Prof. Dr. M. Fuad KÖPRÜLÜ: TÜRK EDEBİYATINDA İLK MUTASAVVIFLAR

TÜRK EDEBİYATINDA  İLK  MUTASAVVIFLAR

Prof. Dr. M. Fuad Köprülü

DİB Yayınları -118 ;  6. Basım

( I. KISIM : AHMED YESEVİ ve TESİRLERİ )

[ II-III-IV. BÖLÜMLER s. 27-118 ]

  1. BÖLÜM

AHMED YESEVÎ’NİN  MENKABEVÎ HAYATI

Halkın muhayyelesi üzerinde kuvvetli izler bırakan her şahsiyet, hatta daha hayatında iken, menkabesinin teşekkül ettiğini görür. O menkabeler uzun asırlar boyunca bir nesilden öteki nesle geçerken daima büyür, büyür ve nihayet o şahsiyetin hakikî simasını ta’yin edebilmek çok güçleşir. Bilhassa Doğu’da, mutasavvıfların “halk muhayyelesi” üzerindeki te’sirlerinin şiddetinden dolayı, her geçen asır onlara yeni menkabeler icadetmiş ve tarihî simalarını hergün daha çok unuttur muştur. Eski Doğu tarihçileri, ekseriyetle tarih ile menkabeyi biribirinden ayıramadıkları için, halk muhayyelesinde teşekkül eden hayalî şekilleri aynen kitaplarına geçirmekten başka birşey yapmadılar, işte, bu yüzden, bugün Hace Ahmed Yesevî’nin tarihî simasını tesbite çalışırken, önce, an’anenin bize naklettiği menkabevî şahsiyetini tasvir ede ceğiz. Sosyal vicdanın yaratmış olduğu bu şahsiyet, asıl tarihî şahsiyete uygun olmasa bile, büyük sosyal bir kıymete malik olup, araştırılmağa değer.

 

  1. Çocukluğu:

Türkistan’da Sayram şehrinde Hazret-i Alî evladından Şeyh İbrahim adlı bir şeyh vardı. Şeyh öldüğü zaman Gevher Şehnaz adlı büyük bir kızıyle Ahmed isminde yedi yaşında bir çocuğu kaldı1. Ahmed, daha küçük yaşındanberi muhtelif tecellîlere mazhar oluyor, yaşı ile uymayan fevkaladeliklcr gösteriyordu. Kendisi, vücude getirdiği Divan-ı Hikmet adlı eserinde mazhar olduğu bu feyizleri mutasavvıflara yakışır bir dil ile birer birer anlatır2. Daha küçüklüğünden beri Hızır Aleyhi’s-selam’ın delaletine mazhar olan Ahmed, yedi yaşında babasından yetim kalınca, diğer manevî bir babadan terbiye gördü. Hazret-i Peygamber’in manevî işaretiyle ashaptan Şeyh Baba Arslan, Sayram’a gelerek onu irşad etti2.

Arslan Baba, menkabeye göre ashabın ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre, dörtyüz sene ve diğer bir rivayete göre de, yediyüz sene yaşamıştı. Onun Türkistan’a gelerek Hoca Ahmed’i irşada me’mur olması, bir manevî işarete dayanıyordu : Hazret-i Peygamber’in gazalarından birinde, Ashab-ı Kiram nasılsa aç kalarak onun huzuruna geldiler; biraz yiyecek istirham ettiler. Hazret-i Peygamber’in duası üzerine Cibril’i Emin, Cennetten bir tabak hurma getirdi; fakat o hurmalardan bir danesi yere düştü. Hazret-i Cibril dedi ki : “Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir”. Her emanetin sahibine verilmesi tabiî olduğu için, Hazret-i Peygamber, ashabına, içlerinden birinin bu vazifeyi üzerine almasını teklif etti. Ashaptan hiçbiri cevap vermedi; yalnız Baba Arslan inayet-i risalet-penahî ile bu vazifeyi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine. Hazret-i Peygamber, o hurma danesini eliyle Arslan Baba’nın ağzına attı ve mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hazret-i Peygamber, Arslan Baba’ya, Sultan Ahmed Yesevî’yi nasıl bulacağını ta’rif ve talim ederek, onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti4. Bunün üzerine Arslan Baba Sayram’a -yahut Yesi’ye- geldi ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirdikten sonra, ertesi yıl vefat eyledi : Divân-ı Hikmet’te “Kabızü’l-ervah’ın onun canını aldığı, hurilerin ipek dondan kefen biçtikleri, yetmişbin meleğin ağlaya ağlaya gelip onu Cennet’e götürdükleri” yazılıdır5.

Yedi yaşına kadar birçok yüksek manevî rütbelere sırasıyle yüksel dikten sonra, Arslan Baba’nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk mertebesine erişen küçük Ahmed, yavaş yavaş etrafta şöhret kazanmağa başlamıştı; zaten babası Şeyh İbrahim sayısız kerametleri, menkabeleri ile o civarda tanınmış bir adamdı6; bu yüzden, hemşiresinin sözlerine ta-mamıyle riayet eden bu sakin, sessiz küçük çocuğun, sülalesi bakımından da manen büyük bir mevki’ sahibi olduğu biliniyordu. O esnada vaki’ olan hariku’l-‘ade hadise ise, Ahmed’in şöhretini bütün Türkistan’a yayıyordu : Bu devirde Mâveraü’nnehr ve Türkistan’da Yesevî adlı bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kışın Semerkand’da oturuyor, yazları Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi av meraklısı olan bu padişah, yazları, Türkistan dağlarında avlanmakla vakit geçirirdi; lakin bir yaz Karaçuk dağında avlanmak istediği halde, dağın çok girintili çıkıntılı olması onu bu emelden mahrum etti; Karaçuk’da hiç av avlayamadı7. Bunun üzerine bu dağı ortadan kaldırmak istedi. Kendi hükmettiği yerlerde nekadar velîler varsa hepsini topladı ve duaları berekâtiyle bu dağı ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyası hükümdarın bu niyazını kabul ettiler. İhram bağlayıp üç güne kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarru’ ve niyaza koyuldular; fakat bütün tazarru’lar, umulanın aksine, neticesiz kaldı. Sebebini araştırdılar, “Memleketteki ariflerden, velîlerden gelmeyen var mı?” diye araştırdılar. Şeyh İbrahim oğlu Hoca Ahmed’in henüz pek küçük olduğu için, çağırılmadığı anlaşıldı. Hemen Sayram’a adamlar gönderip çağır dılar. Çocuk, ablasına danıştı. Ablası dedi ki, “Babamızın vasıyyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın ma’bedi içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur”. Çocuk bunun üzerine mabede gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi8. Bütün evliya orada hazırdılar. Sofrasında olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip Fatiha okudular. Bu ekmeği meclistekilere böldü; hepsine yetti. Evliyadan ve padişahın ümera ve askerlerinden orada 99.000 kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmed’in büyüklüğünü daha iyi anladılar. Hoca Ahmed, babasının hırkası içinde duasının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyaz ettiler. Hoca Ahmed, hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar, Kara-cuk dağı ortadan kalkmış : Şimdi o dağ yerinde Kara-cuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca’nın ekser evladının mesken ve vatanıdır. Bu kerameti gören Hükümdar Yesevî, kendi adının kıyamete kadar cihanda bakî kalmasını te’min için Hoca’dan niyaz etti. Hoca bu niyazı da kabul eyledi ve dedi ki : “Alemde her kim bizi severse senin adınla beraber yâdeylesin”. İşte bundan dolayı o gündenberi “Hoca Ahmed Yesevî” adı ile anılır oldu 9.

 

  1. Şöhreti:

Menakıb kitapları Ahmed Yesevî’nin Arslan Baba işaretiyle bir aralık Buhara’ya giderek oranın en tanınmış mürşidi Şeyh Yusuf Hemedanî’ye intisab ettiğini ve onun ölümünü müteakip bir müddet Buhara’da halkı davete meşgul olduktan sonra, bütün ashabını Hoca Abdü’l-Halık Gucduvanî’ye ısmarlayarak manevî bir işaret üzerine Yesi’ye geldiğini müttefikan zikrederlerl0. Kendisi de Divan-ı Hikmet’te, yedi yaşından elli yaşına kadar ne gibi manevî tecellîlere mazhar olduğunu mutasavvıfane bir eda ile birer birer anlatırken, “yirmialtı yaşında sevdaya düşüp, Mansûr gibi “didar” için kavga ettiğini, bir pîr’e erişememekten türlü türlü dertlere tutulduğunu ve nihayet yirmi-yedi yaşında pîr’e ulaşarak dertlerinden kurtulup o dergaha layık ola bildiğini” söyler; hatta bir “hikmet”inin nakaratı “Zatı Ulu Hoca’m, sana sığınıp geldim” mealindedir ki, bunun Yusuf Hemedanî hakkında olduğu ve yirmiyedi yaşında ona intisabettiği tahmin olunabilir11.

Hoca Ahmed Yesevî, Yesi kasabasında devamlı olarak ta’lîm ve irşad ile meşgul oldu. Etrafına toplanan müridlerin sayısı her gün çoğa lıyor, şöhret dairesi yavaş yavaş bütün Türkistan ve Mavera’ünnehr’i, Horasan’ı, Harizm’i içine alıyordu. Zahir ve batın ilminde zamanının bütün ricaline üstündü. Müridlerine zahir ve batın ilimlerini takrir edi yor, bütün vaktini ibadet ve ta’at ile geçirerek boş vakitlerinde kaşık ve kepçe yonuyor, onları satarak geçiniyordu. Babasının pek eski musa hibi olan Hızır Aleyhisselam ile her zaman müsahipti, hatta o, birgün Hoca’ya demiş idi ki : “Hergün yedi kerre musahip aramağa yedi ik limde seyahat ederim, senden akbel ve eslah musahip bulunmaz idi12“. Tekkesine bağışlanan nihayetsiz hediyeler, nezirlerden kendisi hiçbir lokma kabul etmezdi. Kerametleri halk arasında hergün biraz daha yayılıyordu :”Rivayet olunur ki Hace-i namdarın bir öküzü vardır; daima üstünde bir heybe ile kaşık ve kepçe ve keçkül bedîdar ve ol şehrin çarşısında devvar idi. Harîdar olanlar ne mikdar ki alurlardı, kıymet-i muayyenesini heybeye bırakurlardı. Ol öküz akşama dek hergün gezer, badehu huzûr-ı Hoca’ya gelirdi. İçindekini kendi mübarek eliyle alurdı. Faraza bir kimse ol meta’dan alsa ve kıymetini heybeye bırakmasa hergiz o öküz ardlarından ayrılmazdı; ta ol aldığı meta’ı, veya akçeyi bırakmayınca ahir semte gitmezdi13“. An’aneye göre Horasan erenleri ona büyük bir kıymet vermekle beraber, hakikî derecesinin yüksekliğini layıkiyle bilmiyorlardı. Bir defa büyük bir toplantı tertibederek Hoca Ahmed’i de oraya davete karar verdiler ve içlerinden birisi turna donuna -kıyafetine- girerek Hoca’ya haber vermek üzre yola çıktı. Batın kuvveti ile bunu haber alan Hoca, müridlerine yedi velînin geleceğini söyliyerek yanına bazı dervişlerini aldı ve yine turna şekline girerek onları karşılamağa çıktı. Semerkand sınırındaki bir büyük nehirde iki taraf karşılaştılar. Horasan erleri, Hoca’nın bu kudretine karşı aciz ve hayran kaldılar. Musahabe sırasında Hoca, nehire bir nazar kıldı: Bir bâzirgan, bütün malı, davar ları ile sudan geçerken hepsini su almış ve bâzirgan, kurtulduğu takdirde malının yarısını bağışlayacağını va’detmişti. Hoca, bunun üzerine he men elini uzatıp bâzirganı kurtardı ve hemen şeklini değiştirerek insan kıyafetine girdi. Bâzirgan derhal kurtarıcısının eline sarıldı ve bütün malının yarısını ona verdi. Hoca Ahmed, bu kadar mal ve serveti alıp Horasan’a geldi, hepsini oranın erenlerine bağışladı. Nihayetsiz ta’zimlere mazhar oldu14.

Hoca Ahmed Yesevî’nin şöhret dairesi genişleyerek müridleri bin lerle sayılacak derecede çoğalınca tabiatiyle, muhalifleri, rakibleri de çoğalmıştı; hatta bu münafıklar nihayet ağır bir iftiraya da cür’et ettiler : Güya Hoca’nın meclisine örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Maverâü’nnehr alimleri, bilhassa, müfettiş gön dererek bu şayianın doğru olup olmadığını tahkik ettiler. Tahkikat neticesinde bunun sırf bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı; lakin Hoca Ahmed Yesevî, onlara artık bir ders vermek istedi : Birgün müridleri ile birlikte bir mecliste otururken, mühürlü bir hokka getirtip ortaya koydu. Bütün cemaata hitabederek dedi ki: “Sağ kolunu, buluğ gününden bu ana kadar avrat uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır?” Hiç kimse cevab veremedi. Derken, Şeyh’in müridinden Celal Ata ortaya geldi. Hoca Ahmed Yesevî, hokkayı onun eline vererek, o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Maveraü’nnehr ve Horasan memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün alim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı açtılar : içindeki pamukla ateş hiç biribirine te’sir etmemişti, ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüştü. O vakit, Hoca’dan şüpheye düşerek mü fettiş yollamış olan alimler, onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün açıklığı ile anladılar. Eğer, erkek kadın bir ehl-i hak meclisinde birleşerek beraber zikr ve ibadete devam etseler bile Hak Ta’ala, onların kalblerindeki her türlü kin ve düşmanlığı yok etmeğe muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkal’ade utanıp korktular ve hedi yeler, adaklarla kabahatlarını afvettirmeğe çalıştılar15.

 

  1. Halîfeleri:

Hoca Ahmed Yesevî’nin dünyanın dört tarafından gelmiş 99.000 müridi vardı16. Diğer bir riyâyete göre, 12.000 “Velayet-meab, kerâmat-iktisab, kamil, mükemmel ashab-ı suffası vardı ki” huzurundan ayrılmazdı; fakat irşad ve ruhsatları ile etrafa gönderilen halîfe ve şeyh ler bunda dahil değildir. Onun başlıca halîfeleri şunlardır : Sufî Muhammed Danişmend Zernukî, Süleyman Hakim Ata, Baba Maçin, Emîr ‘Alî Hakim, Hasan Bulganî, imam Mergazî, Şeyh Osman Mağ ribî17. Bunlardan bazısının Hoca Yesevî’ye intisapları pek garip olmuştu. Mesela Baba Maçin, Ahmed Yesevî’ye intisaptan önce. Horasan erlerinden dörtyüz yaşında meşhur bir velî idi. Hergün herkesin gözü önünde yirmidört fersahlık mesafeye uçup giderdi. Eriştiği bu manevî rütbeye mağruren, gelip Hoca Ahmed Yesevî’ye -meclisinde kadın erkek beraber bulunduğundan dolayı- muâhazede bulunmak istedi; lakin Hoca Ahmed’in emriyle Hakîm Ata ve Sufî Muhammed Danişmend onu yakaladılar. Tekkenin direğine sıkıca bağlayarak beşyüz kerre vurdular; hiç te’siri olmadı. Tekrar bir defa daha vurdular. Arkasında bir nişane peyda olarak ağlamağa başladı. Bunun üzerine direkten çöz düler. Hazret-i Pîr’e bî’at ve inabet kıldı. Buyurdular ki : “Baba Maçin’in arkasında kuvvetli bir cin yerleşmişti. Hergün nice fersah yer uçardı. Beşyüz defa vuruştan müteessir olarak, nihayet Baba Maçin’in arkasını bıraktı, kaçtı. Son darbe Baba Maçin’e onun için te’sir etti ve ondan halas oldu”. Baba Maçin, bundan sonra “Erba’în” ve “Halvetler” çıkardı; hatta Hoca Ahmed Yesevî ile beraber üç defa halvete girdi. Nihayet, Şeyh’in en ileri gelen meşhur halîfelerinden biri oldu18.

