ALİ USTA’NIN HATIRALARI -I-
ALİ USTA’NIN HATIRALARINDA
ŞEYH ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ (K.S.)
[ I. KISIM ]
- Eseri Yayınlatan Hasan Burkay (Rh.A.)’ın Önsözü
Sizlere bu küçük eserle, insan başından geçmiş, bizzat yaşanmış, pek çok harikulade olaylarla dolu canlı bir kitap sunacağız.
Tahminen 1955 yıllarında dükkanıma daha evvel ismini ve methini duyduğum fakat tanışmak fırsatım bulamadığım bir zat geldi: Ali Usta. Mahkeme Camii yanında kunduracı dükkanı bulunduğunu, bu nedenle “Eskici Ali Usta” diye tanındığını söyledi ve ilave etti:
– Ziyaretimin sebebi, bu Cuma gecesi görmüş olduğum bir rüyadır. Riiyamda, Üstaz Şerafeddin Hz., sizin toplantılarınıza katılmamı emrettiler. Kabul ederseniz bundan sonra sizin toplantılarınıza iştirak edeceğim.
Kendisine çok yaşlı olduğu için gereken hürmet ve ikramı gösterdikten sonra,
-Hay hay. Bu olayı kendimize bir tebşirat olarak kabul ederiz. Bu hafta filanca yerdeyiz; buyurabilirsiniz, dedik.
Ali Usta’nın kim olduğunu, aşağıdaki hal tercümesinden ve hemşehrisi ye üstazı Şeyh Şerafeddin Hz. ile birlikte yaşadığı hadiselerden daha güzel anlayacaksınız. Şu kadarını arzetmek isterim. Ali Usta, 90 küsur yasma kadar ömür sürmüş ve diyebiliriz ki, ömrünün tamamım mücahede ile geçirmiş, çok gayretli ve azimli bir kimse idi. Kendisini tanımakla bahtiyar olduk. Kaybından dolayı da o derece üzüldük.
Azmine ve gayretine bir örnek vermek icabederse, toplantılarımıza katılma müsaadesi istediği ilk günden vefat ettiği güne kadar 25 seneden fazla bir süre bu toplantılara hiç aksatmaksızın ve Bursa’nın neresinde olursa olsun bir genç gibi yaya olarak gidip katılmasını gösterebiliriz.
Dağıtıcı değil toplayıcı, parçalayıcı değil birleştirici, soğutucu değil ısıtıcı, yerdirici değil sevindirici, her müride nasip olmayacak bir şekilde manevi yolların hepsini şey-i vahid gören, itikat ve amel noksanı olmayan, her saliki kendinden bilen bir zat idi.
Zaten, Cenab-ı Hakk (c.c.), “İnnemel mü’minune ihve… [Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştirler…” (49/10)], Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) de “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe gerçek mü’min olamazsınız. Size birbirinizi sevdirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız”, buyurmamışlar mı? O büyük peygamberin varisleri de “Ettarikatü vahidün (Bütün manevi yollar birdir.), diyerek O’nun izinden gitmemişler mi?
Biraz insaf ile düşünecek olursak yol, onların yolu; Hak olan söz, onların sözüdür.
Cenab-ı Allah’ın, başta bu kitabı kaleme alan naçiz kardeşinize, saniyen sizlere bu güzel, değişmez ana kaidelere uymamızı nasip etmesini niyaz ederiz. Tevfik Allah’tandır.
Hasan Burkay (Rh.A.)
- Ali Usta Kimdir?
Ali Usta 1304 Rumi yılında Kafkasya’nın Hocamakili köyünde dünyaya gelmiştir. Onbeş yaşında yani 1319 Rumi yılı Kafkasya’dan üstazına tabiiyet kasdi ile önce annesi Ayşe Hanım daha sonra kendisi Türkiye’ye hicret etmişlerdir.
Kafkasya iklimine uygun dağlık bir arazi olan İstanbul’un Yalova ilçesi Güney (Reşadiye) köyüne yerleşmişlerdir. Daha sonra mesleği icabı Bursa’ya yerleşip uzun seneler san’atını icra etmişlerdir.
Miladi 1980 yılı Bursa’nın Hıdırlık semtindeki hanesinde vefat etmiş vasiyeti üzerine üstazının medfun bulunduğu Yalova’nın Güney köyü Cebel-i Hafakan kabristanlığına defnedilmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Ali Usta. şeriat ve tarikatın birleştirilmesiyle hakikate erileceğini, şeriatsız tarikatın olmayacağını, tarikatsız şeriatın da noksan olacağını çok genç yaşlarında anlamış, elinizdeki eserde de belirttiğimiz gibi pek çok badireler atlatmış henüz onbeş yaşında çocuk denecek çağda bu büyük ve kutsal yola girmiştir.
Ali Usta’nın tekrarladığı şu sözleri kızı Halime Hanım anlatıyor: “Babam, ‘-Tarikata girmekle Allah’ı seven kulların içine karıştım, Allah ve Resulü’ne daha çok yaklaştım, imanım arttı’ buyururdu.”
Ne güzel bir darb-ı mesel vardır: Eskici Baba’ya sormuşlar. “Baba erenler bu ne hal? İşsiz kaldığın zaman kendi pabucunu söküp dikiyorsun. Babanın cevabı kısa ve net: “Kesreti dışarıda tutmak için”
Ali Usta ömrünün sonuna kadar aşk ile yaptığı bu güzel hizmetini sürdürmüş, halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu içerisine sindirmiş, dünya ve ahiret gidişâtını gayet güzel götürmüş, bahtiyar kimselerdendir.
