecûsîlerden, Işbidâd b. Cureycûr Hristiyanlardan, Akîba ise Yahudilerden vergiyi kaldırıp Müslümanlara yüklemektedir. Ben de Müslümanları vergiden muaf tutuyorum.” Nasr bu müjdesinin ardından gerekli düzenlemeleri yapması ve adaletle davranması için Mansur b. Ömer b. Ebi’l-Harkâ’yı görevlendirdi ve kendisinden vergi alınan Müslümanların Mansur b. Ömer’e başvurmasını istedi. Böylece bir hafta içinde otuz bin kadar Müslüman vergiden muaf tutuldu. Bu arada vergi vermediği tespit edilen seksen bin kadar gayrimüslim ise vergi mükellefi yapıldı.

Nasr b. Seyyar’ın ayrımcılığı sona erdirme çabası, Müslümanlara derin bir nefes aldırdı. Nasr b. Seyyar, bu davranışıyla Ömer b. Abdülaziz’in uyguladığı İslâm kardeşliği politikasını bir kez daha hayata geçirdi. Böylece halkın kırılan kalbini kazanmaya çalıştı. Ancak Nasr b. Seyyar’ın, bu kararını Buhârâ Valisi Vâsıl b. Amr ile Buhâr-hudât Tuğşâde’ye uygulatmakta biraz zorlandığı görülmektedir. Çünkü Vali ve Buhâr-hudât’ın yıllarca, ayrımcılığı bir alışkanlık haline getirdiği gözlenmektedir. Bu yöneticilerin halka adaletle davranmayı yeterince içlerine sindiremedikleri görülmektedir. Nitekim bu yüzden, Fergana ve Şaş seferinden dönen Nasr b. Seyyar’ın huzuruna gelen iki dihkan, bu yöneticileri Buhârâ halkının malını gasp ettikleri gerekçesiyle öldürdüler.

Emevî hâkimiyetinin sonlarına doğru Buhârâ’nın artık bir İslâm şehri hüviyetine bürünmeye başladığı görülmektedir. Nitekim bu tarihlerde tanınmış İslâm âlimleri Buhârâ’yı yurt edinmek için yola koyulmuşlardır. Bu durum Buhârâ’nın dinî ve ilmî yönden hayli mesafe aldığını göstermektedir. Ubeyde b. Bilal et-Temîmî (ö.160/777)  ve Ebû Hafs Mansur b. Nu’man er-Rib’î el-Yeşkurî Basra’yı terk edip Buhârâ’ya yerleşen İslâm âlimlerindendir.  Bu kişiler İsa b. Musa Guncar (ö.186/802) gibi Buhârâ’da önemli kişilerin yetişmesine vesile olmuşlardır. Yine Buhârâ’nın Bâden köyünde oturan Ebû Abdullah Muhammed b. Huseyin (ö.167/783-84), Safvan b. İbrahim, Hüseyin b. Ahmed  aynı dönemlerde yaşamış diğer İslâm âlimleridir.

Buhârâ’ya gelen ilk Müslümanlardan sayabileceğimiz tabiinden birçok insanın kabrinin bulunduğu Nur köyünü ziyaret edenlerin, bir hac sevabı alacağı inancının halk arasında yaygın olması, söz konusu kabullenmenin en tipik örneklerinden birisidir. Buraya halk tarafından “Buhârâ’nın Nuru” adı verilmekteydi.  Bu olay, Müslüman Araplara Buhârâlıların artık işgalci gözüyle bakmayıp, onları birer kahraman olarak gördüklerini ortaya koymaktadır. Bu durum yerli halk ile Araplar arasında dinî ve kültürel birliğin sağlandığını göstermektedir.

KAYNAKLAR

ABÂDÎ, Ahmed Muhtar, Fi’t-Târihi’l-Abbâsi ve’l-Endelüsî, Beyrut, 1972.

Ahbâru’d-Devleti’l-Abbâsiyye, (III./IX. asra ait, müellifi meçhul), thk. Abdülaziz ed-Dûrî, Abdülcebbar el-Muttalibî, Beyrut, 1971.