Önceleri, Hoca’nm büyüklüğünü teslim etmek istemediği halde, sonraları onun cazibesinden kurtulamayan mühim halîfelerinden biri de İmam Mervezî (veya Mergazî ki Merv’li demektir)’dir. Hoca’nm şöh reti her tarafa yayıldığı o sırada Yesi şehrinden dört talebe tahsil mak sadı ile Harezm diyarında Ürgenç şehrine indiler, İmam Mergazî Ürgenç’in en tanınmış, alim müderrisiydi. Bu talebeler, tabiî onun dersine gittiler, imam, yeni gelenlerin Yesi’li olduklarını anlayınca, onlara sordu : “Orada Hoca Ahmed Yesevî’nin şerîata aykın hareketlerde bulunduğunu duyduk. Acaba bu rivayetin aslı var mıdır ?”. Genç tale beler bu ağır suale karşı bu hususta birşey bilmediklerini yalnız, Hoca’nın şeriatçı ve dindar 12.000 “ashab-ı Suffa”sı olduğunu söylediler. Şübhesini halledemeyen İmam, kendi gidip işi anlamağa teşebbüs etti : “Ben bu zamana kadar 12.000 mes’ele ezberlemişim; elbette bu işi gider tahkik ederim” dedi. Yanına dörtyüz fazıl danişmend ve kırk müftü alarak yola düzüldü. Bu kafile yolda iken, Allah’ın yardımı ile, olup bitenden haberli olan Hoca Ahmed Yesevî, birinci halîfesi Sufî Muhammed Danişmend’e emretti; “Bak bakalım, bize âfâktan ne gelir?” dedi. Sufî, İmam Mergazî’nin hafızasındaki 3.000 mes’ele ile geldiğini haber verdi. Bunun üzerine, Şeyh’in emri ile, Sufî Muhammed Danişmend, o meselelerden 1.000’ini İmam’ın hafızasından sildi. Sonra, Süleyman Hakim Ata’ya da aynı suali sordu: O da Harezmli İmam Mergazî’nin 3.000 mes’ele ile gelirken, bunlardan 1.000’ini aldıklarını ve şimdi geri kalan 2.000 mes’ele ile geldiğini söyledi. Hoca Ahmed Yesevî, ona 1.000’ini daha silmesini emretti. O da sildi. Bu suretle İmam, Yesi’ye geldiği zaman, hatırında ancak 1.000 mes’ele kalmıştı. İmam Mergazî, Hoca’yı arkasında ters giyilmiş eski bir kürk, başında koyun derisinden siyah külah ile görünce, “Allah’ın kullarını yoldan çıkaran sen misin?” diye sordu. Hoca Ahmed hiç kızmayarak, şimdilik üç gün misafir olmasını ve sonra görüşebileceklerini söyledi. Üç gün sonra ortaya kürsü koydular, İmam, kürsüye çıktı. Şeyh Hakim Ata’ya geri kalan 1.000 mes’eleyi de silmesini emretti, İmam Mergazî kürsü üzerinde, bildiği mes’elelerin hiçbirini hatırlayamadı. Defterlerini yaprak yaprak açtı, her yaprağı bembeyaz buldu. Bunun üzerine kusurunu anlayıp kürsüden indi. Şeyh’e niyaz ve istiğfar edip, bütün danişmendleri ve müftüleri ile beraber ondan el aldı. Beş yıl halvetler, erba’înler ve ağır riyazetlerle bütün mertebelerini tamam etti; nihayet Hoca Ahmed Yesevî onu diğer beş tane halîfesi ile beraber Horasan halkını davet ve terbiyeye gönderdi. Bunlar Şeyh Muhammed Bağdadî, Seyfe’d-Dînü’l-Baharzî, Şeyh Kemalü’ş-Şeybanî, Şeyh Sa’deddin, Şeyh Bahaü’d-Din’dir”.

 

  1. Çille-hane:

Hoca Ahmed Yesevî daha çocukluğundan beri Peygamber’in hiçbir Sünnet’ine bağlılıktan geri kalmamıştı; bu yüzden, altmışüç yaşına gelir gelmez, Hazret-i Peygamber o senede bu fani dünyadan göçtükleri için, Hoca Ahmed de o Sünnet’e bağlı bulunduğundan yer altında gizlenmek istedi. Tekkenin bir tarafında bir kuyu kazdılar ki merdivenle oraya iniliyordu. Bir yol açıp ham kerpiçten bir hücre yaptılar. Hazret-i İlyas ile Hazret-i Hızır’ın himmetleri de yardımcı olduğu için, yüzlerce yıldır bu binâya hiçbir şey olmamıştır. Ahmed Yesevî, orada lahd şeklinde bir yer kazıp, kendisine orayı mekan yaptı. Lahdi andıran o dar yerde, zikrettikçe dizleri göğüslerine sürte sürte her ikisi de delinmişti; bundan dolayı kendilerine “serhalka-i sînerişan” da derler20. Hoca Ahmed Yesevî, bir rivâyete göre yüzyirmi, diğer bir rivayete göre yüzotuzüç 21, bu gün Yesi’de dolaşan başka bir rivâyete göre ise yüzyirmibeş yaşına kadar, bütün ömrünü o dar çille-hanede, tıpkı ashab-ı kubur gibi, riyazet ve ibadet, mücahede ile geçirmiştir22.

Ahmed Yesevi’nin bu çille-hanede yaşarken gösterdiği kerametlere nihayet yoktur. Birgün “o sara-yı lahd gibi ma’bed-i vahdet, fukara ve ‘urefa batınlarında öyle bir nevi’ ateş ve susuzluk bıraktı ki, meclistekiler bundan bî-karar oldular. Hakîm Ata’ya su tedariki tenbih olun du. Kalkıp su tedarik edeceği esnada kulağına su sesi erişti. Hayretle dönüp baktı : Meclis ortası fırına veyahut hamam külhanına benzemiş, ayrı ayrı alevler her tarafı kaplamış, bütün arifler ve fakirler o ateş içinde kebap oluyor. Hakîm Ata, mest ve müstağrak kalup durdu. Nagah o esnada Ahmed Yesevî, elinde bir kadeh olduğu halde göründü. Kadehi ateşe daldırıp oradakilere içirdi. O kadehten su içmiş olan Hakîm Ata buyurdular ki : Baldan tatlı ve kardan soğuk idi. Meclistekilerin susuzluğu bu suretle zail olduktan sonra, Şeyhu’l-meşayih, mübarek avucunu o ateş üzerine indirdi. Derhal ateş ortadan kayboldu; lakin Allah’ın hikmetiyle, orada bir küp zuhura gelmiştir ki, Yesevîler arasında “hum-i aşk” derler ve onunla tefe’ül ederler. Eğer maksat hasıl olacaksa, talibin eli nekadar kısa olsa, onun dibine yetişir ve eline bir taş, bir çöp, hulasa böyle birşey geçer; yok eğer maksat hasıl olma yacaksa, talibin eli nekadar uzun olsa dibine yetişemez23.

Yine bir menkabe, Kazan Han adlı bir hükümdarla Hoca Ahmed arasındaki bir hadiseyi anlatır : Kazan Han, Ahmed Yesevî’nin Cum’a namazı için cami’e gelmediğini görerek, Hoca’nın başlıca mahremi Sûfî Muhammed Danişmend Zernukî ile kendisine haber gönderdi. O esnada, Cum’a namazı için sala veriliyordu. Sûfî Muhammed, acele ile korka korka Şeyh’in huzuruna girince Şeyh dedi ki : “Ya Sufî Muhammed, gel bana yapış, seninle Cum’a namazına varalım.” Sûfî Muhammed, Hoca’nın emrine itaat etti. O anda kendisini bir cami’ içinde safların birinde oturur buldu. Cum’a namazı kılınır kılınmaz, bu fevkal’ade hadiseden şaşırmış olan Sûfî Muhammed, Şeyh’ini aradıysa da bulamadı. Yedi kerre cami’ kapısına gidip geldi, bir netîce çıkmadı. Meğer cami’ kayyımı bu sırra vakıf imiş, Sûfî’ye dedi ki : “Ey derviş, burası Mısır’dır ve bu cami, ‘Cami’-i Ezher’dir. Aradığın arkadaşın nice zamanlardır Cum’a namazını burada kılar.” Sûfî bir hafta orada kaldıktan sonra, Şeyh’ini bularak yine bir an içinde halvete geldi. Hoca, gördüğünü gidip haber vermesini Sûfî’ye emretti. Sufî geldi, başına gelenleri birer birer anlattı; halbuki henüz müezzinler saladan fariğ olmamışlardı. Bunun üzerine Kazan-Han ve maiyyetindekiler Hoca’nın büyüklüğünü layıkıyle anladılar24.

Yesi civarındaki Surî (Savran, Sabran)25 kasabası halkı, Yesililere karşı olan düşmanlıklarını bilhassa Hoca’nın şahsında teksif etmiştiler. Hoca Ahmed Yesevî’nin şöhreti etrafa yayıldıkça, onlar fena halde hiddetleniyorlardı. Nihayet onu hırsızlıkla suçlandırabilmek için bir plan tertip ettiler : Bir sığır paralayıp gizlice tekkenin içerisine getirip bıraktılar. Mevsim yaz olduğu için müritler dışarıda vakit geçiriyorlardı; bu yüzden hiç kimse paralanmış sığırı göremedi. Ertesi sabah sığırlarını aramak bahanesi ile Surî halkı erkenden tekke önüne toplan dılar ve Şeyh’e, içerisini aramak istediklerini söylediler. Hoca Ahmed Yesevî bu münafıklara hitaben, “Girin itler, girin köpekler!” dedi. Girdiler, fakat Allah’ın hikmetiyle derhal birer köpek şekline tahavvül edip, parçalayıp getirdikleri sığırı yemeye başladılar. Dışarıdan bu hali seyreden arkadaşları fena halde korktular. Hemen tevbe ve istiğfar ile Şeyh’e reca ettiler. Onları hemen insan şekline döndürdü; lakin bu fena-lıklarının yadigarı olarak kuyrukları bakî kaldı ve bu kuyruk bütün zürriyetlerine intikal etti26.

Suri halkı, yedikleri bütün manevî darbelere rağmen Hoca ile uğ raşmaktan bir türlü geri durmuyorlardı. Hoca’nın İbrahim adlı bir oğlu, bir de güzel atı vardı. Buyurmuşlardı ki, “Her kim çocuğumun ölümü haberini getirirse, bu atı ona şükrane vereyim27. Surî halkı bunu duydular. Birgün Şehzade İbrahim’i bir ağacın dibinde uykuda bulup başını kestiler ve bir havluya sararak Hoca’nın karşısına getir diler, bıraktılar. Hoca, getirenlere, “Bu nedir?” diye sordu. Yeni yetiş miş turfanda kavun hediye getirdiklerini söylediler. Hoca işi anlamakla beraber, yine o atı verdi ve katil’e kızını da verdi ki kan davası olup aralarında düşmanlık ve diyet bakî kalmasın. Cevahirü’l-Ebrar müellifinin rivayetine göre, bu kıssadan Şeyh ‘Attar Mantıku’t-Tayr kitabında haber vermiştir. Şimdi her sene o ağaç altındaki maktelden kan aktığı görülür. Hoca’nın müridleri ve kendisine itikad edenler, ondan alırlar, Allah’ın izniyle birçok marazlara deva olur28. Yesevî dervişleri arasında Hoca’ya ait daha bu gibi çok, sözlü an’aneler vardır.

 

  1. Ölümünden Sonra Kerametler:

Hoca Ahmed Yesevî, çille-hanesinde uzun bir hayat geçirerek öldükten sonra da yine birçok kerametler göstermiştir. Tarih ve menkabe kitaplarına, bu sayısız kerametlerin ancak birkaç tanesi geçebilmiştir. Mesela Timurleng’in, Hoca’nın mezarı üzerine bir türbe ve cami bina etmesi, eski bir menkabeye göre, Hoca’nın bir kerameti eseridir. Risale-i Tevârih-i Bulgariye adındaki eser, bu menkabeyi şu suretle kaydedi yor :”…Nihayet Hazret-i Emîr Timur, Hızır Aleyhi’s-selam ile beraber Buhara’ya gitmeğe niyyet etti. Yolda Türkistan’a uğradı. Türkistanlı Hoca Ahmed Yesevî, Emîr Timur’un rüyasına girdi. “Ey yiğit! Çabuk Buhâra’ya git, inşa’Allah oradaki şahın ölümü senin elindedir, senin ba şından çok şeyler geçse gerektir, bütün Buhâra halkı zâten seni bekli yorlar” dedi. Emîr Timur, bu rüyayı görüp uyandı, Allah’a şükretti. Ertesi gün Türkistan hakimi Nogaybek Han’ı çağırttı; Ahmed Yesevî kabrine bir asitane yaptırması için ona birçok para verdi. Türkistan hakimi öyle zînetli bir asitane yaptırdı ki hala bütün güzellikleriyle durur29”.

Hakikaten, Timur’un, Hoca Ahmed Yesevî’ye çok i’tikad ettiğini,   başka kaynaklar vasıtasiyle de biliyoruz; hattâ Birinci Sultan Bayezid ile harb için Anadolu’ya yürüdüğü zaman, Hoca’nın Makamât’ından tefe’ül etmişti30.

Nakşibendi an’anesi , Timur sülalesinden meşhur Sultan Ebu Sa’îd  Mirza’nın, Hoca Ubeydullah’ın iltifatına mazhar olmasını da, yine Ah med Yesevî’nin bir kerametine isnad eder : Sultan Ebu Sa’îd Mirza’nın  daha nam ve sanı yokken Hoca ‘Ubeydullah, bir kağıt parçasına onun ismini yazıp ‘amamesine soktu. Müridleri, bu Ebu Sa’îd Mirza’nın kim olduğunu sordular. “Bize, size, Taşkend, Semerkand ve Horasan ahalisine padişah olacak adam!” cevabını verdi; hakikaten, pekaz zaman sonra böyle oldu. Meğer o vakitler Sultan Ebu Sa’id Mirza da bir rü’ya görmüş. Hoca Ubeydullah, Hoca Ahmed Yesevî’nin işaretiyle ona Fatiha okumuş. Ebu Sa’îd Mirza da Hoca Ahmed Yesevî’den kendine Fatiha okuyan Hoca’nın adını sorup öğrenmiş. Sabahleyin uyanınca, maiyyetindekilere, Hoca Ubeydullah adlı birini tanıyıp tanımadıklarını sual etmiş, Taşkend’de o namda bir şeyh bulunduğunu haber alır almaz, hemen Taşkend’e doğru yola çıkmış ve nihayet Ferket’te Hoca ile müla kat ederek, bir Fatiha niyaz etmiş. Hoca gülerek demiş ki : “Fatiha bir olur31“.

Cevahirü’l-Ebrar’da, Hoca’nın Hümayûn hakkındaki bir kerameti anlatılır : Yeseviyye halîfelerinden müellifin şeyhi Seyyid Mansur Ata, bir aralık Türkistan’a, yani Yesi’ye gelerek, Hoca’nın türbesini ziyaret ve onunla manen mülakat etti. Mülakat esnasında Hoca Ahmed Yesevî dedi ki : “Çağatay Padişahı -yani Babür’ün oğlu Hümayûn Padişah- Semerkand’ı zaptedip o diyar hakimiyetini ele geçirmek istiyor; lakin ervah-ı tayyibe buna razı değil, onu Hindistan’a havale ediyorlar. Onun o havalideki zaferleri için, türbemizden bir alem al, götür.” Hoca’nın bu emri üzerine. Seyyid Mansur, alem’i alarak Hümayûn’un hükümet merkezi olan Kabil şehrine gitti. Hakikaten Hümayûn padişah, ceddi Timur’un medfeni olan Semerkand’ı alıp Cengizîleri ortadan kaldırmak istiyordu. Padişahın kardeşi Hendal Mirza, Kabil’de Seyyid Mansur ile epeyi zaman görüştü ve onun büyüklüğünü anlayarak mürid oldu. Biraderi, Hümayûn’un yanına gittiği zaman, ona, başından geçenleri anlattı. O da rüyasında bunu işaret eden acip bir vakıa görmüştü. Bu nun üzerine Seyyid Mansûr’u davet ettiler. Ahmed Yesevî’nin verdiği alemle beraber geldi. Padişah onu karşıladı. Sonra zikr halkası kuruldu, Türkistan pîrlerinin hikmetlerinden manzumeler okundu. Dinleyenlerde vecd hasıl oldu. Bundan sonra Hümayûn Padişah’a dedi ki “Maveraü’n-nehr evliyası, size Hind fethini müjdeliyorlar. Hazret-i Ahmed Yesevî de nusret için bunu gönderdi. Kabul buyurunuz”. Bunun üzerine Hüma yun Padişah bu müjdeden çok memnun oldu ve Hindistan’a yürüyerek orayı zapt ve istila etti32. Ahmed Yesevî bu suretle büyük bir keramet daha göstermiş oldu. Cevahirü’l-Ebrar müellifi, şeyhi Seyyid Mansur Ata’dan naklen Hoca Ahmed’in diğer bir kerametini daha anlatıyor : Seyyid Mansur daha ilk defa Ahmed Yesevî’nin çille-hanesini gördüğü zaman, onun bu çok sıkıntılı, daracık yerde yıllarca nasıl tahammül edip yaşadığına pek çok hayret etmiş, lakin birdenbire teveccüh kılıp murakıp olmuş, bakmış ki pek küçük zannettiği o çille-hanenin bir ucu Doğu’da, diğer ucu Batı’-da! O zaman evvelki düşüncesinin yanlışlığını anlamış ve bir defa daha iyice öğrenmiş ki Cenab-ı Hak, sevgili kullarına hiçbir zaman sıkıntı çektirmez; birkaç arşınhk daracık yeri bütün bu cihandan daha geniş kılabilir33. Schuyler isminde bir İngiliz seyyahı, Rus istilasından biraz sonra Türkistan’da seyahat ederken Yesi’ye de uğramış ve orada Ahmed Yesevî’nin halk arasında dönüp dolasan bir menkabesini daha kay detmiştir : Menkabeye göre, Ahmed Yesevî hayatında Cami’-i Hazret’in minaresine çıkıp başından beyaz sarığını çıkararak halka göster diği için, ahalî bundan şehrin yakında Ruslar eline geçeceği manasım çıkarmışlar ve buna dayanarak, Rus askerine karşı mukavemet göstermemişler imiş 34; bununla beraber, yine aynı seyyah, bu cami’in Orta-Asya’daki bütün cami’lerden daha mukaddes sayıldığı cihetle, Rus istilasından önce bütün alimler ve ahalinin buraya toplanıp üzerlerine musallat olan düşmanın def’ini Allah’dan niyaz ettiklerini yazıyor35. Bunun gibi, pek meşhur bir Nogay menkabesi, Türklerin eski halk kahramanlarından İdgü’yü Hoca’nın neslinden olmak üzre gösterdiği gibi36, Shaw tarafından yayımlanan meşhur Satuk Buğra Menkabesi’sinde Sultan Hoca Ahmed Yesevî’nin türbesinde yapılan bir Ayinden bahse diliyor37. Ahmed Yesevî’nin gerek hayatında iken gerek ölümünden sonra gösterdiği kerametlere dair daha bu gibi birçok menkabeler mev cuttur. Esasen yalnız Orta-Asya’da, yahud Kuzey Türkleri ve Kırgızlar arasında değil, bütün Türk memleketlerinde çok derin ve kuvvetli bir manevî nüfuza malik olduğu düşünülürse, öldükten sonra da birçok kerametler gösterdiği hakkındaki menkabelerin menşe’ ve mahiyeti daha açık bir surette anlaşılabilir.