Bir gün iade-i ziyaret kasdi ile Ali Usta’nın dükkanına gittim. Sohbete gelip oturanların yanısıra günler önce vermiş olduğu ayakkabılarını almak için kuyruk olmuş pek çok müşteriye de şahid oldum. Selam verip içeriye girdim; hal hatır sorduktan sonra müşterilere verdiği cevabı duyup mahzun oldum; genelde hemen hemen hepsine “yarın gelin, yarın gelin” diyordu.
Ali Usta yaptığı işi gayet güzel yapmakla beraber, yok bahasına denecek kadar da ucuz yapıyordu. Bu nedenle olacak müşterisi pek çok, tatlı dilli oluşundan da ziyaretçileri fazla idi.
Müşterilere “bugün git yarın gel” dediğini hazmedemeyerek kendisine: “-Ali usta bu insanlar tamir olacak ayakkabıyı bize şu gün vereceksin, demiyorlar. Bunlara günü sen veriyorsun hazırlayabileceğin bir gün versen de bunlara gel-git demesen olmaz mı?” demeden kendimi alamadım.
Cevaben dedi ki: “Sorma hazret; bu sözü bana üstazım Şerafeddin Hazretleri de bundan kaç yıl önce söyledi ama ben bu huyumdan bir türlü vazgeçemedim. (vazgeçilmesi lazım olan bir huy)”
Ali Ustamız Hayriye, Hatice, Ayşe, Leman hanımlarla hayatını idame ettirmiş. Hafız Muhiddin, Şerafeddin adında oğulları, Halime, Muine, Neşe adlarında kızları olmuştur. Bunlardan onüç torunu olmuş bazılarının isimleri şöyledir: Fatih, Neriman, Tayyar, Sabriye, Zakir, Necati, Melih, Hayriye hanımlardır.
Türkiye’de olan bir kardeşi Emine Hanımdır. Diğer kardeşleri Kafkasya’da kalmışlar. Bunların da hepsi tasavvuf neş’esi tatmış; aynımürşide bağlanmışlardır.
Yol arkadaşları pek çok olmakla bunlardan üstazın katibi Ahmed Efendi, Şerafeddin Hz.nin “Sen çizmelerinle Cennet’e gireceksin müjdesini verdiği Musa Dede; Kerim Usta, Nuri ustaları sayabiliriz. Bu güzel insanlarla biz de görüşme saadetine nail olduk.
Üstaz Şerafeddîn Hz. Ali Usta’nın kendisine şu müjdeyi vermiş: “Benden sonra çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın”, buyurmuşlar.
Sahabe-i Kiram Cenabı Peygamber s.a.v. Efendimize “Ya Resulallah söylediklerinizi bir zaman sonra unutuyoruz.” demeleri üzerine Cenabı Peygamber s.a.v. öyleyse sağ elinizi çalıştırınız.” buyurmaları. Bize bu kadar ibretâmiz olayları gelecek kuşaklara aktarabilmemiz için bu kitapçığı meydana getirmiş olduk.
Bu eser yirmi sene yapılmış olan sohbetlerin hülasasıdır. Ali Usta’nın bu sohbetlerini kasetlere kaydettirip büyük bir emek ile bu hale getirebildik.
Şerafeddin Hz. her zaman Ali Usta’nın mütevazi dükkanına gider yer-içer sohbette bulunurlarmış. Bu saadetle yine bir kunduracı ustası olan Murtaza Efendi’ye de gider onunla da sohbet eder; Ricalü’l-gayb hazerâtına; Ricalullah’a ayakkabı yaptırırlarmış.
Cenabı Hak cümlesinden razı ve hoşnut olsun. Amin.
ALİ USTA’NIN HATIRATINDAN – I. KISIM
ALİ USTA’NIN HATIRATINDAN – II. KISIM ( Linke Tıklayınız)
- Ali Usta’nın Kendi İfadesi ile Tasavvufa İntisabı
” Ben kolay ikna olmayan, iman ile imansızlık arasında bocalayan bir insandım. Aynı memleketli, yani Dağıstanlı olduğumuz; aynı köyde oturduğumuz halde Şeyh Şerafeddin’e de öyle kolayca intisab edemedim. Pek çok hocayı sınadım, beğenmedim. En sonra vaktiyle ders aldığım, çok bilgili, Hacı Abdülkadir isminde bir alime gidip O’nun sohbetinde bulunmaya karar verdim. O alim de benim gibi tarikat ve Şeyh Efendi’nin aleyhinde idi.
Yol üstü Şeyh Şerafeddin’in kapısının önünden geçerken Şeyh Efendi önüme çıktı ve nereye gittiğimi sordu. Hacı Abdülkadir’e gitmekte olduğumu söyleyince beni vazgeçirmek için çok uğraştı; ben de direndim:
-Sen de benim gibi bir insansın. Bir marifetin varsa göster! dedim.
-Oğlum Ali, bizim bilgimiz, Allah’ın bir emanetidir. Yersiz yere kullandık mı bizim elimizden alır. O marifet benim malım değil ki sana göstereyim. Sen bize bağlanmadıkça benim sana bir şey göstermem mümkün değil, dedi.
Ben tekrar direnince,
-Evladım, kırk gün için de mi bağlanamazsın bana? dedi.
-Sırf seni sınamak için bağlanırım. Amma ağır bir ders verme! dedim.
-Olsun, tecrübe için bağlanman da yeterli. Senden çok bir şey yapmam da istemiyorum. Bu kırk gün içinde abdestsiz durma. Boş söz konuşma. Günde elli defa “Kul euzü birabbil felak”, ellibir defa “Kul euzü birabbinnas” oku. Başka bir şey istemez.