ARNOLD, T.W., Intişâr-ı İslâm Tarihi, trc. Hasan Gündüzler, Ankara, 1971.

BARTHOLD, Vasiliy Viladimir, Four Studies On The History Of Central Asia, trc. T. Minorsky, Leiden, 1962.

BARTHOLD, Vasiliy Viladimir, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz. Hakkı Dursun Yıldız, Ankara, 1990.

BARTHOLD, W., “Moğol Fütuhatına Kadar Hristiyanlık”, trc. Köprülüzade Ahmed Cemal, Türkiyat Mecmuası, I, (1925), s.47-83.

BELÂZURÎ, Ahmed b. Yahya (279/892), Futûhu’l-Buldân, trc. Mustafa Fayda, Ankara, 1987.

BROCKELMANN, Carl, Târihu’ş-Şuûbi’l-İslâmiyye, trc. Nebîh Emin Fâris, Münir el-Baalbekî, Beyrut, 1948.

CÂHIZ, Ebû Osman Amr b. Bahr (255/869), el-Beyân ve’t-Tebyin, thk. ve Şerh Ab- dusselam Muhammed Harun, Kahire, 1948.

CHAVANNES, Edouard, Documents Sur Les Tou-Kıue (Turcs) Occıdentaujc, Paris, 1900.

DÎNEVERÎ, Ebû Hanife Ahmed b. Davud (282/895), el-Ahbâru’t-Tıvâl, thk. Abdül- mün’im Âmir, Kahire, 1960.

FRYE, Richard Nelson, Bukhara The Medieval Achievement, Norman, 1965.

FRYE, Richard Nelson, The Golden Age Of Persia, London, 1988.

HASAN, S.A., “A Survey of The Expansion of Islam into Central Asia During The Umayyad Caliphate III”, Islamic Culture, XLVII, S.1, (January 1973), s.1-13.

HATÎB EL-BAĞDÂDÎ, Ebû Bekir Ahmed b. Ali (463/1071), Târihu Bağdad ev Medinetü’s-Selâm, Beyrut, trz.

İBN A’SEM EL-KÛFÎ, Ebû Muhammed Ahmed (314/926), el-Futûh, Beyrut, 1987.

İBN ABDI’L-HAKEM, Ebû Muhammed Abdullah (214/829), Siretü Ömer b. Abdila- ziz alâ mâ Revâhu’l-İmam Mâlik b. En es ve Ashâbuh, tsh. ve tlk. Ahmed Ubeyd, Dımeşk, 1954.

İBN EBÎ HÂTIM, Ebu Muhammed Abdurrahman (327/939), Kitâbu’l-Cerh ve’t-Ta’dil, Beyrut, 1952.

İBN EBI’L-VEFÂ, Muhammed b. Muhammed (775/1373), el-Cevâhiru’l-Mudiyye Fi Tabalcâti’l-Hanefiyye, Haydarabad-Dekkan, trz.

İBN HALDUN, Abdurrahman b. Muhammed (808/1405), el-lber ve Divânu’l-Mübtede’ Ve’l-Haber Fi Eyyâmil-Arab Vel-Acem Vel-Berber Ve Men Âsâruhum Min Zevi’s-Sultâni’l-Ekber, Beyrut, 1979.

İBN HIBBAN, Muhammed Ebû Hâtim et-Temîmî el-Bustî (354/965), Kitâbu’s-Sikât, Haydarabad, 1973.

İBN HiBBÂN, Muhammed el-Bustî (354/965), Kitâbu Meşâhîri Ulemâi’l-Emsâr, Mekke, trz.

İBN KESÎR, imadu’d-din Ebu’l-Fidâ ismail b. Ömer (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, Kahire, trz.

İBN MÂKÛLÂ, Ali b. Hibetullah (475/1095), el-ikmal fiRefi’l-irtiyâb ani’l-Mü’telef ve’l-Muhtelef fi’l-Esmâ ve’l-Kunâ ve’l-Ensâb, thk. Abdurrahman b. Yahya el-Muallemî el-Yemenî, Haydarabad, 1962.