 

  1. Kıpçak’taki Halîfeleri:

Hoca Ahmed Yesevî’nin Kıpçak Türkleri arasında pek eskidenberi büyük bir şöhreti olup, orada yetişen en eski şeyhlerin doğrudan doğruya, veya vasıta ile ona mensup oldukları, Hüsamü’ddin b. Şerefeddin’in H. 992 (M. 1584-88)’de yazmış olduğu Risale-i Tevarih-i Bulgariye‘den kolayca anlaşılmaktadır. Tarihî bir kıymeti olmaktan ziyade menkabevî bir mahiyeti haiz bulunan bu eserde, Ahmed Yesevî halîfelerinden birkaç eski şeyh zikrediliyor : Eski Kazak şeyhlerinden Biraş b. Abraş Sûfî, Cehrîye tarikinden ve Hoca Ahmed Yesevî talebelerinden olup, Şeyh’in işaretiyle Bulgar havâlisine gönderilmiştir. Buri nehri boyunda Aday-Çermiş avulundan Eşmehmed Tokmehmedoğlu, Biraş Sûfî‘nin mü ridi idi; otuzaltı sene şeyhlik edip etrafına birçok derviş toplamış ve Şeyh Baba lakabiyle şöhret kazanmıştı. Cehriye tarikatının kuzeydeki bu meşhur temsilcisi öldükten sonra, tam yirmi sene bütün o havali mürşidsiz kaldı; artık adab-ı sülûku bilen hiçbir kimse kalmamıştı. O es nada Yarkend’de Ahmed Yesevî’nin müridinin müridi Şeyh Hidâyetullah, Cehrîye tarikatının başında bulunuyordu. Bulgar tevabiinden Terbirdi Çallis avulundan İdris Zü’1Mehmed-oğlu Yarkend’e gidip onbeş sene o şeyhin yanında kaldı. Sufî Eşmehmed’in vefatından yirmi yıl geçtikten sonra Şeyh Hidayetu’1lah, İdris Halîfe’yi Bulgar havalisine yolladı. Kazan’lı Kasım Şeyh İbrahimoğlu onun halîfesiydi. Ak-İdil başında Bay Çura-Çermişî‘nin avulunda Ahmed Yesevî müridlerinden Hoca Emir Kelal’in kabrine tesadüf olunur. İşte, bu kısa izahlar, Ahmed Yesevî’nin Kuzey Türkleri arasındaki yerini açıkça gösterebilir 38. Hoca Ahmed’in Kuzey Türkleri arasındaki ehemmiyetini anlatmak için şunu da ilave edelim ki, o havalide ağızdan ağıza dolaşan bir menkabe, çayın Türkler arasında ilk defa kullanıldığını bile yine ona atfetmektedir39.

İşte, Kırgız-Kazaklar arasından geçerek İdil boylanna kadar yayılan Ahmed Yesevî halifeleri hakkında bu kadar az bilgimiz olması, oraların tarihine ait eski devirlerden kalan vesikaların yok denecek kadar az bulunmasından ileri gelir. Eğer böyle olmasaydı, İdil boylarındaki Ahmed Yesevî müridlerinin menkabe ve kerametleri hakkında birçok bilgiye malik olacaktık. Yalnız, Şeraitu’l-İman gibi o çevrede pek çok yayılan basit ve umumî eserler, Hoca’nın hala halk arasındaki ehemmi yetini gösterdiği gibi, meşhur Hakim Ata Kitabı’ndan da, Yesevî müridlerine ait birtakım menkabelerin oralarda eskidenberi yaygın olduğu anlaşılıyor40.

  1. Rum Diyarı’nda Halifeleri:

An’aneye göre Ahmed Yesevî’nin manevî nüfuzu bütün Rumeli ve Küçük-Asya’da, Azerbaycan’da hulasa -umumî bir tabirle- Batı Türk leri arasında uzun müddet devam etmiş, ona intisap iddiasında bulunan birçok dervişler gitgide Rum diyarına gelmekten geri durmamışlardır. Evliya Çelebî, gezdiği çeşitli memleketlerde Ahmed Yesevî’ye mensup sayılan birtakım velîlerin türbelerini ziyaret etmiştir ki, onları birer birer anlatır: Niyaz-abad’da türbesi ziyaret-gâh olan Avşar Baba41, Merzifon’da gömülü ve tekkesi bulunan Pîr Dede42, Karadeniz kenarında Batova sahrasında muazzam tekkesi mevcut ve menkabeleri meşhur olan Akyazılı43, Filibe yolu üzerinde Adatepe’de medfun Kıdemli Baba Sultan44, Bursa’da medfun Geyikli Baba45, Abdal Musa 46, Unkapanı’nda gömülü Horos Dede 47, hep Ahrned Yesevî halîfelerindendir. Evliya Çelebî’nin zikrettiği Ahmed Yesevî fukarasından başka, tarihçi Alî de Sultan Orhan devri şeyhleri sırasında, yine Ahmed Yesevî halîfelerinden H. 600 (M. 1203-1204) tarihlerinden sonra Rum’a gelen ve Bozok sancağı civarında Osman Baba tekkesi adıyla meşhur bir tekke yaptıran Emîr Çin Osman isminde birini daha zikrediyor48. Eserinin muhtelif yerlerinde Ahmed Yesevî evladından olduğunu söyleyen Ev liya Çelebî, Ahmed Yesevî halîfelerinden Rum’a gelmiş iki kişinin daha tekke ve türbelerinden bahsediyor. Bunlardan birisi Arık-ova’dan kuzeye gidip Çamlıbel’i aştıktan sonra Zile sahrasında tesadüf ettiği Şeyh Nusret tekkesidir ki, bu şeyh Horasanlı ve Yesevî halîfelerinden olup, vaktiyle Pîr’in emri ile buraya gelmiş imiş. Evliya Çelebi, bu ma’mûr ve geniş tekkenin yetmiş kadar fukarası olduğunu ve o çevre halkının hepsinin Şeyh’e mu’tekid olduklarını, hatta tekke önündeki köhne dut ağacının hummaya karşı ilaç yerine kullanıldığını söylüyor (Seyahatname, III., 238). İkincisi Tokat’ta Gajgaj Dede tekkesidir; “Şehre hail cihan-nüma” bir küçük dağ üzerinde olup, bir mesire makamında olan ve Evliya Çelebî’nin ziyaret ettiği o sırada birkaç kanaat sahibi dervişi bulunan bu tekkenin banîsi Gajgaj Dede, Yesevî müridlerinden bir er olup, Pîr’in emri ile buraya gelmiş ve “Celalî sıfat olup, ejder gibi gajgajladığından” Gajgaj Dede ismini almıştır (aynı eser, V., 8.-60, 67 v.d.).

  1. Bektaşi An’anesi:

Evliya Çelebî’nin ifadelerinden pek açık bir surette anlaşıldığı gibi, Batı Türkleri arasına eskidenberi Yesevî tarikatına mensup birtakım dervişler gelmesi -herhalde X. asırdan önce tesbit edilmiş olmak üzre- Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş Velî hakkında bir Bektaşi menkabesi teşekkülüne sebebiyet vermiştir. Hacı Bektaş’ın Ahmed Yesevî müridi olduğu hakkındaki rivayetlere, ancak X. ve daha sonraki asırlarda yazılmış –Künhül-Ahbar ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi- kitaplarda tesadüf olunuyor ki, bu da Hacı Bektaş Velî’nin mahiyeti hakkında Aşık Paşazade’nin verdiği bilginin doğruluğunu isbat etmektedir49. Esasen ne Şakayık’ta ne de Aşıkpaşazade’de Hacı Bektaş’ın Ahmed Yesevî ile münasebeti hakkında herhangi bir kelimeye tesadüf olunuyor 50; bununla beraber tarihî mahiyeti her ne olursa olsun, X. asır zarfında teşekkülünü gördüğümüz Bektaşî an’anesi, Hoca Ahmed Yesevî’ye dair menkabevî birçok bilgi vermektedir ki Evliya Çelebi ve tarihçi Ali’nin verdikleri bilgi ile tamamlandığı takdirde Hoca Ahmed’in Batı Türkleri üzerinde eskidenberi büyük bir nüfuz icra ettiğini açıkça göstermektedir. Bu yüzden, Ahmed Yesevî’nin menkabevî hayatını tamamlamak için, onun Bektaşî an’anesindeki yerini de göstermek mecburiyetindeyiz.

Bugünkü Bektaşî an’anesi, birçok muhtelif sebeplerden dolayı, henüz insicamsız bulunuyor. Hacı Bektaş Velî hakkında, sonra muh telif müridleri hakkında yazılmış olan muhtelif Velayet-Nâme‘ler, bazan büyük ayrılıklar göstermektedir. Mesela Hacim Sultan Velayetnamesi’nde Hacı Bektaş Velî doğrudan doğruya Hoca Ahmed Yesevî halîfesi olarak zikredilir; halbuki Hacı Bektaş Velî Velayetnamesî’nin tam ve mensur nüshaları ile Künhu’l-Ahbar’ın beşinci cildinde Hacı Bektaş’ın Şeyh Lokman-ı Perende müridi olduğu ve bu Lokman-ı Perende’nin Hoca Ahmed Yesevî’den -hatta diğer zayıf bir rivayete göre Hoca’nın ceddi nesl-i Ali’den meşhur Muhammed Hanefî’den- el aldığı anlatılmaktadır. İşte, bu suretle, mesela Hacim Sultan Velayetnamesi’nde doğ rudan doğruya Ahmed Yesevî ile Bektaş Velî arasında geçtiği anlaşılan menkabeler, diğerinde Lokman-ı Perende ile Hacı Bektaş arasında geçmiş gibi gösterilir; bununla beraber, bu ikinci tarzda rivayetleri içine alan Hacı Bektaş Veli Velayetnameleri’nde de yine doğrudan doğruya Ahmed Yesevî ile Hacı Bektaş arasındaki birtakım menkabeler de vardır51.

Bektaş Velî Velayetnameleri’nde bulunan bir menkabeye göre, Bek taş Velî’yi daha çocukken ta’lim için Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim ettiler. Lokman-ı Perende, Hoca Ahmed Yesevî halîfelerinden, zahir ve batın ilmi’nde çok derinleşmiş bir adamdı. Perendelik nasibini Ahmed Yesevî’den, bir rivayete göre Muhammed Hanefî’den almıştı. Bektaş Velî daha çocukken birçok kerametler gösterdi: Birgün Lokman-ı Perende onun yanına girdiği zaman, odayı nur ile dolu görüp şaşırdı; etrafına bakındı; Bektaş’ın sağında ve solunda iki nuranî zat var, Bektaş’a Kur’an okutuyorlar. Lokman girer girmez hemen onlar kaybol dular. Lokman, çocuğa, “Bunlar kimdir?” diye sordu. Birinin Hazret-i Peygamber, diğerinin de Hazret-i Alî olduğunu anladı52. Yine birgün Bektaş Velî, Lokman’dan ders okuyordu: Namaz vakti geldi. Lokman şakirdinden abdest için su istedi. Bektaş, hocasına dedi ki: “Bir nazar etseniz de, su burada aksa, dışarı gitmeye hacet kalmasa”. Hocası, kendi kudretinin buna yetmiyeceğini söyleyince, Bektaş Velî, derhal Allah’a dua etti, Lokman-ı Perende, “Amin!” dedi. O anda mektebin ortasından latif bir su çıkıp kapıya doğru aktı, gitti ve pınarın başında güzel susam çiçekleri açtı53.

Bu vak’adan birkaç zaman sonra Lokman, Hacc’a gitti. Arafat’a çıkıp kıbleye doğru döndükleri esnada Lokman, müridlerine dedi ki : “Yaranlar! Bugün arefe günüdür. Şimdi bizim illerde yemekler pişi rilir!”. Bu söz, Allah’ın kudretiyle, Bektaş’a malum oldu. Tam bu sırada Şeyh’in evinde de yemekler pişiriliyordu. Bektaş, hemen bir tepsi ye meği aldığı gibi o anda Lokmân’a sunuverdi. O da, Nişabur’a döndükleri zaman çocuğun bu kerametini herkese söyledi ve Hacı lâkabını verdi. Bu esnada Horasan erenleri, Lokman’a hac tebrikine gelmişlerdi. Mektepte akan suyu görünce şaşırdılar, sordular. Lokman, “Bu keramet Hacı Bektaş’ındır!” dedi ve onun sayısız kerametlerini erenlere birer birer anlattı. Horasan erenleri, bir çocuktan bu kadar olağanüstü şey lerin zuhurunu tuhaf gördüler. Orada hazır olan Bektaş Velî, erenlere, “Ben Hazret-i Alî neslindenim. Bana bunları çok görmeyin. Nasib-i ilahî’dir!” dedi. Horasan erenleri, “Eğer sahib-i sır iseniz, nişanınız nerede?” diye sordular. Bektaş Velî elinin ayasında ve alnındaki iki yeşil beni gösterdi. Hepsi hayrette kaldılar. Artık bunun üzerine ister istemez onun büyüklüğünü teslim ettiler54.

Yine birgün Horasan erenleri toplanıp Bektaş Velî’ye, pîrini sor dular. Bektaş Velî, hangisi susam yaprağı üzerine seccade salıp namaz kılarsa, ona mürid olacağım söyledi. Bu teklif karşısında cümlesi güldüler ve bu kerameti onun yapıp yapamıyacağını sordular. Bektaş Velî, onlara, bu kerameti de gösterince, hepsi başlarından kisbetlerini çıkardılar. Hocası Lokman-ı Perende de çıkardı. Hacı Bektaş onları Tekbir’leyerek tekrar giydirdi. Bu esnada Sultan İbrahim-i Sanî vefat etmişti. Bektaş’a sultanlığı teklif ettiler; kabul etmedi. Amucalarından Hasan’a terketti. Kendisi çekilerek bir ibadethanede halvet ve uzleti ihtiyar etti; büluğdan sonra kırk yıl bu halde kaldı55. Velayetnâme’deartık bundan sonra Lokman’ın adı bile yoktur; bundan sonra Bektaş Velî’yi ihtiyar Şeyh Hoca Ahmed Yesevî ile münasebetdar görüyoruz56.

Velayetname’de, Hacı Bektaş’ın, Ahmed Yesevî ile mülakatı çok garip bir surette gösteriliyor : O menkabeye göre, Ahmed Yesevî, cümle Horasan’ın vâlisi ve 99.000 müridin şeyhidir; lakin Bedahşan mülkü ta mamen kafirler elinde olduğu için, İslam memleketine daima akınlarda bulunuyorlar. Nihayet bundan usanmış olan halk Hoca Ahmed’e gelip yalvarıyorlar. O da, henüz oniki yaşında bulunan oğlu Haydar’ın başına taç ve beline kılıç kuşatıp, tuğ ve ‘alem veriyor. Haydar, maiyyetinde 5.000 kahraman ile harbe gidiyor. Şeyh, oğlunu gönderirken her nasılsa Allah adını anmadığından, bu ordu bozguna uğruyor; Haydar esir edi liyor; bütün maiyyeti kılıçtan geçiriliyor. Haydar, yedi sene hapiste kalıyor; Horasan halkının Bedahşan kafırlerinden çekmedikleri kalmıyor. Nihayet, gelip Hoca Ahmed Yesevî’ye yalvarıyorlar; o da, Allah’a münacat ediyor ve birdenbire tekke kapısında Hacı Bektaş Velî beliriyor. İçeri girip şeyhe selam veriyor, eşiğine yüz sürüyor; Hoca Ahmed de, “İşte mülk sahibi geldi!” diye seviniyor. Yemekten sonra Hoca Ahmed olanı-biteni anlatıyor. Bektaş Velî, hemen şahin kıyafetine girerek uçup gidiyor. Hoca Ahmed’in müridleri, onun bu Çıplak Abdal’a gösterdiği iltifata kızıp tekkeyi bırakıyorlar; lakin bir taraftan da Hacı Bektaş Velî bir anda Haydar’ı esaretten kurtararak, babasına teslim ediyor. Bunun üzerine bütün dervişler onun büyüklüğünü teslim ediyorlar57; fakat Hacı Bektaş bununla da kalmıyor; birçok harikalar daha göstererek Bedahşan halkını da İslam ediyor58.