Ben tekrar, – Tecrübe olması şartı ile kabul! dedim.
Şeyh Şerafeddin Hz.:
-Şimdi beni dinle. Sen dinleri incelemeye kalktın, İncil, Tevrat okudun. Kur’an’da Cenabı Hakk’ın kendisinden bahsederken “nahnu” yani “biz” demesine takıldın. (Hakikaten böyle olmuştu. Allah bir olduğuna göre niçin “ben” demiyor da “biz” diyor. Bu Kur’an Allah kelamı değil o halde, diye düşünmüş fakat bu düşüncemi kimseye açma-mıştım.) Senin manevi hastalığın buradan ileri geliyor. Bir defa “biz” sözünün içinde “ben” mahfuzdur. Yine “ben” demektir. Ayrıca, o devirde Arabistan’da şiir çok önem kazanmış, bir çok meşhur şairler yetişmişti. Cenab-ı Hakk da, onlara aykırı gelmesin diye “nahnu – biz” sözcüğünü kullanmıştır, dedi.
Ben Şeyh Efendi’nin emirlerini yerine getirmeye başladım. Hem öyle yapıyordum ki, o “abdest al” dedi; ben gusül abdesti alıyorum, ibadete oturuyorum. Oda güzel bir kokuyla doluyor. Benim odam üst katta. “Herhalde bizim Şeyh Efendi buraya bir adam gönderiyor. Bu adam merdiven dayayıp odanın penceresinden içeri koku döküyor” diye düşünüyorum. Ailemi kaldırdım bir gece, odama çağırdım. Bakalım ben yanlış duymuş olmayayım, o da aynı kokuyu hissedecek mi?
-Aman, dedi, ne güzel koku bu. Nasıl da kokuyor. Sanki bir çok meyve dolu hoş bir koku. Odanın kapısı açıldığı vakit koku yayılıyor eve…
-Bu kokuyu sen getirmiş olmayasın, Hatice, dedim.
-Nereden getireceğim ben böyle kokuyu? dedi. Bu güzel koku Muharrem’in ondördüncü gecesi (o gece Şah-ı Nakşbend Hz’nin doğum gecesidir.) başladı ve her akşam devam etti. Kırkıncı günüm dolmak üzere iken Şeyh Efendi’nin evine gidiyordum. Şeyh Efendi mektepde imam, müezzin, muallim ve birkaç kişi ile otururken beni görüyor ve:
-Ali Usta beni aramaya gidiyor. Çağırın buraya, demiş. (Bu da kerameti.) Geriye dönüp mektebe geldim.
-Ali Usta tebrik ederim. Dünyada sıkıntı görmeyeceksin, ahirette de mesut olacaksın, dedi. (Hakikaten ondan sonra sıkıntı görmedim.)
-Neden böyle söyledin. Şeyh Efendi? dedim.
-Bir insana büyüklerin ruhları ziyarete başladı mı o bir daha asi olmaz. Sana da büyüklerin ruhu geliyor, dedi.
-Evet, Şeyh Efendi, ayın onikisinde başladı, dedim. Muharremin ondördünde olduğunu bildiğim halde yanlışlıkla dilimden onikisi çıktı.
-Yok, dedi, Şah-ı Nakşbendi’nin doğduğu gece başladı. (Bu da keramet.) Şeyh Efendi’nin büyüklüğünü anladım ve daha sonra çok şeyler gördüm. Elhamdülillah.
Bununla beraber her şeyin hakikatini öğrenmekten vazgeçmedim. Şeyh Efendi, zaman zaman, bana:
-Yahu, Ali Usta, sen ne biçim adamsın böyle? derdi. Uzun bir iple bir çardağa bağlı ata benziyorsun; boyuna dönüyor, tavaf ediyorsun. illa ipini çekmeliyim ki bağlı olduğunu anlıyasın.
İhvanlar, Şeyh Efendi’ye demişler ki:
-Bu Ali Usta her zaman seni imtihan ediyor. Sana ağır sualler soruyor. Defet bunu başından. Şeyf Efendi de:
-Ali Usta ruhlar aleminde bana böyle emanet edilmiştir. O’nu böyle teslim aldım; yerine kadar böyle götüreceğim, cevabını vermiş.
- Ali Usta’nın Karşılaştığı Bir İmtihan:
Bir gün Şeyh Efendi beni karşısına aldı ve şöyle dedi:
-Oğlum Ali, biz imtihan edeceğimizi söylemedik şimdiye kadar kimseye. Seni imtihan edeceğimizi söylüyoruz. Üç imtihan yapacağız sana. İlk imtihanın insan ile olacaktır. Bu insan ile olan imtihanı geçirirsen ikinci, üçüncü imtihanı kolayca geçirirsin. Bu, insan ile olacak imtihana dikkat et. Git şimdi, dedi.
Ertesi gün hiç bir şey yok iken Hasan Ali kardeşi Süleyman’ı da almış yanma tabancaları ellerinde, en adi küfürlerle bana hücum ettiler. Bir süre sabrettim. Ailem de karşımda, bir tane de erkek yok. Kadınlar toplandı. Bunlar da tabancaları bana dayadılar, sebepsiz yere sövüyorlar. Ben bunun imtihan olduğunu unuttum.
-Bak sizin de burda kızkardeşiniz var, sövmeyin. Beni öldürün fakat sövmeyin, dedim.
Aileme işaret ettim; tabancamı getir diye, anlamadı.
-Bana bak, tabancamı getir, dedim.