İBN NEDÎM, el-Fihrist, haz. Gustav Flügel, Beyrut, 1964.

İBN SA’D, Muhammed (230/844), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, trz.

İBNÜ’L-ESÎR, Ebu’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed (630/1233), el-Lubâb fi Tehzîbi’l-Ensâb, Beyrut, 1980.

İBNÜ’L-ESÎR, Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed (630/1232), el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrut, 1965.

KAFESOĞLU, İbrahim, “Türkler”, İslâm Ansiklopedisi (M.E.B.), İstanbul, 1988, XII- 2, s. 167-251.

KİTAPÇI, “Kuteybe b. Müslim Devrinde Aşağı Türkistan’ın Diğer Şehirlerinde İslâmiyet”, Türk Dünyası Araştırmaları, S.29, (Nisan, 1984), s.52-71.

KİTAPÇI, Zekeriya, “Bugünkü Türk ve İslâm Şehri Buhara’da İslâmiyetin Yayılışı ve Yerleşmesi”, Milli Kültür, I, S.3, (Mart 1977), s.51-55.

KİTAPÇI, Zekeriya, Orta Asyada İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya, 1994.

KUTLU, Sönmez, Mürcie ve Horasar-Mâverâünrehr’de Yayılışı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1994.

MAHMUD, Hasen Ahmed, El-İslâm fî Asya’l-Vustâ Beyre’l-Fethayri’l-Arabî ve’t-Türkî, Kahire, 1972.

NARŞAHÎ, Ebû Bekir Muhammed b. Ca’fer (348/959), Târîhu Buhârâ, thk. Emin Abdülmecid Bedevî, Nasrullah Mübeşşir et-Tırâzî, Mısır, trz.

NESEFÎ, Necmüddîn Ömer b. Muhammed (537/1142-43), El-Kand Fî Zikri Ulemâi Semerkand, tkd. Nazar Muhammed el-Fâryâbî, el-Memleketü’l-Arabiyyeti’s-Suûdiyye, 1991.

NUVEYRÎ, Şihâbu’d-Dîn Ahmed b. Abdu’l-Vehhâb (733/1333), Nihâyetü’l-Ereb fi Funûni’l-Edeb, thk. Muhammed Câbir Abdu’l-Âl el-Hînî, Kahire, 1984.

SANDIKÇI, Kemal, ilk Üç Asırda İslâm Coğrafyasında Hadis, Ankara, 1991.

SEM’ÂNÎ, Ebû Sa’d Abdülkerim b. Muhammed et-Temîmî (562/1167), el-Ensâb, tlk. Abdullah Ömer el-Bârûdî, Beyrut, 1988.

SHABAN, Muhammed Abdulhay Muhammed, Islamic History (750-1055), Cambridge, 1978.

ŞEŞEN, Ramazan, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, (ibn Havkal, Sûretü’l-Arz adlı eserin kısmen tercümesi), Ankara, 1985.

TABERÎ, Muhammed b. Cerîr (310/922), Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire, trz.

UKAYLÎ, Ebû Ca’fer Muhammed b. Amr (322/933), Kitabu’d-Duafâi’l-Kebîr, thk. Abdülmuti’ Emin Kal’acî, Beyrut, trz.

VLOTEN, Gerlof Van, (1903), Emevî Devrinde Arab Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar, trc. M.S. Hatiboğlu, Ankara, 1986.

WELLHAUSEN, Julius, Arap Devleti ve Sukutu, trc. Fikret Işıltan, Ankara, 1963

YA’KÛBÎ, Ahmed b. Ebî Ya’kub (292/905), Tarih, Beyrut, trz.

YÂKUT, Şihâbuddin Ebû Abdullah b. Abdullah el-Hamevî, (626/1228), Mu’cemu’l-Buldâr, Beyrut, 1979.

ZEHEBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (748/1347), Mîzânu’l-İ’tidâl fi Nak- di’r-Ricâl, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, İsa el-Bâbî el-Halebî mtb., 1963.