Hacı Bektaş Velî artık bundan sonra Horasan’da kalmayacak, Ahmed Yesevî’nin emir ve işaretiyle Rûm diyarına gelecektir; fakat Velayetnâme, onun Hoca Ahmed Yesevî’deki emanetleri, yani taç, hırka, sofra ve seccadeyi -birtakım kerametler göstererek- aldığım uzun uzun anlatıyor59. Hoca Ahmed, senelerdenberi sakladığı emanetleri, bu su retle sahibine teslim ettikten sonra, “Ya Hacı Bektaş Velî, işte nasibini aldın. Sana beşaret olsun ki, Kutbü’l aktâb’lık mertebesi senindir ve kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye kadar bizim idi. Bundan böyle senin olsun. Zaten bizim de intikal vaktimiz geldi. Haydi git, seni Rum’a saldım ve Rûm-abdalları’na seni baş kılıp ser-çeşme eyledim!” diyor60.

Hacim Sultan Velayetnâmesi’nde Hacı Bektaş ile Hoca Ahmed’in münasebetini gösterecek diğer bir menkabe daha vardır : “… Pes Sultan Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri’nin bir ağaç kılıcı vardı. Getirip tekbîr edip Sultan Hacı Bektaş Veliyyü’l-Horasanî’nin beline kuşattı ve dahi ocakta dut ağacından od yanardı. Bir eksiyi kavrayıp Rûm’a doğru pertav etti ve ol eksiyi Horasan’da Rûm’a er gönderdiği malum ola, Rûm’da bunu tutalar deyu dedi. Ol eksi havada yana yana geçerken Konya’da bir er var idi. Sultan Hoca Fakih derler idi. Ol odu kapıp hücresinin önüne dikti. Kudret-i ilahî, ol eksi bitti. Tepesi yanık aşağısı dut idi. El-haleti hazihî şimdi yemiş verir. Pes imdi Sultan Hacım ve Hacı Bektaş Velî, ol gece seccade üzerinde yattılar ve kudretten bir avaz geldi ki: “Eğlenmen! Rûm’a varın!” Durdular. Sabah namazın kılıp ve evradların tamam edip “( ………)” deyip dostuna secde et tiler. Ondan icazet talep ettiler. Pes Hoca Ahmed Yesevî b. Muhammed Hanefî b. ‘Aliyyü’l-Murtaza dahî 99.000 halîfe ile bunlara hayr-dua edip bir mübarek perşenbe günü ol saatte Ka’be yoluna revan oldular 61“.

 

  1. Sarı Saltık Menkabesi:

Türkistan’ın büyük pîri Ahmed Yesevî’nin, Diyâr-ı Rum’a gelen Türkleri unutmayarak, onlara daima yardımcılar gönderdiği hakkında vaktiyle başka birçok menkabeler daha mevcut olduğu Evliya Çelebî’nin tedkikiyle pek iyi anlaşılıyor. Batı Türkleri arasında eskidenberi pek meşhur olan Sarı Saltık Menkabesi, bu hususta çok manalıdır : Evliya Çelebi’nin tesbit ettiği şekle göre, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltık” lakabı ile tanınan Muhammed Buharî’yi Horasan erenlerinden yediyüz kişi ile ona imdada gönderiyor ve meşhur tahta kılıcını Sarı Saltık’ın beline kuşatarak şu nasihati veriyor : “Saltık Muhammed’im! Bektaş’ım seni Rum’a göndersin. Leh diyarında dalalet-ayîn olan Sarı Saltık suretine girip, ol mel’unu bir tahta kılıçla katleyle! Makedonya, Dobruca’da, Yedi-kırallık yerde nam ve şan sahibi ol!”. Sarı Saltık, Rum diyarına gelince Hacı Bektaş Velî, şeyhinin emrini yerine getirerek, onu Dobruca’ya gönderiyor; o da oralara giderek birçok kerametler gösteriyor, birçok yerleri zapt ve ahalisini İslam eyliyor.

Evliya Çelebî, efsanelerini uzun uzadıya nakil ve hikaye ettiği bu Sarı Saltık’ın Silistre’de, Karadeniz kenarındaki tekkesini ziyaret etmiştir62.

 

  1. Netice:

Hoca Ahmed Yesevî’nin menkabevî hayatı hakkında verdiğimiz bilgilerden bazı tarihî neticeler çıkarılması mümkündür. Ancak, bu çıka rılacak neticelerin -diğer tarihî delillerle te’yid veya tekzib edilinceye kadar- birtakım kaçınılması gereken kayıtlarla gözönüne alınması gere kiyor. Şimdiye kadar verilen bilgiden anlaşıldığına göre, Ahmed Yesevî hakkındaki menkabeler başlıca üç muhtelif Türk sahasına yayılmış bu lunmaktadır : Türkistan ve Kırgızistan (merkezi-Doğu sahası), İdil boyu (Kuzey sahası), Anadolu ve Rumeli (Batı sahası).

Esasen Türkistanlı bir Yesevî dervişi tarafından yazılmış olan Cevahirü’l-Ebrar ile, Kırgızlar arasından geçerek Kuzey Türkleri arasına yayılmış olan -Hakim Ata Kitabı gibi eski ibtidâî halk kitaplarında mevcut- menkabeler ve hala bugün Yesi’deki dergahta saklanılan an’aneler, Ahmed Yesevî menkabesinin en eski -ve tarihî gerçekle nisbeten en fazla ilgili- şeklidir 63. Kırgız mıntıkasını geçerek, o vasıta ile ta eski Bulgar Türklerine kadar giden bu nüfuz, orada kuvvetli izler bıraktı; bu Kuzey Türklerinden kalan tarihî vesikalar -ne yazık ki- pek az olduğu için, Ahmed Yesevî menkabesinin orada ne şekilde yayıldığını lâvıkiyle bilemiyoruz. Risale-i Tevarih-i Bulgariye ile, meşhurHakim Ata Kitabı, Bakırgan Kitabı, Ahir-zaman Kitabı gibi, herhalde oldukça eski devirlerden beri Kuzey Türkleri arasında devam edip duran bir takım eserler, Yesevî ve müridlerinin menkabelerini orada asırlarca yaşattı ve nihayet Nogaylar arasında Idgü menkabesi teşekkül ettiği zaman, Yesevî, kahramanın ceddi sıfatiyle o menkabeye de sokuldu. Bütün bu delillerden şu netice çıkıyor ki, nihayet IX. asırda Şimal Türkleri arasında Yesevî menkabesi layıkiyle yayılmıştı.

Ahmed Yesevî menkabesi Sir-Derya bölgesinde, yani Yesi, Taşkent ve çevresinde gösterdiği yayılma kuvvetini, Fergana, Buhara, Semerkand, Hive ve Horasan’da o kadar çabuk gösteremedi. Oralarda ancak H. VIII. asırdan, yani nakşibendîlik tarikatinin genişlemesi ve yayılmasından sonra Yesevî menkabelerinin yayılmağa başladığını görü yoruz. Timur’un H. 800 (M. 1397-98)’de bu büyük Şeyh adına türbe ve cami yaptırması, bu iddianın aksini isbat etmez; halk üzerindeki nüfuzunu layıkiyle kurmak ve yerleştirmek için hocalara ve şeyhlere dayan ma siyasetini güden Timur, bu suretle Sir-i Derya bölgesi üzerindeki ahalinin i’tikadını okşamak gayesini takip ediyordu. Timur ve evlatlarının zamanında ortaya çıkan şeyhlerin birçoğu, Nakşibendî tarîkatine salik olduklarından, onların zamanında Yesevî menkabesi, İran kültürünün şiddetle hüküm sürdüğü bölgelerde      -mesela Horasan, Buhara bölgelerinde- azçok duyulmağa başlamıştı; fakat, Nakşibendîlik’in kurulmasma kadar Acem dili ile mükemmel şiirler yazan tanınmış sufîlerin şöhreti yanında Hoca Ahmed Yesevi’nin te’sirleri daha çok Türk kültürünün hüküm sürdüğü kuzey doğu bölgelerinde kendisini göstermişti64.

Batı Türklerinde Ahmed Yesevî menkabesi daha Osmanlı Devleti’nin teşekkülünden epeyi önce yayılmıştı. Cengiz istilası, doğudan batıya doğru bir sel gibi aktığı esnada, Anadolu’daki Türklere eski ana-vatandan birçok şeylerin gelmesine sebep olmuş, o istiladan kaçan binlerce adamı önüne sürüp getirmiştir. Harezm, Horasan, Azerbaycan yolu ile Anadolu’ya gelen insanlar arasında Yesevîye tarîkatından dervişler, seyyahlar da muhakkak bulunuyordu. Bu yüzden, Yesevî menkabesi onlar vasıtasıyla Anadolu’da da yaşamağa başlamış, halk arasına yayılmıştı; bununla beraber, Anadolu’nun VII. ve VIII. asırlardaki hayatına ait vesikalar az olduğundan, Yesevî menkabesinin yazılı şekline ancak IX. asırdan sonra, yani Bektaşî an’anesinin zapt ve tesbitinden sonra rastlıyoruz 65. Bektaşîler, “halk arasında esasen mevcut an’aneleri alarak arasına Hacı Bektaş Velî’yi sokuşturmak” gibi basit -fakat bu suretle yeni bir şekle sokulmuş menkabenin umumî efkara büsbütün yabancı gelmemesini te’min ettiği cihetle mahirane- bir usul takibettikleri için, Hoca Ahmed Yesevî hakkında esasen mevcut an’aneleri alarak onunla Hacı Bektaş Velî arasında bir bağ yaratıvermişlerdir66. Her halde VII. asrın ikinci yarısından beri Anadolu Türkleri arasında Ahmed Ye sevî menkabesinin yaşadığını ve bu Batı sahasındaki menkabenin Doğu ve Kuzey sahalardakinden daha karışık ve onlara göre tarihî gerçekten daha çok uzak olduğunu kuvvetle iddia edebiliriz 67.

III. BÖLÜM

 

AHMED YESEVÎ’NİN TARİHÎ HAYATI

Halk muhayyelesinin yarattığı menkabeler daima hakikat cüz’ünü de içine alır; yani, herhangi bir şahsiyetin, veya bir hadisenin umumî vicdana akseden şeklini olduğu gibi gösterir. Tarihçinin vazifesi, önce bu menkabevî şekli tasvir ve sonra o şahsiyetin, veya o hadisenin tarihî mahiyetini tesbit ve yaşatmaktır. Birinci vazife layıkıyle yerine getiri lecek olursa, menkabeyi hakikî ölçülerine çevirmek ve indirmek çok kolaylaşır.

 

  1. Çocukluğu:

Ahmed Yesevî, bugün Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 kilometre kuzeydoğusunda bulunan Sayram kasabasında doğdu1. Sayram, Tanm ırmağına tabi’ Şahyar  nehrine dökülen Kara-su’nun üzerinde küçük bir kasabadır2. Ahmed Yesevî’nin hangi tarihte doğduğunu açık olarak bilmemekle beraber, bunun V. asrın ortalarına rastladığını tahmin edebiliriz 3. Ahmed’in babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendi; halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’u almış ve bundan Gevher-Şehnaz adlı bir kızla ondan yaşça daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmişti. Anaları daha önce ölmüş olacak ki. Şeyh İbrahim’in vefatında yedi yaşında kalan Ahmed’i ablasının vasiliği altında görüyoruz4. Şeyh İbrahim’in ailesi, an’aneye göre, şu şekilde, İmam Muhammedü’l-Hanefî b. Aliyyü’l-Murtaza’ya kadar gidiyordu : Şeyh İbrahim b. Şeyhü’l-İlyas b. Şeyh Mahmud b. Şeyh Mahmud (?!) Şeyh b. Şeyh Muhammed b. Şeyh İftihar b. Şeyh Ömer b. Şeyh Osman b. Şeyh Hüseyin b. Şeyh Hasan ibn Şeyh İsma’il b. Şeyh Musa b. Şeyh Mü’min b. Şeyh Harun b. Şeyhü’ş-şüyüh Bahrü’l-irfan cebelü’l-itmi’nan Kutb-ı Türkistan Hoca İshak Bab b. Abdu’r-Rahman b. Abdü’l-Kahhar b. Abdü’l-Fettah b. İmamü’1-Hanefî b. ‘Aliyyü’l-Murtaza 5.

Ahmed Yesevî’nin daha küçükken, bilmediğimiz bir sebeble Yesi’ye geldiği ve orada yerleştiği tahmin olunabilir. Gerek Yesevî lakabını alması, gerek Arslan Baba’nın onunla Yesi’de buluşması hakkındaki an’ane, bu cihetleri kuvvetlendiriyor. Yesi -bugünkü adı ile Türkistan- şehri Oğuz Han’ın hükümet merkezi olması dolayısıyla, Türk menkabesine karışmış meşhur bir yerdir6. Bil hassa Hoca Ahmed’in bu şehre izafetle Yesevî lakabım alması, Türk alemindeki tarihî ehemmiyetini bir kat daha artırmıştır. İşte, hemşiresi ile bu şehre gelip yerleşen Ahmed, burada Arslan Baba namındaki tanınmış Türk şeyhinin teveccüh ve iltifatına, hayr ve duasına mazhar oldu7 ; lakin bu Arslan Baba henüz Ahmed küçükken öldüğü için, onun şahsiyeti üzerinde kuvvetli bir te’sir yaptığı hakkındaki an’ane tarih bakımından doğru sayılamaz. Ahmed’in ilk tahsil yıllarını Yesi’de geçirdiği muhtemeldir; çünkü onu daha gençken, tahsilini tamamlamak maksadıyle büyük bir İslam mer kezi olan Buhara’ya gelmiş görüyoruz.

 

  1. Buhara’da Hoca Yusuf Hemedanî:

XII. asırda Buhara şehri Karahanlılar’ın siyasî hakimiyeti altında bulunuyordu; bununla beraber, Samanîler devrindeki siyasî ehemmi yetini kaybetmiş olan şehir, İslam ilminin Maveraü’nnehr’de en büyük merkezi olmak şöhretini saklamakta idi. Medreseler, İslam aleminin ve bilhassa Türkistan’ın her tarafından gelen talebe ile dolu idi. Şehirde Al-i Burhan unvanı altında zikredilen ve bütün fertlerine Sadr-ı cihan lakabı verilen Hanefî mezhebinde, alim ve çok zengin bir aile hüküm sürüyordu. Ailenin kurucusu olan Burhanü’l-millet ve’ddîn Abdü’l-‘Azîz b. Ömer, Nu’mân-ı sanî lakabı ile tanınmış olup, aşağı-yukarı XI. asrın ikinci yarısından, XII. asrın ilk yıllarına kadar yaşamıştı; Karahanlılara bağlı olmakla beraber, adeta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan bu sadr’dan sonra, oğlu Hüsamü’d-Din Ömer yerine geçti ve H. 536 (M. 1143-44)’da Kara Hitaylar elinde katl edilinceye kadar Buhara hakimi yetini elinde tuttu8. Esasen Hanefiyyü’l-mezheb alimlerden olan ve maiyyetlerinde 600.000 fakih beslenen bu sadr’ların zamanında Buhara medreselerinde ne gibi cereyanlar hüküm süreceği pek kolay tahmin edilir. İşte, Ahmed Yesevî böyle bir zamanda böyle bir çevreye geldi ve devrin en ileri gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedanî’ye intisab ederek, şahsiyeti onun nüfuzu altında teşekkül etti9.

Ebu Ya’kub Yusuf b. Eyyub ibn Yusuf b. al-Hasan b. Vehre, Hemedan bölgesinde Buzencird kasabasında l0, H. 440 veya 441 (M. 1049-1050) tarihinde doğmuştur11. H. 460 (M. 1067-68) tarihlerinden sonra Bağdad’a gelerek12Şeyh Ebu İshak Şirazî’ye intisab etti ve usul-i fıkıh’da ve hilafta az zamanda arkadaşlarından ileri giderek üstadının takdirini kazandı. Merv’de Yusuf Hemedanî tekkesinde bulunan, orada ve sonra Buhara’da Hasan Endakî ile görüşen Sem’anî’nin verdiği bilgiye göre, fıkıh’da ve bilhassa ilm-i nazar’da geniş vukufu vardı. Sonra, gerek Bağdad’da, gerek Isfahan ve Semerkand’de zamanın büyük muhaddislerinden Hadis öğrendi. Nihayet şer’î ilimlerde büyük bir vukuf ve ihata kazandıktan sonra, sufiyane mizacının şevkiyle ilim yolunu bıraktı, meşhur Şeyh Ebû ‘Alî Farmedî’den el aldı. Onun ayrıca Şeyh Abdu’llah Cuveynî ve Şeyh Hasan Semnanî ile de sohbet ettiği rivayet edilir13.