O sırada Ahmed Efendi, Necmeddin, Abdüllatif; üçü geldiler. Onları tuttular, eve götürdüler. Ben de eve gittim ve tabancanın fişeklerini iyice tetkik ettim. Güzelce çıkardım sapladım tabancaya. Süleyman’ın kapısına gittim. Süleyman benim rengimi görünce kapının arkasına bir şeyler dayadı.
-Süleyman, dedim, aç kapıyı. Ben barışmaya geldim. Halbuki açarsa kapıyı, vuracağım adamı. Hiç laf yok içerden. Birden imtihan hatırıma geldi.
-Eyvah, dedim. Ne yaptım ben? Adamı vuracaktım. Koştum Şeyh Efendi’nin evine gittim. Şeyh Efendi:
-Dün sen değil miydin büyük söyleyen? “Ben erkeğim, her türlü imtihana dayanırım” diyen, hani ne oldu? dedi. Fişekleri çıkardım. Bir tarafa attım. Ben de ağlamaya başladım.
-Aman Şeyhim, yüzüme karşı ilk insan ile imtihan olacağımı söyledin. Ben unuttum ve sabır gösteremedim, dedim.
-Haydi, dedi, şimdi sen uzlete git bakalım. Oradan uzlete gönderdi, Elhamdülillah.
-Uzlette gördüğümü söylemeye müsaade eder misin Şeyhim, yoksa söylemeyeyim mi?
-Tasdik edecek kimselere söyle Ali Usta. Tasdik etmeyecek kimselere ailenle olan muameleden daha fazla sakla, söyleme, dedi.
Şimdi uzlette gördüğüm bir şeyi anlatacağım size. Bir akşam bana manen “kalk” dediler. Kalktım. Dört saat uyku hakkımız var uzlette. Daha iki saat uyumuşum. Uykum tamam değil diye tekrar yattım. Yarım saat sonra yine kaldırdılar beni. Kalktım gittim abdest aldım. İki rekat sünnet kıldım. Otururken yüksekten, bir genç delikanlı sesi gibi bir ses geldi bana:
-Allah, dünya semasına nazil olmuş, nida ediyor: “Tevbe eden yok mu?; tevbesini kabul edeyim. İstiğfar eden yok mu?; onu mağfiret edeyim” diye Allah nida ederken, siz yatağınızda nasıl uyuyorsunuz?
Şeyh Efendi’den de emir var: “Fevkalade bir şey gördüğünüzde bana gelin.” O sabah Şeyh Efendi’nin evine gittim, anlatmak için. Şeyh Efendi beni görür görmez dedi ki:
-Ali Usta, uzlet tamam.
-Şeyhim, “Uzlet tamam dedin” ama ben altı aydır o uzlette bir kere bile Allah’a layık ibadet edemedim, dedim.
-İşte, dedi, uzletten maksat bu idi. Resulullah Efendimiz de her ibadetin sonunda “Yarabbi, sana hakkıyla ibadet edemedim, seni hakkıyla tanıyamadım.” derdi. Uzletten maksat insanın hiçliğini anlamasıdır, dedi ve devam etti:
-Ali Usta, şimdiden sonra vücuduna iyi bak. Zira Ebu Ahmet Suguri önceleri çok az yiyip içerek ibadet ederken, bir gün olmuş, sofrasında her şey bol, bol bulunur olmuş. Demişler ki O’na:
-Ya Ebu Ahmed! Sen riyazat-ı şakka ile uğraşırdın. Bugün nedir bu hal? Karşına bütün nimetleri almışsın, fevkalade yaşıyorsun. O da cevap vermiş:
-Siz bir düveyi harmana sokmak için eziyet eder misiniz?
-Ederiz.
-Harmanı dövmeye başladıktan sonra da eziyet eder misiniz?
-Etmeyiz.
-Bizim öküz harmanı dövmeye başladı artık. Artık bunun yemi kesilmez, demiş. Ali Usta, sen de bundan sonra vücuduna iyi bak.
- “Ali Usta Bir Daha Öyle Yapma”
Yunan mezaliminden kaçarak Geyve’ye gidiyorduk. Bir su kenarında dinlenmek için oturduk. Şeyh Şerafeddin Hz., “Esteizübîllah, Elem tere keyfe dareballahu meselen kelimeten tayyibeten keşeceretin tayyibetin… [Allah’ın, hoş bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğim’ görmüyor musun?” (14/24)] ayet-i kerimesini okudu ve şöyle devam etti:
– “Meselen kelimeten tayyibe” den maksat, “Lailahe İllallah” kelimesidir. Bu, kökleri yeri, dalları semayı dolduran bir ağaca benzer. Bu kelime bir mü’minin ağzından çıkınca, bir melaike halk olur ve Allah (cc.)’a giderek evvela o mü’minin giinahlarının affını ister. Allah (cc.) bunu kabul eder. İkinci olarak da, “Ya Rabbi, madem ki o kulunu affettin, bu saadetini O’nun üzerinde devamlı kıl; onu değiştirme” der. Bu da kabul olunur.
Kötü kelam, malayani söz ise, kötü ağaca benzer. Hiç bir yer bunu kabul etmez. Kötü söz ancak, müşrik ve münafıkın kalbine konar, orada yer eder, dedi ve ilave etti:
-Bu Yunan’ın buraya gelmesine sebep biziz.