Yusuf Hemedanî riyazet ve mücahede yolunu tuttuktan sonra, Merv’e geldi, oturdu. Bir müddet sonra kalkıp Herat’a gitti. Epeyice müddet de orada kaldı; fakat Merv halkı tekrar kendi memleketlerine dönmesini rica ettiler, yine Merv’e geldi. Oradan ikinci defa tekrar Herat’a döndü. Hayatının son senesinde yani 535 Rebiü’l-evvel(1140 Ekim-Kasım)’inde yine Herat’dan Merv’e dönerken, Merv ile Herat arasında Bamiyan kasabasında öldü14. Bir rivayete göre, müridlerinden İbnu’n-Neccâr, Hoca’nın cesedini daha sonra Merv’e kaldırtmıştır ve kabri oradadır 15.

Hoca Yusuf Hemedanî İmam A’zam’a pek çok mu’tekid idi ve onun mezhebine salik bulunuyordu. Irak, Horasan, Maveraü’nnehr kıt’alarının çeşitli şehirlerinde bulunarak halkı irşad ile meşgul olmuş, uzunca bir müddet Buhara’da bulunmuş, hatta bir aralık Kuh-i zer’de otur muştur16. Hoca Ahmed Yesevî, öyle görünüyor ki, Yusuf Hemedanî Buhara’da bulunurken -yahut diğer bir rivayete göre Semerkand’de- ona intisabetmiş, sülûk adâbını, zahir ve batın ilimlerini ondan öğrenmiş ve belki de şeyhi ile beraber muhtelif memleketlerde dolaşmıştır; bununla beraber Hoca Yusuf’un ençok bulunduğu yer Merv al-Rûd idi; Ebu’s Sa’d’üs-Sem’anî, onun Merv’de tekkesi olduğunu söylediği gibi17, diğer kaynaklar da, onun Merv’deki tekkesinin o zaman Horasan’ın Ka’besi sayılacak kadar tanınmış ve mühim olduğunu bildiriyorlar18. İlim ve fazlı ile, gösterdiği kerametlerle o zamanki İslam aleminde geniş bir şöhret kazanan Yusuf Hemedanî, H. 515 (M. 1121-1122) tarihinde Bağdad’a geldi; Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk’ün eseri olan meşhur Medrese-i Nizamiye’de, her taraftan koşup gelen seçilmiş bir topluluk karşısında va’z ve nasihatlarda bulunuyordu. Va’z esnasında İbnu’s-Sekka adlı meşhur bir fakih, kalkıp Hoca’dan bir mes’ele sordu; Hoca, “Otur, senin kelamında küfr kokusu duyuyorum; muhtemeldir ki senin ölümün din-i İslam üzre olmaya!” cevabını verdi. Hakikaten de öyle oldu : İbnu’s-Sekka Bağdad’a gelen bir Bizans sefiri ile beraber İstanbul’a gelerek tanassur ettil9. Hoca Yusuf Hemedanî’in daha buna benzer bir çok kerametleri, büyüklükleri vardır.

Hoca Abdü’l-Halik Gucduvanî, Makamat-ı Yusuf Hemedanî un vanlı risalesinde 20 Şeyh’in hayat ve tabi’atını en samimi bir surette gösteren birçok bilgi veriyor. Bu hususta ilk kaynak sayabileceğimiz Sem’anî’nin ve daha başka muhtelif me’hazların, gözlerimiz önünde biraz mübhem bir surette canlandırdığı alim mutasavvıf sîması, Hoca Abdü’l-Halık’ın verdiği bilgi sayesinde çok açık, canlı bir şekil alıyor ve biz Yusuf Hemedanî’yi yalnız maddî siması ile, tabî’at ve adetleriyle değil, ruhunun bütün çıplaklığı ve derinliğiyle görüyoruz.

Yusuf Hemedanî uzun boylu, çiçek bozuğu, uzun kumral sakallı, zayıf bir adamdı; yünden ve daima yamalı elbise giyer, dünya işlerine ehemmiyet vermez, padişahların ve büyüklerin evlerine gitmezdi; eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden birşey kabul etmezdi. Türkçe bilmezdi. Yetmişbeş sene mücerred bulunduktan sonra, nihayet evlenmiş ve zevcesi kendisinden kırk gün önce vefat eylemiştir. Herkese karşı çok iltifat eder, halim ve merhametli davranır, misafirlere kendi vilayetlerindeki dervişler ahvalini sorardı. Kalben zikr ederek nefsini hapsettiği cihetle çok terlerdi21. Daima Kur’an-ı Kerîm okumakla meşguldü.

“Gâtfer” mahallât-ı müştemilatından Hoş-dud denilen yerden cami’e kadar bir hatm indirir, mescid kapısından Hoca Hasan Andakî ve Hoca Ahmed Yesevî hanesine varıncaya kadar Bakara suresini okurdu. Geri dönerken Al-i İmran suresini hatmederdi. Kendi mescidinden dervişler hücresine gelirken, bu yediyüz “ayak”dan ibaret olan bu mesafede bir cüz Kur’an okurdu. Arada yüzünü Hemedan’a çevirir ve çok ağlardı. Selman Farisî’nin asası ile sarığı kendisinde idi. Her ay başında Semerkand mollalarını çağırarak onlarla şeri’at sohbeti yapardı. Hazret-i Hızır, daimî musahibi idi. Ağrılara ve yaralara ilaç yapar, sıtma için nüsha yazar, herkesin derdine yetişmeğe çalışırdı. Türk ve Tacik bütün köylülere dinin farzlarını öğretmekten üşenmez, daima hocalıkla meşgul olurdu. İslamiyet’in bütün esas akidelerini te’vilsiz kabul ediyor, daima riyazet ve mücahede hâlinde bulunuyor, Hazret-i Peygamber’in ve ashabının yollarına gitmeyi müridlerine tavsiye ediyordu. Kalbi, bütün mahlukat için derin bir mahabbetle dolu idi: Hıristiyanların, ateş-perestlerin evlerine giderek onlara İslamiyet’in büyüklüğünü anlatır, her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı hürmet ve mahabbet gösterir, ağzından hiçbir fena söz çıkmazdı. Ehl-i kıble’den kimseyi tekfir ettiği görülmemişti. Fakre meyilli idi; altun ve gümüş eşya kullanmaz, fakirlere zenginlerden daha fazla i’tibar eder, odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka birşey bulundurmazdı. Müridlerine daima Çehar-yar’ın menkabe ve faziletlerinden bahseder, onlara namaz, oruç, zikr, riyazet ve mücahede tavsiye ederdi.

504 Ramazanı’nın onbirinci Çarşanba (25 Mart, 1110) günü Sultan Sencer Semerkand’de bulunan Kasım Cogî’ye bir mektup göndererek Şeyh Yusuf Hemedanî hakkında ta’zim ve tekrimlerini bildiriyor, tekke nin dervişleri için 50.000 altun gönderiyor ve “Ashab-ı Kiram’ın yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyh’den kendisi için Fatiha niyaz etmelerini” ilave ediyordu22. Şeyh Yusuf bu esnada müridleriyle görüşmek üzre Hoca Abdullah Berkî’nin hücresine gelmişti. Hoca Hasan Andakî, Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Ab-du’1-Halık Gucduvanî ve daha başkaları hep orada hazırdılar. Müridler, Sultan Sencer’in nezrini bildirdiler; o da, onun işi için birFatiha okudu. Sonra Sencer’e gönderecek sehv ve hatadan başka bir fiili olmadığını söyledi; dervişlerin recası üzerine “Şer’-i Nebevî’ye uygun bizde ne gördünüzse yazınız!” dedi. Bu müsaadeye dayanarak, dervişler onun siretini yazıp gönderdiler. Daha hayatında Abdu’1-Hahk Gucduvanî ondan halîfelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: “Benim halîfem Hoca Abdullah Berkî olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andakî, ondan sonra da Ahmed Yesevî olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevî’ye erişince, Türkistan Vilayeti’ne sefer edecek ve halîfe sen olacaksın!”. Hakikaten de öyle oldu. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verdi, ashabına su ısıtmalarını emretti; sonra yüzünü dört halîfesine ve orada hazır bulunanlara dönerek, “Makamımıza Abdullah Berkî’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığımız adabı, müridlere ve ashabınıza söyleyiniz!” dedi ve Ahmed Yesevî’ye dönerek,Sure-i Fatır’ı, Yasin Suresi‘ni, Ve’nnazi’at Süresi’ni okumasını emretti. Hatm bitince, bir fer yattır koptu 23. Şeriat hükümlerine ve Sünen-i Nebevî’ye fart-ı riayetle, şer’î ilimlerdeki kudreti ile devrinde büyük şöhret kazanan Yusuf Hemedanî gözlerini kapadığı zaman, onun geniş şöhretinden birçok şeyler halîfelerine de geçmiş, onlar da az zamanda büyük bir ün kazanmışlardır 24. Tasavvuf kitaplarında onun sözlerinden birçok şeylere tesadüf edildiği gibi25bazı menkabeler de, onun birçok eserleri olduğunu te’yid ediyorsa da 26, ne yazık ki, biz hiçbir eserine tesadüf edemedik 27.

İşte, Hoca Ahmed, mürşidi ve hocası Yusuf Hemedanî’yi ilim ve fazlıyle zühd ve takvâsıyle kendisine bir mukteda bildi; ahkam-ı şer’iyyeye kuvvetle bağlı, i’tizale düşman Türk hükümdarlarının hüküm sür düğü bir devirde28 o da, hocası gibi şer’î ilimlerde büyük bir vukuf  kazandı ve ilmiyle, zühd ve takvasıyle o kadar tanındı ki Yusuf Hemedanî ihtiyarlığında onu da diğer üç müridiyle beraber halifeliğe seçti29. İlk iki halîfe Hoca Abdullah Berki (vefatı: H. 555/M. 1160-61) ve Hoca Hasan Andakî (H. 466-552/M. 1073-1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da tekkenin reisi olarak bulundu; lakin -ne kadar sürdüğünü bilmemekle beraber, herhalde pek uzun olmadığını tahmin edebildiğimiz bu devirden sonra- bütün müridlerini dördüncü halîfe Hoca Abdu’1-Halık Gucdüvanî’ye bırakarak doğru Türkistan’a, Yesi’ye geldi.30

 

  1. Yesi’ye Dönüş:

Sülûkunu asrın en tanınmış şeyhinden ikmal ederek halifelik mev kiini de kazanmağa muvaffak olduktan sonra, Ahmed Yesevî’nin niçin Buhara’da durmayarak Yesi’ye döndüğünü bilemiyoruz. Bu dönüşün hangi tarihe rastladığına dair bile kesin bilgimiz yoksa da, birinci Halîfe Abdullah Berkî’nin vefatından, yani H. 555 (M. 1160-61)’den sonra olduğu tahmin edilebilir. Bu takdirde Hoca Ahmed’in Yesi’de uzun müddet yaşamayıp, dönmesinden hemen on sene sonra öldüğüne hük metmek lazım geliyor; çünkü ölümü, muhtelif hal tercemesi kitaplarının söz birliği ederek ifadelerine göre, H. 562 (M. 1166-67)’dedir31. Elimizdeki pek az tarihî vesikaları menkabevî rivayetlerle karşılaştırdığımız zaman, ya Hoca Ahmed’in yüzyirmibeş sene, veya daha fazla bir müddet yaşadığı hakkındaki an’anenin, yahut vefat tarihinin yanlışlığına hük metmek zarureti hasıl oluyor. Eğer an’ane doğru addedilirse, Hoca’nın ölüm tarihini yedinci asrın ilk senelerine kadar uzatmak iktiza eder ki, bunun manasızlığı meydandadır.

Nefahatta  Şeyh ‘Alî Lala hakkında verilen bilgi, Ahmed Yesevî’yi meşhur Necmeddin Kübra ile çağdaş gösteriyor32. Necmeddin Kübra’nın Moğol istilası sırasında H. 618 (M. 1221-22)’de şehid olduğu bütün tarihçilerce birleşilen bir mes’eledir 33. Eğer bu çağdaşlık rivayeti doğru olarak kabul edilse bile, Ahmed Yesevî’nin her halde VI. asır sonlarında veya VII. asrın ilk senelerinde vefat ettiğine hükmedilmek icabetmez; çünkü o esnada Necmeddin Kübra’nın henüz genç olduğu düşünülürse, Hoca Ahmed’in son senelerine yetişebileceği kolaylıkla teslim edilir. Yalnız, bu takdirde Şeyh ‘Alî Lala’nın (vefatı : 3 Rebi’u’l-evvel, 642 / 9 Ağustos, 1244) hemen hemen bir asır yaşadığı neticesi çıkıyor ki, mutasavvıfların ekseriya çok yaşamalarına rağmen. Şeyh ‘Alî Lala’nın doğum tarihi düşünülünce bu rivayet kabul edilemez 34. Yesevî an’anesini en iyi zapteden Cevahirü’l-Ebrar’da, Necmeddin Kübra halîfelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzî’nin de Yesevî halifesi olarak zikredildiği düşünülürse, herhalde Nefahat”taki bu rivayetin az-çok bir esası olacağı, mesela Şeyh ‘Ali’nin daha Ahmed Yesevî hatırası unutulmadan bir Yesevî tekkesinde -belki Yesi’de- bulunduğu anlaşılıyor. İşte, biz, bütün bu izahlara dayanarak, “Hoca Ahmed Yesevî’nin H. 562 (M. 1166-67)’de öldüğü hakkındaki rivayeti reddetmeğe şimdilik akla yakın bir sebep göremiyoruz.

Yusuf Hemedanî’nin alim halîfesi, Yesi’de yaşadığı yıllar, etrafına Türkistan’dan binlerce mürid topladı. Esasen o sırada umumî vaziyet de din ve tasavvuf propagandasına çok elverişli bulunuyordu. Melik-şah’dan sonra Maveraü’nnehr ve Horasan’ı aynı siyasî hakimiyet altında birleştirmiş olan Sultan Sencer ölmüş (H. 552 / M. 1157-58), Harizm-şahlar büyük bir İslam devleti olmak isti’dadını göstermeğe başlamıştı. Yine tam bu sıralarda Doğu Türkistan’da, Kulca civarında, Yedi-su havalisinde kuvvetli bir İslam hareketi gelişiyordu35. İslâm-Asyası’nın her tarafında şeyhlerin geniş bir nüfuza malik, oldukları, her tarafta tekkeler yükseldiği bir esnada, Ahmed Yesevî Sir-Derya havalisinde, Taşkend çevresinde, hatta daha kuzeydeki bozkırlarda şöhret kazandı; etrafına Buhara ve Semerkand’da, veya Horasan şehirlerinde olduğu gibi İran dil ve edebiyatına vakıf, o adetler ile ülfet etmiş danişmendler değil, İslamiyet’e yeni, fakat çok kuvvetli rabıtalarla bağlanmış, saf, sade Türkler toplanmıştı; bu yüzden, Arap ilmini ve Acem edebiyatını tabiî pek iyi bilmekle beraber, müridlerine, anlayabilecekleri bir dil ile hitabetmek mecburiyetinde bulundu, İran harsı dairesinde kalan başka sufîler gibi Farsça ile yazacağına, Türkçe’yi kullandı ve sülûk adabını Arapça, Farsça bilmeyen Türk dervişlerine anlatmak için, yine Türk lerin halk edebiyatından alınmış basit şekillerle, ahlakî ve tasavvufî manzumeler yazdı.

Ahmed Yesevî altmış üç yaşına girdikten sonra, an’aneye göre tekkesinin bir tarafına üç arşın derinliğinde bir çille-hane yaptırarak oraya çekildi. Bunun hangi tarihe tesadüf ettiğini de, ne yazık ki, bilmiyoruz. Divân-ı Hikmet’teki birçok parçalarda bu çille-haneye girişini, inzivasının sebeplerini mutasavvıfane bir lisanla uzun uzun anlatır. Herhalde bu çille-hane hayatı öyle zannedildiği gibi uzun sürmemiş, etrafına, ana’nevî rivayetlerde iddia edildiği gibi 99.000 mürid toplanmamıştır. Bütün bunlar, onun, zamanındaki geniş şöhretim gösteren delillerden başka birşey sayılamaz. Hoca Ahmed vefat edinceye kadar Hikmet başlığı altındaki sufîyane manzumelerini yazmakta devam etti; etra fındaki müridlere etvar ve sülûk adabını, sofiyane hakikatleri, tasfiye-i batın ve ahlakı ıslah lüzumunu, dinî an’aneleri o suretle anlatıyor, bunlara dair Arapça ve Farsça dillerindeki başlıca ilimleri okuyamayanlara Hikmet’leriyle yol gösteriyordu. Ahmed Yesevî tıpkı mürşidi gibi Hanefî mezhebinde bir fakih, bir şeri’at alimi olduğundan şerî’atle tari katı daima kaynaştırdı; dinî tekalife karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyle uyuşamayacağını neşr ve telkîne çalıştı.

Ahmed b. Mevlâna Celaleddin Kaşanî, Abdü’1-Halık Gucduvanî’nin Makamât’ından kısaltarak naklettiği parçadan sonra, Yusuf Hemedanî’nin halîfeleri hakkında şu bilgiyi veriyor : “Ey azizler, biliniz ki Hoca Ebu Yusuf Hemedanî Hazretleri’nin dört halîfesi vardı : Birincisi can-nişîni bulunan Abdullah Berki Hazretleri’dir ki, kabr-i şerifleri Buhâra’da Gül-abad dervazesinin dışında, Şuristan tepesinin üzerinde, Hoca İshak-ı Gül-abadî Hazretleri’nin kabrine yakındır, ikincisi Hoca Hasan Andakî’dir ki, istiğrak aleminde garîk idi. Bunun kabri de Hoca İshak kabrine yakındır. Biliniz ki Andak, Buhara’ya altı fersah, mesa fede bir karyedir. Üçüncüsü Hoca Ahmed Yesevî’dir ki, keramat ve harik adetlerinden idi ki, her kim hulus-i niyyetle kendileri ile müşerref olursa ehlu’llah’tan olurdu. Nasıl ki : “Niyyatın koldaşın” buyururlardı; 512’de bu dünyadan gittiler. Kabr-i mübarekleri Türkistan’dadır, asitan-ı alîleri kesîrü’l-feyzdir”. Buradaki 512 tarihi, pek ala görülüyor ki bir istinsah hatasından ibaret olup, 562 yerine yanlışlıkla yazılmıştır.

Divan-ı Hikmet’in tedkikinden ve şahsiyetinin teşekkül ettiği çev reden pek kolay anlaşılacağı gibi Hoca Ahmed Yesevî ağır, uzak görüşlü, muhakemeli bir Türk mutasavvıfıdır. Tasavvufun “terk-i deavî ve kitman-i meaniden ibaret” olduğunu söyleyen Cüneyd-i Bağdadî’nin bu sözünü Ahmed Yesevî tamamiyle yerine getirmiştir. Onun eserlerinde umumî i’tikadlan sarsacak hususî îmalara rastlanamaz. Çok geniş bir görüş noktasından, şerî’ata karşı az-çok dikkatsiz hareket eden büyük bir kısım İran sufîlerinde mevcud fikir ve temayüller, bu büyük Türk şeyhinde hemen yok  gibidir. Bir vakit namaz kılmayanın domuzdan farkı olmayacağını söyleyecek derecede şer’i hükümlere fazla bağlılık gösteren Hoca Ahmed, her manzumesinde günahlarından bahsederek istiğfar eyler, yahut cennet ve cehennem hallerinden, sofiyane menkabelerden bahsederek, neticede tevazu’ ile Tanrı’dan mağfiret diler. Vah det felsefesine en çok daldığı, “Li-meAllah” makamından, “Mutu kablen temutu” sarayından, “Fenafillah” deryasmdan en çok bahsettiği za man bile şerî’at silahını unutmaz36. Etrafına o kadar çok mürîd toplayabilmesinde, şerî’at hususundaki bu ihtimam fazlalığının, şer’î ilimlerdeki derinliğinin te’siri olduğu gibi, müdafaa ettiği esaslardaki basitlik ve kat’iyyetin ve halka az-çok anladığı bir lisanla, alıştığı bir nazım şekli ile hitabetmesinin de çok yardımı olmuştur. Hulasa, Ahmed Yesevî derin bir görüşle çevresinin ihtiyaçlarını anlamış, onu te’mine çalışmıştır. Onun tarihî simasını hala kuşatan kesif menkabe dumanları, halk muhayyelesinin ona uzun asırlardanberi hala nasıl kudsiyet verdi ğini gösteriyor.

 

  1. Çocukları ve Torunları:

Gerek bugün Yesi’deki an’ane, gerek Cevahirü’l-Ebrar’da mevcut bir menkabe, Hoca’nın İbrahim adlı bir oğlu doğmuşsa da, babasının hayatında öldüğünü kuvvetlendiriyor. Yesi’deki an’aneye göre Hoca’nın bundan başka Gevher Hoşnaz veya Gevher Şehnaz adlı bir kızı vardır ki, asırlardanberi kendilerini Hoca Ahmed Yesevî torunlarından sayan birçok kimselerin soyu bu kıza kadar gider37. Şimdiye kadar, gerek Doğu gerek Batı Türkleri arasında birtakım adamlar, kendilerinin Yesevî soyundan olduklarını iddia etmişlerdir : X. asır Maveraü’nnehr ileri gelenlerinden olup, bir müddet Abdullah Han’ın yanında bulunan, arada bir şiir söyleyen ve Semerkand’da oturan Şeyh Zekeriyya’nın Ahmed Yesevî evladından olduğunu, Hoca Hasan Nakîbü’l-Eşraf Bu hari söylüyor38. Batı Türkleri arasında, Yesevî torunlarından olarak, Tecnisat-ı Katibi tarzında Tuhfetu’l-Uşşak adlı bir eser yazan Mevlidci Üsküplü şair ‘Ata’yı görüyoruz 39. Bunlardan başka, XI. yüzyılın meş hur Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi de Ahmed Yesevî neslinden olduğunu kitabının çeşitli yerlerinde tekrar etmektedir40.

XVI. asır esnasında Asya’nın geniş sahasında Hoca Ahmed Yesevî’ye nisbetini iddia eden birçok mutasavvıflara rastlandığını Seydî ‘Ali Reis’in Mır’âtü’l-Memalik’inden açıkça öğreniyoruz. Seydî Alî Reis – ki Katibi mahlaslı mühim bir şairdir – H. 961-964 (M. 1553-57) senelerinde yaptığı uzun seyahatinde Sind, Pencab, Afganistan, Maveraü’nnehr, Horasan, Azerbaycan, İran sahalarından geçtiği esnada Yesevî’ye nisbet iddia eden şu mutasavvıflara rast gelmiştir: Birincisi, Semerkand’de görüştüğü Barak Han, onun yanına Sadr-ı alem Şeyh’i elçi olarak veri yor ki, bu zat Ahmed Yesevî evladından imiş (Mir’atu’l-Memalik, s. 65, 72). İkincisi Ejderhan yolunda Çerkesler tarafından katledilen Baba Şeyh de o sülaleden imiş (aynı eser, s. 89). Üçüncüsü, Kazvin-Bağdad yolu üzerinde Sultaniyye yakınında Ebher’i geçtikten sonra uğradığı Kurkan’da ziyaret ettiği Şeyh Muhammed Dem Tîz b. Hoca Ahmed Yesevî de onlardan imiş (aynı eser, s. 92). Bu tafsilat, Yesevîlik’in’ ve Yesevî nüfuzunun, XVI. asırda İslam Asyası’nda nasıl vüs’at ve kuv vetle yayıldığını gösterir.

XVII. yüzyıldan sonra Ahmed Yesevî’ye mensup olmak iddiasında bulunan yalnız Hoca Hafız Ahmed Yesevî Nakşbendî isminde bir mutasavvıfa rastgeliyoruz. Hazinetu’l-Asfiya yazarının ifadesine göre, “havârik ve keramâta mazhar ve envâr ve tecelliyâta mevrîd olan” bu derviş, kader şevkiyle vatanından ayrı düşerek Arabistan, Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Irak, Rum, Rus memleketlerinde bulunduktan sonra Hindistan’a, Keşmir’e gelerek uzleti seçmiştir. Kimse ile görüşmez, yalnız arada bir Şeyh Agah Molla Şah’ın tekkesine gelirdi. Birkaç sene sonra Hoca Nizamü’ddin b. Mu’inü’ddin, onun manevî üstünlüğünü anlayarak hizmetine geldi ve birçok müşkillerle onu kendisi ile beraber şehre gelmeğe razı etti. Nizamü’d-Dîn’in ölümünden sonra Hoca Nureddin Muhammed Aftab, onun hizmetine gelip mürid oldu ve bu suretle o çevrede pek büyük bir ün kazandı. Ahmed Yesevî torunlarından olan bu nakşbendî -daha doğrusu Yesevî- şeyhi, H. 1114 veya 1116 (M. 1702-1704) tarihinde vefat ederek Keşmir’de gömülmüştür41.

 

 

  1. Türbe ve Cami’:

Hocaların ve şeyhlerin halk üzerindeki manevî nüfuzlarından fay dalanmak maksadıyle bütün hayatında İslamî bir siyaset ta’kibeden 42, eski Cengiz Yasası’nı kaldırarak İsna’-‘aşeriye meslekinden mülhem yeni bir teşkilat kuran43cihangir Timurleng, H. 799 (M. 1396-97) tarihinde Dilguşa Bağı’nı yaptırdıktan sonra Taşkend tarafına doğru gitti. Seyhun nehrini geçip o civardaki kasabalarda ordunun kışlamasını em retti ve kendisi de Türkistan’da ve Kırgız bozkırlarında büyük şöhreti olan Ahmed Yesevî mezarını ziyaret için Yesi’ye geldi. Zafer-Name müellifi Şerefü’ddin Yezdî’nin rivayetine göre, “Muhammed Hanefî evladından bu din ulusuna hürmeten” mezarı üzerine alî bir imaret yapılmasını emr ve ferman etti44. Mevlana Abdullah Sadr, bu işe me’mur kılınarak Hoca Hüseyin Şîrazî adlı bir mi’mar marifetiyle işe başlandı45. Büyük bir kubbe ile iki minareden ve sayısız sofalar, hüc reler, künbetlerden mürekkep muhteşem bir bina iki senede meydana çıktı 46. Bu bina kubbe ve duvarlarının çinilerle tezyin ve Hoca’nın mezar taşının fevkal’ade nakışlarla müzeyyen mermerden yapılması hüküm darın emri icablarından bulunduğu için, bina gerek içten gerek dıştan kusursuz denecek bir şekilde vücude gelmişti. Mihrabın iki tarafında İsfahanlı, Timur isminde bir san’atkar tarafından H. 899 (M. 1493-94)’da yapılmış çok büyük iki şamdan bulunduğu gibi, cami’in içinde H. 801 (M. 1398-99)’de vakfedildiği anlaşılan Kur’an ayetleri hakkedilmiş kocaman bir kazan da vardı47. Kapıların oymaları, içerisindeki tefer ruatın incelik ve zarifliği hariku’1-ade denecek kadar güzeldi. Bu muaz zam binanın yapılmasından sonra, Timur, şehirdeki fakir ve muhtaçlara birçok ihsan ve sadakada bulundu ve bu merasim bitince tekrar ordusuna döndü. Rivayete göre, bu san’at abidesi son defa olarak Abdullah Han tarafından ta’mir olunmuştur48.

Aşağı-yukan yarım asır kadar önce o çevrede ilmî bir seyahat yaparak, o arada bu eski san’at abidesini de ziyaret etmiş olan Ujfalvy’nin verdiği bilgiye göre, bu cami’ tam manasıyle bir mi’marî abidesidir; gerek Bekçurin, gerek Schuyler bu camii yalnız Türkistan şehrinin başlıca abidesi değil, belki bütün dünyadaki mi’marî eserleri arasında yer alabilecek bir san’at eseri olmak üzre gösteriyorlar. Schuyler’in bu cami hakkında verdiği kıymetli bilgiyi kısaca vermeği lüzumlu bulduk : “Şeyh’in mezarı muhteşem bir binadır. Türbeyi örten kubbe çok muaz zam görünüyor. Bu büyük camiin arka tarafında kavun şeklinde kubbeli diğer bir ufak mescid daha ona ilave edilmiştir. Camiin kapısı çok büyük ve kemerli olarak en az yüz ayak yüksekliğindedir. Yanından penceresiz ve uçları çentikli olmak üzre iki yuvarlak kule yükseliyor. Kemerli geçitte, çok; san’atkarane işlenmiş iki katlı büyük bir tahta kapı vardır ki, üstünde şahnişinli bir pencere göze çarpar. Bunlar, bina nın Abdullah Han zamanında yeniden yapıldığı zamana rastlar. Camiin dıvarları iyi pişmiş dört köşeli tuğladan çok ustalıkla yapılmıştır. Çiniler, velev pek bozulmuş bir halde olsa bile, yine yalnız yan ve arka taraf larda kalabilmiştir ve kubbeyi süsleyen mavi tuğlaların hemen hepsi düşmüştür. Kubbedeki kufî yazıların ancak bir kısmı okunabiliyor. Be yaz zemin üzerine mavi renkte ve çok san’atlı bir surette yazılmış olan bu iri yazılar, binanın içerisini birkat daha güzelleştirmektedir. Harap hâlinde bile bu kadar muazzam görünen bu bina, ilk zamanında kim bilir nasıl bir harika idi! Zelzeleler vesair bin türlü şeyler bu binayı oldukça harap etmiş ve dıvarlardaki çatlaklar adi sıva ile doldurul muştur. Anlaşıldığına göre, camiin ön kısmı, layıkıyle ikmal olunma mıştır; çünkü vaktiyle iskele hizmetini gören keresteler dıvarlarda hala duruyor ve üzerleriride leylek yuvaları bulunuyor.

Camiin ortasında ve muazzam kubbenin altında kocaman bir dehliz ve medrese vardır. Kubbe, yüz ayaktan fazla bir yüksekliktedir. Gerek bu kubbe ve gerek altındaki dehliz, dahilde, Elhamra’dakine benzer nakışlı mermerlerle süslüdür. Sağda ve solda orta ve küçük ordulara mensup çeşitli Kazak hükümdarlarının mezarlarını içine alan odalar vardır. Bunlar arasında meşhur Albay Han’ın mezarı da bulunur. Oda lardan birisi mescid olup , sırf Cuma namazına mahsustur. Binanın arka sındaki küçük kubbenin altında Ahmed Yesevî ile ailesinin mezarları bulunur49. Etrafı kabirlerle çevrilmiş uzun bir koridorun sonunda mukaddes bir kuyuyu içine alan bir oda vardır. Hoca Ahmed’in mezarı bitişiğinde Timurleng’in torunu Rabi’a Sultan Bekim’in mezarı vardır. Bu Sultan, Uluğ Bey’in kızı olup, Ebu’1-Hayr Han’la izdivaç ve M. 1485’de ölmüştü. Oğullarından biri de yanında yatar. Birinci odanın bütün dıvarlarında ekseriyaKur’an ayetleri veyahut kısa birtakım dualardan ibaret olan sayısız kitabeler vardır. Bu kitabelerden biri, rivayete göre Hokand Han’ı Muhammed Ali Han tarafından yazılmış tır ki, bu Han 1842’de Buhara Emiri tarafından. öldürülmüştür. Bu odanın ortasında bir mesned üzerinde en az 50.000 şişelik su alacak kocaman bir pirinç kazan vardır50. Kapının önündeki etrafı duvarla  çevrili küçük bir bahçede sayısız kabirler ve üzerlerinde kitabeleri havi mezar taşları vardır. Büyük avlunun bir  köşesinde çok zarif küçük bir cami vardır. Bunun limon şeklinde olan kubbesi, mavi çinilerle örtülüdür.Yerli an’ane, bu mescidin, pek genç iken ölen Rabi’a Bekim adına , Timur tarafından yaptırıldığını göstermekte ise de bu, tarihi bakımdan, yanlıştır; çünkü Rabi’a Bekim ondan seksen sene sonra ölmüştür. Bu cami’e Cami’-i Hazret ve Türkistan şehrine de bu camii havi bulunmasından dolayı Hazret-i Türkistan, veya sadece Hazret de derler. 6.000 kadar nüfusu olan bu harap ve terkedilmiş  şehirde bundan başka ehemmiyetli birşey yoktur51”. Mi’marî üslûbu noktasından, bu eser, Timur zamanında Orta-Asya da vücude getirilmiş başka mi’marî âbideleriyle  aynı esas hatları haizdir.

 

 

  1. Bugünki Yesî:

Tarihî ününü hâlâ saklayan Yesi, bugünkü ismiyle Türkistan şehri,  Orenburg-Taşkend demiryolu üstünde küçük, harap bir Türk şehridir. Çarlık zamanında, sekiz kısma ayrılmış olan Sir-Derya eyaletinin altıncı kısmını teşkil eden Türkistan dairesinin merkezi olup, bir asır kadar önce 965 evi ve Sartlar’la Kırgızlardan mürekkep 5223 nüfusu vardı. Şehrin harap olmuş bir kal’ası ve kal’anın ortasında da biricik abidesi olan Cami’-i Hazret görünür. Bu binanın yüksek bir noktasına çıkılınca göze çarpan manzara çok şairanedir. Bir defa bu harap Şart şehri kirli ve çapraşık sokaklarıyle, kasvetli evleriyle yayılır. O kalabalık arasında eski Han-sarayı harabeleri ile Rus kilisesi göze çarpar. Bundan sonra, göz bu sınırlı daireyi aşarak iyi ekilmiş tarlalardan sonra İkan kasabasını, diğer Kırgız köylerini ve derinliklerde Karadağ silsilesinin karlı tepelerini ihata eder. Esasen Asya’nın bu sahası hemen baş tanbaşa harabelerle doludur: Eskiden Seyhun geçitlerini müdafaaya yarayan kal’alar terkedilmiş olduğu gibi, ovanın şurasında burasında da kurganlara tesadüf edilir. Yesi’nin güneyinde Timur’un içinde öldüğü Otrar, Savran birer harabeler kümesinden başka birşey değildir52.