“Hazretin yukarda bahsettiği konu ile ilgili olarak şöyle bir olay oldu” diyen Ali Usta anlatıyor:
-Biz o gün Geyve’ye geldik. Bana da bir ev verdiler. Bu ev Ermeni evi olduğu için onu iyice yıkadık, temizledik ve içine girdik. Şeyh Efendi’yi Ankara’dan çağırmışlar. Doğru oraya gitti. Geceleyin Şeyh Efendi’nin yolda söylediği “Yunan’ın buraya gelmesine sebep bizleriz” sözleri aklıma geldi; sabaha kadar uyuyamadım. “Burada benim günahım ne idi? Bana düşen suç, cürüm ne idi acaba?” diye ağladım ve bütün Ricalullah Hazerâtı’na seslendim. “Ey Ricâlu’l-Gayb Hazeratı! Sizin Allah katında sözünüz ve nazınız kabul olur. Benim bu işte günahım ne ise beni affettirin; affıma sebep ve yardımcı olun…” dedim. Böyle dua ettim. Sonra da bunu unuttum gitti.
İşittim ki Şeyh Efendi Ankara’dan teşrif etmişler ve merhum Arab Hasan Efendi’nin evine inmişler. Doğru yanına gittim. Şeyh Efendi’yi orada tek başına buldum, selam verdim ve:
-Hazret, seni ve ihvanlarını evime davet ediyorum, misafirimsiniz, dedim. Şeyh Efendi:
-Ali Usta, Hasan Efendi senin yapacağın işi yaptı. Mü’minlerden iki kişi kefensiz kalmış. Sen bize sarfedeceğin para ile iki kefen al ve getir, dediler.
Ben onun dediklerini yaptım. Dönüşümde Şeyh Efendi’yi Geyve’li Kudsi Efendi’nin evinde, etrafında oturacak yer kalmamış, kendisin! ziyarete gelenler ve İhvanlarla dolu büyük bir odada buldum.
Şeyh Efendi bana: “-Ali Usta! gel yanıma”, dedi. Yanında bir yer açıldı ve ben oraya oturdum. Ev sahibi çayları önümüze getirdi.
Şeyh Efendi bana Dağıstanca, “-Ali Usta, o akşam yaptığın gibi bir işi bir daha yapma”, buyurdu. Ben düşündüm, düşündüm. Acaba ne gibi kötü bir iş yaptım? Ailemi mi incittim? Komşumu mu kırdım?… Bir türlü bulamadım ve sonra rica ettim: “Hazretim! Ben suçumu bilemedim, dedim. Şeyh Efendi: “-Bütün evliyaları bana neden koşturdun? Hepsi bana geldiler, affını istediler. Bu işe biraz üzülmüşler. Şimdi fetret zamanı. Hepsinin bir sürü vazifeleri var. “Bu kadarcık az bir iş için birimize söyleseydi kafiydi” dediler. Bir daha böyle şey yapma. Bir müşkülün olursa Şemşeddin Mağribi’ye söyle. O senin işini yapar. O zamanın Kutbudur; senin de ağabeyindir”, buyurdular.
Bu konuşma esnasında çaylarımız soğumuştu. Cemaattan Hacı Rıfat isminde biri:
-Hazret! Ali Usta’ya neler söylediniz ki. Ali Usta çok düşündü? Sonra neler anlattınız ki çok iyi dinledi? Hatta çayı da soğudu. Biz de sohbetinizden yararlanmak isteriz, dedi. Ben de Şeyh Efendiye:
-Hazret! Bana anlattıklarınızı herkese söyleyebilir miyim? dedim: Şeyh Efendi bana dönerek, Dağıstanca:
-Ali Usta! Şu anlattığım sözlerden burada bulunanların zerre kadar nasibi yoktur. Bu ve bunun gibi sözleri ehline anlatırsın. Ehli olmayanlardan ise kendi ailenle olan gizli muameleni gizlediğin gibi saklarsın, buyurdu. Sonra cemaate dönerek, Türkçe:
-Ben şimdi Ali Usta’ya bir bahis anlatacağım. O da size tercüme etsin, dedi ve şu ayeti okuyarak anlatmaya başladı: ” – Esteizübillah, “Ve marnın dabbetin fil ardi illa imemin emsalüküm” Dabbe, vahşi hayvan demektir. Yeryüzünde ve kuşlar arasında böylesine vahşi hayvan yoktur. Muhakkak, yaratılan şeylerin insanlar içinde de emsali vardır. İçimizde yılan gibi adam var; kurt gibi adam var; kara sinek gibi adam var. Hayvanların içinde en kötü hayvan, Afrika’da yaşayan bir çeşit yılandır ki bunun vücudu da zehirlidir. Bir yere değdi mi orayı hasta eder. Bu küçük bir yılandır. Buna insanlar içinde benzeyen o kimsedir ki, imanı zayıf olan kimsenin yanında konuşsa onun imanını zedeler. İkinci kötü hayvan kurttur. Doyması için bir kuzu lazımdır. O bir tane ile kalmaz. Bir sürü içine girince hepsini parçalar ve helak eder. Bu da şu kimseye benzer: İnsanın bir kusurunu görmesin veya işitmesin. Bu bir kusuru bin yapar ve o kimseyi insanlar içinde en kötü duruma düşürür. Bir de kara sinek vardır. Bu da kötü bir hayvandır. Tatlı-tuzlu her türlü yiyeceğe konar. Belli bir yiyeceği yoktur. Pisliğe de konar. Çıkar gelir, temiz yiyeceğe konar. Bu da şu kimseye benzer: İyilerle oturur, onlardan görünür. Kötülerle de oturur, meclisinden çıkınca başlar onların aleyhinde konuşmaya…” İşte o meclistekilere bunları anlattı, ben de tercüme ettim.