Yesi, muhtelif zamanlarda Asya’nın çeşitli hanedanlarına ait ol duktan sonra, bir müddet Kazaklar’ın da hükümet merkezi olmuş 53 ve nihayet 1864’de Ruslar tarafından alınmıştır. Rus bombardımanının acı hatırasını dıvarlarında hala saklayan Cami’-i Hazret54 ve onun kubbesi altında yatan Hoca Ahmed Yesevî sayesinde, bu küçük şehir bütün Doğu ve Kuzey Türkleri alemindeki mukaddes nüfuzunu hala sakla maktadır. Asırlar esnasında birçok hükümdarlar onu ziyaret ettikleri gibi, şairler de onun kudsiyyetini terennümden hiçbir zaman geri dur mamışlardır 55. Bugün hâlâ Türkistan’ın çeşitli yerlerinden akın akın gelerek Hoca”mn kabrini ziyaret etmektedirler. Bu kabir daima ziyaret edilirse de, bilhassa senede bir defa Zilhicce’nin onunda fevkal’ade merasimle sofiler halvete girerler 56. En son senelere kadar beş-altıbin kişi sırf bu maksatla toplanırlardı57. Kuzey Türkleri arasında ve step lerde yayılan halk eserlerinde menkabeleri, kerametleri mevcut olan, hakkında birçok medhiyeler, ilahîler söylenen58 Hoca Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret etmek, oralarda hac sevabına üstün sayılır; bununla beraber, Hoca’nın en büyük nüfuzu Bozkır halkı üstündedir. Bütün o sa hada bu nüfuzu gösterecek birçok menkabelere, Hoca’nın müridlerine ait mezarlara rastlanır. Mesela – eski Tıraz şehri ile aynı yerde bulunduğu Howorth tarafından iddia edilen Evliya Ata kasabası bu ünvanını Ahmed Yesevî torunlarından Karahan adlı bir mutasavvıfın lakabından almıştır. Bayağı tuğladan yapılmış harap bir bina olan türbe, bütün kasabaya ismini vermiştir. Yine mahallî bir an’aneye göre, Evliya Ata kasabasının on mil batısında ve yol kenarında Karahan’ın akrabasından Asa Bibi’nin muazzam bir türbesi vardır. Bir Rus seyyahının ifadesine göre Büyük ve Orta-Ordu’ya mensup zengin Kırgız-Kazaklar kışın öldükleri vakit, onları hemen gömmezler na’şı bir keçeye veya bir bez parçasına iyice sararak bir ağaca asarlar ve ilkbahar gelir-gelmez Yesi’ye götürerek Kara Ahmed’in -onlar Ahmed Yesevî’ye bu ismi verirler- mezarı civarına gömerler59; hatta zenginler, daha hayatlarında türbe yakınında bir parça toprak satın alarak üzerlerine tüyler koyarlar ve öldükleri zaman oraya gömülürler60. Ayni zamanda, çocukları ol mayan Kırgız-Kazaklar da, türbeye gelerek büyük kazanın yanında Hoca’nın ruhuna koyunlar kurban ederler61. İşte bütün bu tafsîlat gösteriyor ki, Orta-Asya ve Seyhun mıntakasındaki Türk-sufîliğinin bu eski nüfuzlu reisi, menkabevî büyüklüğünü, hala asırlarca önceki parlaklığı ile saklamaktadır62.

 

  1. BÖLÜM

 

AHMED YESEVÎ’NİN HALİFELERİ VE TARİKATI

 

  1. İlk Halifeleri:

Hoca Ahmed Yesevî’nin yukarıda söylediğimiz gibi (bk. § 9. Halî feleri), Türkistan’ın her tarafına birçok halîfeler gönderdiği muhak kaktır. Bunların büyük kısmı, hayatın binlerce karışık vak’aları arasında unutulmuşsa da, kuvvetli bir şahsiyete malik olan diğer bazılarının hatırası bu güne kadar yaşamış ve Yesevîye silsilesi onlarla süregelmiştir; bu sebeple, bu ilk halîfelerden en meşhurlarını ve Yesevîye silsilesinin X. asır sonlarına kadar kimler vasıtasıyle devam ettiğini gözden geçirmek faydalı olacaktır.

Hoca’nın ilk halîfesi, menkabede kendisine mühim ve büyük bir yer ayrılmış olan Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata’dır. Mansur Ata’dan sonra yerine oğlu Abdü’l-Melik Ata, ondan sonra da onun oğlu Tac Hoca geçmiştir ki, bu, meşhur Zengî Ata’nın babasıdır1. H. 615 (M. 1218-19)’de ölen ikinci Halîfe Harezm’li Sa’id Ata hakkında fazla bilgimiz yoktur. Üçüncü Halîfe Süleyman Hakîm Ata’ya gelince, onun “der vişler ahvalinden Türkî dilde kelimat-ı hikmet-amiz ve lataif-i ibret-engizleri” olduğunu bildiğimiz gibi, menkabeleri, halîfeleri hakkında da etraflı bilgiye malik olduğumuzdan, Ahmed Yesevî’nin Türkler arasında en tanınmış bulunan halîfesi olarak Süleyman Hakim Ata’yı göstere­biliriz. Hakim Ata, Harezm’de oturarak etrafındaki halkı irşad ile uğraşırdı. Ahmed Yesevî’nin başka halîfelerinden önce öldü ise de yine epeyice bir müddet irşad mesnedinde kaldı ve tarîkata mensup müridlerin büyük kısmı onun etrafına toplandı. Zevcesi, an’aneye göre, hükümdar Buğra Han’ın kızı Anber Ana idi2. Rivayete göre, H. 582 (M. 1186-87)’de vefat ederek Ak-kurgan’da gömülmüştür3.

Hakim Ata menkabesi, bu adı taşıyan bir menkabeler kitabı sayesinde Kuzey Türkleri arasında asırlardanberi yaşadığı için bizce bilin mektedir: Hakim Ata’nın asıl ismi Süleyman’dır. Çocukluğunda mek tebe giderken başka çocuklar gibi Kurân’ı boynuna asmaz, eliyle alttan tutup hürmetle götürürdü. Mektepten çıkınca da yüzünü mektebe, arkasını eve dönerdi. Birgün Hoca Ahmed Yesevî mescid eşiğinde otururken bu hali gördü, hoşuna gitti. Hoca’nın ve anasının rızasiyle Sü leyman’ı Kur’an okutmağa yanına aldı. Onbeş yaşına geldikten sonra, Hoca’ya mürîd oldu. Birgün Hızır Aleyhi’sselam, Hoca’ya misafir gelmişti. Hoca, yemek pişirmeğe bir miktar odun getirmek için çocukları yolladı. Odunlar gelirken müdhiş bir yağmur başladı. Gelen odunlar hep ıslaktı. Yalnız Süleyman, elbisesini çıkarıp odunları sardığı için, onun getirdikleri kuru idi. O sayede diğer odunlar da yandı. Hızır Aleyhis’selam, odunlarının neden kuru kaldığını Süleyman’a sordu. O da sebebini anlattı. Hızır, bunu pek beğendi ve çocuğa, “Bundan sonra adın Hakim olsun!” dedi. Sonra mübarek tükürüğünden ağzına bıraktı. Süleyman’ın içi nur doldu. Hızır, “Haydi durma, feyz izhar et!” dedi. Hakim Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler, manzumeler söyle meğe başladı4.

Kurban ayında birgün Hoca Ahmed Yesevî’nin tekkesinde 99.000 şeyh hep hazırdı. Hoca imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakim Ata, solunda Sufî Muhammed Danişmend vardı. Namaz sırasında, Hoca’dan bir ses çıktı. Cemaat, “İmam’ın abdesti bozuldu” diye ica betten vazgeçtiler; lakin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakim Ata tereddüt etmeksizin ona uydu. Sufî Muhammed de Hakim Ata’ya bakarak devam etti. Nihayet, selam verildikten sonra Hoca dedi ki : “Ben bunu sizin sülûktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa, o ses benden değil, belime soktuğum bir ağaç parçasından çıktı; anlaşıldı ki, benim bir tek müridim, bir de yarım müridim kemale gelmiş;

diğerleri hep nâdanmış.” ve bunun üzerine Hakim Ata’ya emretti; “Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır!” dedi. Ertesi sabah seher vakti Hakim Ata, gelen deveye binip salıverdi. Deve, Türkistan’dan doğuya doğru yürüdü. Horasan şehrinin batı cihetinde Bi-nevâ Arkası denen yere geldi, durdu. O kadar zorladılar, kalkmadı, bağırdı; bundan dolayı o yere Bakırgan dediler6. Deve durunca. Hakim Ata indi. Orası Buğra Han’ın at sürüsünün otladığı bir yerdi. Yılkıcılar -at sürücüleri- onu buradan kovmak istediler. “Ben dervişim, bir yere gitmem!” dedi. Sonra ellerindeki, at sürdükleri deyneklerle hücum ettiler. Hakîm Ata oradaki ağaçlara, “Bunları tutun!” diye emretti. Ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, diğer ikisi kaçarak, olup-biteni Buğra Han’a anlattılar; Han, bu havadise pek memnun oldu : “Üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. Demek memleketimizde bir er peyda oldu!” dedi ve işi tahkik için Abdullah Sadr adlı birini gönderdi. Abdullah Sadr, gelen dervişe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Yesevî müridlerinden Hakîm Süleyman olduğunu anladı. Yılkıcıların neye ağaçta kaldıklarının hakikatini sezince, ağaç lardan, “Böyle yapan böyle olur!” sadası geldi. Bu dervişin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, dönüp Han’a haber verdi8. Buğra Han, bu der vişin rızasını celb için Anber adlı çok güzel bir kızını ona verdi; ayrıca da birçok develer, koyunlar, atlar gönderdi. Hakim Ata, bunları kabul etti. Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid ve mu’tekid idiler. Hakîm Ata’nın şöhreti dört tarafa yayıldı.

Hakîm Ata’nın, Anber Ana’dan üç çocuğu oldu; Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca.. Bunlardan ilk iki büyüğünü o zaman Caru’llah ‘Allame Şeyh adlı pek meşhur bir alimden ders okumak üzre Harizm’e gönderdiler. Onlar orada birçok kerametler göstererek, etraflarına yüzlerce mürid topladılar. En küçüğü olan Hubbî Hoca’ya gelince, bu her gün atına binip dağlarda, kırlarda dolaşır, geyik avlar ve onları babasına getirirdi; bununla beraber Hakîm Ata, bu küçük oğlunun manen ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyordu.

Birgün garip bir vesile ile bu ciheti anladı: Ata’nın Cunuk vilayetinin Taradigan (……..) kasabasından Şeyh Sa’at adlı bir müridi vardı. Ata, onu çağırdı, o dakikada koşup geldi. Biraz sonra Hubbî Hoca’yı da çağırdı. Biraz geç geldi ve babasına adeti üzre bir geyik  getirdi. Oğlunun hemen gelmeyişi, babasının canını sıkmıştı. Bunu an layan Hubbî Hoca, gecikmesinin sebebini anlattı: “Muhit-denizi’nde iki gemi batıyordu, benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum için geç kaldım” dedi. Babası buna inanmadı. “Eğer inanmazsanız, tamam beş ay sonra buraya onbir altun şükrane getirecekler, o zaman görür sünüz!” cevabını verdi. Hakikaten de öyle oldu; o parayı getiren adamların hepsi, Hubbî Hoca’ya mürîd oldular. Hakîm Ata, artık oğlunun yüksek mertebesini anlamağa başlamıştı. Yine birgün oğlu, kendisine şu suali sordu : “Namazın sünnetini daima burada kılıyorsunuz, görü yorum; lakin onun farzını nerede kılıyorsunuz?” Babası, bu suale kar şılık, farzı da Ka’be’de kıldığını söyledi. “İyi amma,” dedi, “oraya kadar gitmek büyük bir zahmet Ka’be’yi buraya getirseniz olmaz mı?”. Hakîm Ata, kendisinde bu kadar kuvvet olmadığını i’tiraf etti; lakin ertesi gün oğlunun Kabe’yi Bakırgan’a getirdiğini görünce, birdenbire şaşırdı ve içine biraz kıskançlık düştü. Bir postta iki velînin duramıyacağı muhakkaktı. Birgün Hakim Ata, müridleri toplanıp dokuz öküz kestiler7, zikr ve sema’a meşgul oldular. Herkes çağırıldı, yalnız Hubbî Hoca çağrılmamıştı. Bu aralık tuttuğu geyiklerle avdan geldi; herkesin çağırılıp kendine haber verilmediğini görünce canı sıkıldı; babasından sebebini sordu. Sonra, kerametle, kesilen öküzleri tekrar diriltti. Bunu gören bütün halk ona mu’tekid oldular. Bunun üzerine babası onu çağırdı; bir yerde ikisinin beraber bulunamıyacağını söyledi. Bu sözün manasını pek iyi anlayan Hubbî Hoca, babasına, “Siz kalın!” dedi, çıktı, anasıyle vedalaştı. Kefenini giyip hücresinin ortasına gelip durdu. Anasına, kendisi için ağlamamasını ve babasının rızasını almasını söy ledi. Başını çekti, kaybolup gitti ve kefeni orada kaldı. Bu vak’a üzerine baba ana birçok ağlaştılar. Hakim Ata, oğlunun derdi ile birçok Hikmet’ler söyledi.

Oğluna karşı yaptığı bu hareket Tanrı nezdinde cezayı mucip oldu. Ona malum oldu ki, Hubbî Hoca eğer yaşasaydı, neslinden altmış velî gelecekti; madem ki bunlar dünyadan kesildi, bunun kefareti olarak üstünden kırk yıl su akacak ve günahı ancak bu suretle temizlenecekti. Hakikaten de öyle oldu. Vefatından sonra Amuderya, Bakırgan şehrini bastı, Hakim Ata’nın türbesi üstünden kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; fakat türbenin nerede olduğunu kimse bilmedi. Nihayet, Hakim Ata’nın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca adlı biri onun merkadini buldu, üstüne alî imaret yaptı. Her taraftan ziyarete koştular 8.

Hakim Ata’nın birçok halîfeleri arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend’de bulunurken, Şeyh’inin vefatını haber aldı ve derhal Harezm’e giderek kabrini ziyaret ve ailesini ta’ziyet etti. Arap Arslan Baba’nın evladından olduğu için siyah tenli, çirkin bir adamdı. Nikah için şer’an beklenilen müddet bittikten sonra, ölen şeyhin manevî işa retiyle, dul kalan zevcesi Anber Ana’yı istedi. Anber Ana her ne kadar varmak istemediyse de, nihayet Zengî Ata’nın gösterdiği bir keramet neticesinde razı olmağa mecburiyet gördü9. Zengî Ata, Taşkend dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi. Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve namazdan sonra cehri zikre başlardı. O zaman, an’aneye göre, bütün sığırlar otlamayı bırakırlar, etrafında halka teşkil ederek onu dinlerlerdi. Zengî Ata, birgün dağda çalılıklar arasmda koca bir yük dikenli çalı toplayıp evine götürmek üzre iple bağlıyordu; o aralık önüne dört genç adam çıktı. Selam verdiler, selamlarını aldı ve nereden gelip nereye gittiklerini sordu. Meğer onlar Buhara’da bir medresede tahsil ile meşgul iken Hak tarîkına sülûk niyyetine düşmüşler, şimdi kendilerini irşada muktedir bir şeyh arıyorlarmış. Zengî Ata onlara dedi ki : “Biraz durun, dünyanın dört tarafını koklayayım. Nerede kamil mürşid kokusu alırsam size bildireyim!”. Gençler sevinçle beklediler. Ata, yüzünü dört tarafa çevirerek kokladı ve sonunda : “Sizi kemale eriştirmeğe kadir benden başka kimse yoktur!” dedi.

Buhara’dan şeyh aramağa gelmiş olan bu dört genç, sonraları onun dört büyük halîfesi olan Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata, Bedr Ata idi. Zengî Ata’nın sözü üzerine bunlardan evvela Uzun Hasan ile Sadr ona mu’tekid oldular; bu sebeple, kemal mertebesine ilkönce onlar eriştiler. Seyyid Ahmed az-çok tahsil görmüş ve soyca muhterem olduğu halde, böyle bir siyah sığır çobanının kendini irşad etmeğe kalkmasını biraz garip gördü; fakat bu gurur onun yolunu kapadı, bütün mücahedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Anber Ana’ya yalvararak, bu hususta onun Zengî Ata nezdinde vasıta olmasını istedi. Anber Ana, yardımını va’detti ve ona dedi ki : “Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp Ata’nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çıktığı zaman seni o halde görüp acısın!”. Hakikaten, bu çok iyi kalbli kadın, Seyyid Ahmed’i niçin inayetine mazhar etmediğini sordu ve onun buna layık olduğunu o gece zevcine söyledi. Zengî Ata gülümseyerek, kendisini ilk gördüğü zaman Seyyid Ahmed’in kalbinde nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; lakin Anber Ana’nın şefaatına dayanarak onun o ilk kusurunu afvettiğini de ilave etti. Ertesi sabah seher zamanında Zengî Ata dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığım gördü. Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyid Ahmed yüzünü gözünü Şeyh’in ayağına sürerek af diledi. Zengî Ata buna karşı Ahmed’e o kadar iltifat etti ki, bütün maksudu o anda kendisine münkeşif oldu10.