- “Altı Günü Unutma”
Seferberlik (I. Dünya Harbi) esnasında İstanbul’da askerim. Bir gün, bizim köyden olup İstanbul’da oturan ve Şeyh Efendi’nin muarızlarından Abdullah isminde bir zatın bana bir işi düştü. Önce yardımcı olmak istemedim. Fakat sonra, birlikte olduğumuz sürede konuşur, belki onu ıslah ederim diye kabul ettim. Ancak Abdullah, Şeyh Efendi’nin aleyhinde o kadar şiddetli konuştu ki, ben etkilendim ve içim bozuldu. Dersimi yapmaktan ve Şeyh Efendi’den vazgeçtim ve tesbihi duvardaki çiviye astım.
Bir kaç gün sonra askerlerle Sirkeci anbarına erzak almaya gitmiştim. Reşadiye Oteline uğrayıp “köyden gelen kimse var mı?” diye bakmak için o tarafa yönelmişken yolun öbür ucundan gelen Şeyh Efendi’ yi gördüm. Gerisin geri dönüp Divanyolu’na saptım. Kendisini bıraktığım için karşılaşmak istemedim. Kaçıp giderken mübarek adam nasıl koştu, ne yaptı ise omuzumdan tuttu beni.
-Nereye kaçıyorsun böyle? Gel bakalım arkam sıra, dedi. Divanyolu’ndan Eminönü’ne kadar geldik. Eminönü’ne yaklaştığımız vakit;
-Ali Usta, bak Allah’ın sanatına. Bu kadar mahlukat, bu kadar insan var. Hiç biri birine benzeyen var mı? Bunda Allah’ın büyük hikmeti var dedi.
O bunları söylerken benim içimde bir şeyler dönüyor; Abdullah’ın söyledikleri hatırıma geliyor. İçimden “Sen beni artık geri çeviremezsin” diyorum. Epeyce sonra Bab-ı Ali Caddesi’ne döndü. Bab-ı Ali Caddesi’nden Cağaloğlu’na doğru gittik ve bir kahveye girdik. Küçük bir kahve. Bir masa ve bir kahve ocağı var, kahveci yok içinde. Küçük Hüseyin Efendi (Mareşal Fevzi Çakmak’ın üstazı) orada oturuyor. Biz de selam verip oturduk. Şeyh Efendi bana dönüp dedi ki:
-İnsanda binbir tane kötü ahlak vardır. Sen bu tarikata girmeden evvel bunların hepsi sende mevcuttu. Bu Nakşbendi yolunda yapılan ibadetle sende bu kötü huylardan iki tane kaldı. Birisi gazap, diğeri şehvet. Onları da bu hafta içinde icra ettin ya, dedi.
Ben ağlamaya başladım. Onlar da başbaşa verip konuşmaya başladılar. Hakikaten o hafta içinde şehvetime ve gazabıma yenilerek iki büyük günah işlemiştim. Bir süre sonra Şeyh Efendi döndü bana:
-Yeter artık Ali Usta, affettik seni, dedi. O vakit ben dedim ki:
-Şeyhim, sen benim yaptığım bu işleri gördükten sonra. Resul-ü Ekrem muhakkak gördü. Allah bizzat her şeyi görür. Sen affettin ama onlar da affeder mi?
-Biz onların kapıcısıyız. Bizim yaptığımızı onlar reddetmez, Ali Usta.
-Peki Şeyhim bu Allah’ın lütfuna karşı, bu ihsanına karşı şükren ne yapayım ben?
-Ali Usta, sen bu altı günü unutma, bu sana yeter. Bir hesap ettim Abdullah ile benim konuştuğum tam altı gün olmuş.
- Daimî Abdestli Olmak
Bir gün Şeyh Şerafeddin Hz. ile geziyorduk. O abdest bahsini açmıştı ve buyurdu ki:
-Süleha abdestsiz gezmez. Bütün Sahabe-i Kiram böyle yaparlardı. Süleha abdestsiz yatmaz, buyurdular.
- “Hatif Üçtür”
Birgün Şeyh Şerafeddin Hz. “İnnallahe yenzilü ila sema…” diye başlayan ayeti tefsir ediyordu:
-Allah (cc.) bir çok alemler yaratmıştır: Alem-i melekût, alem-î ceberrût, alem-i gayb… gibi. Bu alemlerin hiçbirisinin birinden haberi yoktur. Her alemin melekleri bizim semaya nazil olurlar ve “Tevbe eden yok mu; tövbeleri kabul olunsun” diye seslenirler. Bu sesi mukarrebin melekler işitir. Onlar da gezer ve şöyle seslenirler: “Ve keyfe zenun İnnallahe kad nazara ila semaeddünya vahyi yuha. Hel min terzin etubba aleyhi ve hel müstağfirin etebu ileyk fe keyfe tenan fihim “Yatağında nasıl uyuyorsun…”
Bu melaikelerin sesini ben de işitmiştim. Şeyh Efendi’ye sormaya niyet etmiş, lakin onu gördükten sonra sormayı unutmuştum. Şeyh Efendi sohbette bu ayeti ve melaikelerin seslenişlerini anlatırken:
-Bu sesi işiten çoktur, buyurdular. Neden sonra ben müsaade istedim; ayrılıp gidiyordum. Şeyh Efendi bana:
– Ali Usta! Sorunun cevabını tamam almadan gitme, buyurdular.
O zaman ayıldım ve işittiğim sesin mahiyetini soracağımı hatırladım. Şeyh Efendi buyurdu ki:
– Oğul, hatif üçtür. Biri, Allah’ın; biri melaikenin; öbürü şeytanındır. Cihetsiz gelen hatif Rabbani’dir. Ta tepeden gelen de melaikenindir. Sağdan ve soldan gelirse o zaman düşün, buyurdular. Ben de:
-Ah Hazret ah! Ben soracağımı unuttum gidiyordum. Siz böyle her şeyden haberdar mısınız? dedim. Şerafeddin Hz.:
-Kutbül Aktab, Büyük Okyanus’un içindeki hayvanatın rızıklarında yanlışlık olursa, mes’uldür, buyurdular.
- Peygamber Görmemiş Kimseler
Bir gün sohbet esnasında mecliste birisi Şeyh Efendi’ye:
-Şeyh Efendi, dünyanın uzak yerlerinde paygamber görmemiş kimselere Allah (cc.) ne yapar? diye bir sual sordu. Şerafeddin Hz. buyurdu ki:
-Allah (cc.) herkese akıl, fikir, acıma ve şefkat hissi vermiştir. O kimsenin, kendini Yaradan’ı araması ve istikameti bulması için araştırma yapması ve tefekkür etmesi lazımdır. O kimse bir mürşide rastlamadıysa, kendi nefsine layık görmediğini, başkasına da layık görmeyecek şekilde hareket ederse sonunda Allah (cc.) ona doğru yolu buldurur. Kendine iyi bir yol bulup seçmeyen kimse mes’uldür.
- Ustazım Şeyh Şerafeddin’den Bir Kıssa
Şeyh Şerafeddİn Hz. ile aramızda olan bir çocuk meselesinden bahsedeceğim. Biz Yunan geldiğinde, buradan Geyve’ye intikal ettik. Geyve’de ben ayakkabıcılık yaparken, bir binbaşıya çizme yaptım. Çizmeyi verdikten sonra dedi ki:
-Çizmeler güzel olmuş, eline sağlık. Benim bir derdim var. Bu yaşa geldim (adam 55-60 yaşında var); Allah bize çocuk vermedi. Ailem de çok çocuk istiyor. “Şeyh Şerafeddin muska yazarsa çocuk olur” diye işittim. Ailem benim başımın etini yiyor. Buradan kalkıp gitmeden bir muska yazdır bana.
İstemeyerek bu işi üzerime aldım. Böyle bir şeyi Şeyhime söylemeye her ne kadar edeb duydumsa da utanarak gittim Şeyhime.
-Şeyhim! Bir binbaşı böyle, böyle rica etti. Çocuk için muska istiyor, dedim. Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin şunları anlattı: “-Muska île çocuk olmaz. Bir gün İmam-ı Ali’ye (R.A.) cemaatle otururken bir adam gelmiş:
-Ya İmam! Benim çocuğum olmuyor, ben çok istiyorum, demiş. Hz. Ali:
-Sen Cenab-ı Hakk’a istiğfar et.
O adam gitmiş, arkasından bir kişi daha gelmiş:
-Ya İmam! Benim çoluk-çocuğum kalabalık, geçimlerini idareye yetişemiyorum. Ne yapayım? demiş. Ona da:
-Sen Cenab-ı Hakk’a istiğfar et, cevabını vermiş, Arkasından bir kaç bahçıvan gelmiş:
-Ya İmam! Biz bahçıvanlıkla idare ediyoruz. Kuyulardan su çekiliyor, rahmet yok ne yapalım? demişler.
– Siz Cenab-ı Hakk’a istiğfar edin, cevabını almışlar. Orada oturanlardan birisi Hz. İmam-ı Ali’ye diyor ki:
-Bir doktora üç hasta gelirse, bu üç hastanın da hastalıkları ayrı ayrı olursa, hepsine bir ilaç mı söyler? Sen bunların hepsine istiğfar tavsiye ettin. Çocuğu olmayana da, olana da, rahmet isteyene de.
Hz. Ali:
-Biz konuşurken Allah’ın dilinden konuşuruz.
Nesteizübillah, “Dedim ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin ki , doğrusu O çok bağışlayandır.” (71/10). Allah mağfiret ederse, semadan size bölük, bölük rahmet yağdırır; size nehirler akıttırır. O rahmet ile Allah size cennet bahçeleri yapar. Sizi genişlendirir; mal ve çocuk ihsan eder. İşte bunlar istiğfara bağlıdır. Çoluk çocuk da, mal da, rahmet de. Ben söylemiyorum bunları; Allah (cc.) söylüyor, dedi, imamı Ali.
Şeyh Efendi:
– Sen de ona söyle. Hem karısı hem de kendisi günde yüz adet “estağfurullah” çeksin. Evlad-ı Resul’den de iki yetimi sevindirsin.
Binbaşıya bunu nakledince:
-Bu Şeyh Efendi muskacı değilmiş. Beni O’na götür. Ay sonu olduğu için 2,5 lira param var. Bundan başka param yok. Evlad-ı Resulü O sevindirsin. Beni götür oraya, dedi.
Götürdüm Şeyh Efendi’ye. Orada bana anlattığı gibi istiğfarı çekmesini söyledi ve:
-İnşaallah Allah’ın izniyle evliyanın berekatı ile yakında hayru’l-halef bir oğlan çocuk sahibi olursun, dedi.
Aradan 2-3 ay geçti. Antalyalı Ali Efendi isminde bir bakkala gittim. Bakkalda binbaşıyı gördüm. Beni görünce ayağa kalktı hürmetle. İskemleyi bana verdi, önümde dikildi. Ben de benimle eğleniyor zannettim. Çünkü benden yaş ve rütbede büyük. Bozuldum ben. Galiba eğleniyor benimle. “Yaptığımız işi beğenmemiş ondan yapıyor herhalde”, diye düşündüm ve:
-Estağfirullah efendim, siz yaşça, rütbece benden büyüksünüz. Bu kirli önlükle beni buraya oturttunuz. Ben bundan bir şey anlamadım, dedim. O vakit dedi ki:
-Ali Usta! Biz büyük ve küçüğün kim olduğunu anlamaya başladık artık. Sana geleceğim ama işim çok.
O günden sonra hergün iki asker geliyor. “Bizi binbaşı gönderdi, bir emrin var mı?” diye soruyorlar. Ben geri gönderiyorum. Bir gün baktım ki evimin etrafındaki sokaklar, evin avlusu süpürülmüş, odunlar parçalanmış, sular doldurulmuş. Bir gün dükkanımda otururken binbaşı deli gibi dükkana girdi:
-Ali Usta, dün bir oğlum oldu. Ne büyük adam imiş senin Şeyh Efendi’n. Bana nasıl müjde etti ise oldu, dedi.
Beş altı ay sonra Bursa’ya geldim. Şeyh Efendi Muradiye’de otururdu. Yatsıdan sonra, Şeyh Efendi’ye gittim. Şeyh Efendi ailesine;
– Bizim Ali Usta’ya o çaydan çay yap, dedi. Bir de baktım ki yalnız benim önüme çay geldi.
-Şeyhim senin çayın nerede?
-Biz biraz önce içtik Ali Usta.
-Şeyhim benim için çay yapılır mı? Ben zaten senin bulunduğun yerde, senin yüzünü görmek, senin sözünü dinlemekten başka bir şey düşünmem. Yemekten, içmekten ben zevk alamam ki. Edep duyarım sizin karşınızda bunu içmeye. Velakin emriniz gereği içmeye mecburum Şeyhim, dedim ve bir yudum aldım.
-Hazret, bu çay nasıl çay? Başka bir çay bu.
-Ali Usta! O binbaşının çocuğu dünyaya gelmiş. İçinde senin de hizmetin var. Onun tesiridir bu. Bir sandık şeker ile bir paket çay göndermiş. Ali Usta bu çay işte o çaydır. Çocuğun ismini istemiş benden.
O vakit Şeyh Efendi elimizde. İstediğimiz gibi konuşuyoruz. O binbaşının ismini, memleketini, o çocuğa ne isim verdiğini sormadım. Buna yanıyorum şimdi. Her vakit o Şeyh elimizde kalır gibi geliyordu bize.
- Ahireti Tarif
Bir gün Şeyh Şerafeddin Hz. ne:
-Ahiretten bahseder misin. Şeyhim, dedim.
-Sen anlamazsın, Ali Usta, dedi.
-Anlamam amma, beş yaşındaki bir çocuğa bir şey anlatmak isteyince onun seviyesine iniyoruz. Bana bu kadar da mı hisse yok Şeyhim? dedim.
-Pekala dinle Ali Usta. Allah’ın yarattığı tüm mahlukatın dilinde, damağında olan tat alma kuvveti, bir araya toplanıp bu zevk, bir kişiye verilse; bütün nimetlerin içindeki tat ve lezzet toplanıp bir elmanın içine konsa; bu kişi iştahla bu elmayı yese; bunun lezzeti, cennet nimetine eşit olamaz. Mü’min kadınların ve hurilerin örtülerinden bir tanesi bu dünyaya çıkarılsa, onu gören bir daha bu dünyaya bakamayacak kadar zevke gelir; deli gibi olur. Onun güzelliğine tahammül edemez. Ali Usta şimdi sen beni görüyorsun değil mi? dedi.
-Görüyorum, Şeyh Efendi.
-Neyi görüyorsun?
– Seni görüyorum.
– Görüyorsun amma beni yaşatan, bendeki ruhu görüyor musun?
– Görmüyorum şeyhim.
– Bu ruh çıkarsa, bu vücut 24 saat dayanamaz, kokar. Bütün azaların marifeti, gözün görmesi, kulağın işitmesi, hepsi yok olur. Demek ki insanın vücudunun bütün kıymeti ruhdadır. Bu ruhu görmüyorsun değil mi, Ali Usta?
– Evet görmüyorum. Şeyhim.
– İşte Ali Usta, ahiret alemi öyle bir alemdir ki; nasıl dünyada vücudun içinde ruh kayıp ise, ahirette de ruhun içinde vücud kayıptır. Ahirette, ruh da beden de mevcuttur.
ALİ USTA’NIN HATIRATINDAN – II. KISIM ( Linke Tıklayınız)
- Uzay Hakkında
- Mukarrebîn
- Şeyh Şerafeddin Hz.nin Üç Vasfı
- 63 Yaşın Sırrı
- Abdül Mecid Efendinin Vefatını Bilmesi
- Sakal-ı Şerif
- Hazretin Hocaları İkazı
- Bursa Valisi Abbas Halim Paşaya Gelen Ecnebinin Sorduğu Sualler
- Nakşbendi Seccadesi
- Bazı Müridlerin Yanlış ve Kötü Düşünceleri
- İmtihan
- Ali Usta’nın Rusya’ya Gidişi
- Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat
- “Din Türkler Elinde Kalacak”
- Cemaleddin Kumuki K.S.
- Eşlerin Kıymetinin Büyüklüğü
- Ateş – Süt Kıssası
- Ehlullah’da Tasarruf
Şeyh Servet Kimdir?
- Üstaz İle Şeyh Servet
- Ahmed Suguri K.S.
- Küçük Hüseyin Efendi K.S.
- Hacı Ahmed Efendi ve Müridleri
- Şeyh Muhammed Necati Hazretleri Anlatıyor
- Muhammed Necati Hazretleri ve Müridleri
- “Nefsle Mücadele Son Nefese Kadardır”
- Gadab-ı Nefsani (Şerafeddin K.S.)