Zengî Ata’nın üçüncü ve dördüncü halîfeleri olan Sadr Ata ile Bedr Ata’ya gelince, bunların isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Buhara’da bulundukları zaman aynı hücrede otu rurlar, aynı dersleri ta’kip ederler, biribirlerinden hiç ayrılmazlardı. Zengî Ata’ya mürîd olduktan sonra Sadreddin’in mertebesi yükseliyor, buna karşılık Bedreddin’inki daima iniyordu. Sonunda, Bedreddin bundan müteessir olarak ağlaya ağlaya Anber Ana’ya geldi ve halini anlattı. Anber Ana da, kocasının gönlü ferah bir zamanında Bedreddin’in üzüntüsünü izah etti. Zengî Ata gülerek dedi ki, “Benimle ilk defa görüştüğü zaman, Bedreddin, içinden, “bu deve dudaklı zencî haddinden fazla iddia eder”, diye düşündü. Şimdiye kadar feyz alamamasmın sebebi budur; lakin madem ki sen vasıta oluyorsun, ben de o kusurunu afvettim!” Hakikaten, ondan sonra bu iki arkadaşın sülukdaki seyirleri de biribirinden farksız oldu11. Hatırası Orta-Asya mutasavvıf şairleri tarafından asırlarca terennüm olunan12 bu meşhur Türk şeyhinin mezarı, Taşkend şehrinden sekiz mil uzakta Semerkand yolu üzerindedir13. Orta-Asya’nın büyük ve tanınmış mutasavvıfı Hoca Abdullah Ahrar, Zengî Ata hakkında büyük bir saygı besler ve kabrini her ziyaret ettiği zaman, içeriden Allah Allah avazesi işittiğini söylerdi14.

Yesevîye sülalesi, bilhassa Zengî Ata’nın iki mürîdinden, Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelir. Seyyid Ata, Anber Ana’nın vasıta olması ile, şeyhinin afvına mazhar olduktan sonra, manen çok ilerlemiş, çağdaşı olan Hoca Azîzan ile birçok mübahaselerde bulunmuştur. Menkabe kitaplarında birçok kerametleri zikredilen Seyyid Ata’nın en meşhur halîfesi Huzyanlı15 İsma’il Ata’dır. Halis bir Türk olan İsmail Ata, mollaların kendisine karşı olan taarruzlarına hiç ehemmiyet vermez, irşad vazifesini bırakmazdı16. Yalnız, Hoca Abdullah Taşkendî’nin cedd-i a’lası Hoca Muhammedü’n-Namî’nin kabri önünden geçerken -onun çok zaman önce vefat ettiğine ve bu yüzden hiçbir te’siri olamıyacağına ima ederek-, “Çürük saman bir işe yaramaz!” dediği için, birdenbire havadan gelen bir saman gözüne girmiş ve sonunda gözü zayi’ olmuştu17; bununla beraber, Hoca Abdullah, daima onun vasıflarından bahsederdi. İsmail Ata’nın oğlu İshak Hoca’ya gelince, İspîcab’da18 epeyi müddet halkı irşad ile meşgul olmuştur ve Türkler arasında şöhret kazanmış olan bu şeyhin bazı menkabeleri tesbit edilmiş ve meşhurdur19. Hoca Bahaüddin Nakşbend kendisinden biraz sonra meydana çıkmıştır; bununla beraber, Yesevî sülalesi asıl Sadr Ata halîfeleriyle şöhretini korudu. Sadr Ata’nın halîfesi Eymen Baba, onun halîfesi Şeyh Alî, onun halîfesi Mevdud Şeyh’dir ki, bu Mevdud Şeyh’in de başhca iki halîfesi meşhurdur : Hoca Abdullah çağdaşlarmdan Kemal Şeyh ile, Hoca’nın meydana çıktığı zamanda Taşkend ve Maveraü’n-nehr’de birçok müridleri olan ve sonraları Hoca ile mülakat da eden Hadım Şeyh.Reşahat sahibi Hadım Şeyh’in halîfesi Cemalü’ddin Buharî’den naklen, Şeyh’in birçok kudsi kelimatını zikrediyor20. Hadım Şeyh’den gelen Yesevîye silsilesi, Tibyan-ı Vesail’e göre şöyledir : Ha dım Şeyh, Şeyh Cemalü’ddin Buhârî, Şeyh Hudaydad Azizegî, Mevlana Kûh-i Zerrînî (Küh-Zerî), Şeyh Germînî, Muhammed Mü’min Semerkandî, Şeyh Ahond, Molla Hurd ‘Azîzan. Kemal Şeyh’den gelen silsileyi de yine aynı eser şu suretle kaydediyor : Kemal Şeyh İkanî. Şeyh ‘Alî Abâdî, Şeyh Şems Özkendî, Abdal Şeyh, Şeyh Abdü’1-Vasi’, H. 974 (M. 1566-67)’de Taşkend’de hayatta olan Şeyh Abdü’l-Müheymin; bununla beraber Hazini, Zengî Ata’dan gelen Yesevîye silsilesini bundan epeyice farklı olarak gösteriyor21.

 

 

  1. Yesevîye Âdâbı:

Bütün tarîkatlerde olduğu gibi, Yesevîye tarîkatinin de birtakım adabı vardır ki, esas hatları bakımından diğer tasavvuf mesleklerinden farksız olmakla beraber, teferruattaki hususiyyeti cihetinden tedkike değer. Yesevîye tarîkatine giren müridin riayete mecbur olduğu bir takım adâb vardır ki, bunlar on’a irca edilebilir : l) Hiç kimseyi şeyhinden efdal bilmemek ve ona mutlak surette teslîmiyyet göstermek lazımdır; çünkü mürşid huzurunda bütün gün türlü türlü yemekler yemek ve geceleri uyku ile geçirmek batın yolunu kapamaz; lakin şeyhinden ayrılıp kendi rızası ile sıyam ve kıyama kalkan, üryan ve giryan geçinen dervişin terakki yolu kapanır. 2) Mürid zekî ve müdrik olma­lıdır ki, şeyhin rumuz ve işarâtını anlayabilsin. 3) Şeyhin her türlü söz ve fiillerine razî ve itaat eder olmak lazımdır. 4) Şeyhin bütün hizmetlerinde ağır-canlı değil, çevik ve çalak olmalıdır ki, rızası hasıl olsun; çünkü Rızau’llah onun zımnındadır. 5) Sözünde sadık, va’dinde sağlam olmalıdır ki, şeyhin mizacı değişip, redde sebep olmasın ve hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, bu, hüsranı mucipdir. 6) Vefalı ve biat akdinde metin olmak gerekir. 7) Mürid, bütün mal ve mülkünü şeyhine dağıtmağa hazır olmalıdır. Batın gözü başka surette açılamaz. 8) Şeyhin sırlarını tutarak, bunların ifşasından sakınmalıdır. 9) Şeyhin bütün teklif, va’z ve nasihatlarını gözönüne alıp, hiçbir vakit ihmal ve kaça mak yoluna sapmamalıdır. 10) Visal-i ilahî için şeyh yolunda canını ve başını vermeğe hazır olmalı, dostuna dost, düşmanına düşman geçinmeli, gerekirse, şeyhin ihtiyacını yerine getirmek için, kendisini köle gibi sattırabilmelidir 22.

Tarikat şehristanının ahkamı altıdır : Ma’rifet-i Hak, sahavet-i mutlak, sıdk-ı muhakkak, yakîn-i müstağrak, tevekkül-i nzk-ı muallak, tefekkür-i müdekkak. Şeyhlik ve muktedalık erkanı da altıdır; ilm-i din-ü yakîn, hilm-i mübîn-i metîn, sabr-ı cemîl, rıza-yı Celîl, ihlas-ı halîl, kurb-i cezil23. Tarikatin vacipleri de şu altı şeydir : Taleb-i sahib-kemal ve tekarrüb-i Zü’1-Celal, şevk-i visal-i La-Yezal, havf-i mülk-i bî-zeval fi’l-eyyamı v’el-leyal, reca fi külli ahval, zikr ‘ale’d-devam, fikr-i tavassul-i Hayy-i Müte’al. Tarikatin sünnetleri yine altıdır : Ce maatla namaz, seherlerde uyanıklık, devam-ı vuzu’, huzur-ı bi’llah, zikr-i bi’llah, sulaha ve muktedaya itaat. Müstehapları da altıdır : Sürûr ve beşaşetle misafir gözetmek, kendi halince misafir kabul etmek, misafir nekadar fazla durursa ganimet bilmek, misafirliği uzatmak, misafir ne isterse yapmağa çalışmak, Ahmed Yesevî’ye ve şeyhe dua etmek. Tarikat adabı da kezalik altıdır : iki dizi üzerine çöküp tevazu’ ve edeble oturmak, kendisini herkesten alçak görmek, herkesi kendinden efdal görmek, cümle şeyhleri ve azizleri bilip karşılarında sakinâne durmak, şeyhler meclisinde destursuz lakırdı söylememek, kendi şeyhinin ve başka şeyhlerin velâyet sırlarını ve keramet rumuzlarını hatırasında saklamak 24.

Hoca Ahmed Yesevî’ye göre mübtediler mürûru, mutavassıtlar südûru ve müntehiler zuhuru dört şarta bağlıdır : Birincisi mekan, ikincisi zaman, üçüncüsü ihvan, dördüncüsü rabt-ı Sultan. Saliklerde tefrika-i hatır olmamak ve evrad ile meşgul bulunmak için evvela me kanın ma’mur olmağı lazımdır. Talipler arasında ve memleket içinde işsizlik ve ihmali gerektiren bir usanç olmaması için, zamanın ârızalarından mâsun olmak lazımdır. Bütün makamâtta ve halvet ve erba’înlerde şevki mucib olmak için, fakr-ü fenaya talib hakikî ihvan da bulun malıdır. Bunlardan sonra, Sultan’a bağlılık da lazımdır ki, Sultan’a bağlılık, irfan sahipleri arasında rüçhanı mucib olur26. Yesevîler’e göre, saliklerin tarîkının müntehası ve mücahidlerin merhalelerinin gayesi fakr yoludur. Hazini, bu yolun meşakkatlarini şu suretle anlatıyor : “Fakr yolunda 1â yu’ad vela yuhsâ seferler olur. Ol cümle seferlerden alem-i batın ve kişver-i gaybü’1-gayb içinde üçyüzaltmış derya ve kırkdört berzah ve perde ve hicablar açılır ve her berzah ve perde ve hicab tahtından ve zımnından ve zuhurundan kırkdört yol çıkar ve dokuz taht ve her taht üzre bir müstakil sultan-ı mütecemmil emrü ferman ve hükmeder. Çün ol taht-gah ve sultanlardan geçilse, iki azîm kapı ve refîü’1-bünyan bab-ı hümayun ve der-i meymun zuhur eder ve herbir kapı ve bâb-ı hümayûn ve der-i meymûn karşısında üç derya-yı mehîb ve ‘amik mevc urur. Bu kapı ve derya-yı mevvacdan ‘ubur olup geçilse, nagâh bir kubbe peyda olur ve altı yol ki onsekizbin alem, ol altı yolun başında mütahayyir ve mütegayyir ve muztar kalmışlar fakr ü fena ile. İş bu menâzil ve merâhil beyâbân-i fakr ü fena ki mehip ve acîbdir; muktedasız ve kılağuzsuz sülûk ve ‘ubur ve mürûr kılmak müteazzir ve muhaldir. Bu menâzili geçmeyince fakr idrak olunmaz 26.

Ahmed Yesevî’ye göre, hakikî bir sufînin riyazet ve mücahedeye alışması, yeme-içme ni’metinden, halvet ve şehvet ve işretten uzak kalması lazımdır; dünya alayişini bırakarak, teveccüh ve murakabeyi kendisine san’at kılmalıdır ki, halis sufî olabilsin; bu yüzden, Yesevîye tarîkatinde salikler için üç türlü mücahede ve riyazet ta’yin edilmiştir. Onlara göre, nafile orucu üçüncü güne varırsa, batından gubar ve zul met kalkar; beşinci güne varırsa, mugayyebât-ı cin ve ervah-ı tayyibe musahhar olur; altıncı güne varırsa, gönül deryalarının pınarları açılır ve akmağa başlar; eğer dokuzuncu güne varırsa, kalblerin ve kabirlerin keşfi hasıl olur; lakin bütün bu riyazet ve mücahedeler, şeyhin izin ve tensibiyle olmalıdır, öyle olmazsa, fayda değil, aksine mazarrat hasıl olur27.

Cevahirü’l-Ebrar’da Yesevîlik’in usul ve adâbı hakkında teferruata ait -fakat tarîkatin hususiyetlerini göstermek bakımından çok mühim- birtakım tafsilat daha vardır ki, onları umumî hatları ile naklediyoruz : “Yesevîye tarîkında her mülakatta selam verilirken sol elin arkası yere konularak, sağ eli kendi sırtında çenber yapmak adettir. Derviş, sol ayağını yere koyar, sol yüzünü de yere koyarak, sağ ayağını kurbanlık koyun gibi ökçeden uzatır. Tazarru’ ve inkısar ile Pîr’in huzurunda yüz teessürle kusurunu söyler. Nihayet Tekbîr ile Pîr yetişir ki, onun kur banlık koyun suret ve hey’etini (……….) [ölmeden önce öl mek] keyfiyetine eriştirir; nasıl ki şerî’at-i mutahhare’de büyükten küçüğe selam sünnettir, yoksa bunun aksi değil. Eğer Hazret-i Pîr, onun kusurunu söylemezse, cevap olarak kurban Tekbîrini tevfîr ederler. Dervişin, pirin Tekbir’i eda ni’metine teşekkür olarak, yine kusurlarının afvını eda ederken vasıflandırıldığı tarzda, sol eliyle çekilip gitmesi lazımdır; eğer elinde birşey varsa, niyaz ederek arzeder; eğer hazır birşey yoksa niyaz etmesi kafîdir. Batın yolunu feth için kusurlarının afvını dilemesi ve bu suretle, iktida ettiğinin karşısında niyaz etmesi kurb-i ilahî’yi mûcibtir. İktida ettiğinin, anun niyazına karşılık duası icabete makrûndur. Sûfî-i salik, taksir ve niyaz kapısında mukîm ve müstakim olmadıkça, icabet kapısı ve kurbet dergahı anun yüzüne açılmaz ve onun muradı yüz göstermez; nasıl ki, Ahmed Yesevî, “Niyaz yol açar” demiştir. Derviş teheccüd (gece vakti kılınan nafile) namazını kısa sureler okumak suretiyle kılmalıdır; zira uzun surelerle kılmak herkesin işi değil dir. Onaltı rek’at teheccüd namazını hususî adabiyle kıldıktan sonra, iki defa kelime-i temcîd ve üç defa salavat-ı hams okumalıdır. Bundan sonra hazin sesle ve tazarru’ ve teellümle yüzbir kerre estağfiru’llah ve beş kerre de “hasbi Rabbi Cellallah mafi kalbi Gayrullah” (…….)ve 5 kerre istiğfar, üç kerre kelime-i istiğfar, yüksek sesle ve kemal-i şiddetle yüzbir kelime-i Celal okunur. Sonra Zikr-i erre ile iştigal olunur. Bu zikri öyle kuvvet ve şiddetle eda etmelidir ki, derviş terlesin; zîra sûfilerin tahkikatına göre tarikat cünûbü ancak bu suretle tathîr edilebilir. Sonra eğer gecenin uzunluğu müsait ise, “Yasin, Müzzemmil, Suretü’l-A’la, Elem-neşrah, İnna enzelna, Liîlafi Kureyşinsureleri tilavet edilir. Seher zamanında Cenab-ı Hakk’a sûz-ü güdazla münacat makbûl-i ilahî olur. Salat-ı F’ecr’den sonra, yirmibeş Subhanallah, yirmibeş El-Hamdulillah, yirmibeş La-ilahe İlla’llah ve yirmibeş Allahu ekber tekrar olunur. Yüzbir İsm-i Celal çekilir ve aşk ve şevk ve heyecanla Zikr-i erre’ye devam olunur; zira Zikr-i erre mahv-ü fena îras ve fakr-ü baka ihdas eder. Bun dan sonra, hazz-ı nefs ile murakabe edilir ve kemal-i ta’zimle Yasin tilavet, olunur. Cenab-ı Hakk’a istiğfar edilir. Şeyhlerin ve aba ve ec dadın ruhlarına Fatiha okunur. Meclis ehli ile musafaha edilir. Hazret-i Enes’den rivayet edilen bir hadis-i şerif mealine göre, “Her kim sabah namazını cemaatla kılar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar zikr ile meşgul olur ve sonra yine iki rek’at kılarsa, bir hac ve tam ‘umre ecri gibi ecre mazhar olur”; bu sebeple, tesbih ve tehlil ve kıraat ve hatm ve dua ve musafahadan sonra, kemal-i niyaz ve tazarru’ ile iki rek’at İşra’ namazı kılınır. Her rek’atta, Fatiha’dan sonra beş Kulhüvallah okunur. Kul ya ve Kulhuvallah ile iki rek’at istihare namazı kılınır ve dört rek’at kuşluk namazının ilkinde Vedduha, ikincide Elemneşrahleke,üçüncü ve dördüncüde Mu’avvezeteyn okunur. Zuhr namazının dört rek’at sünnetinde dört Kul, ikindi namazının dört sünnetinde de -ilk rek’atta dört, ikincide üç, üçüncüde iki, dördüncüde bir olmak suretiyle- on Ve’l-‘asr okunur. Salatın edasından sonra tevazu ve tazarru ile yetmişbir Es-. tağfirullah, yüzbir İsm-i Celal çekilerek Zikr-i erre’ye iştigal olunur. Akşam olup ortalık kararınca, makberenin zulmet ve vahdeti hatırlanarak dua ve reca edilir. Vazife-i büzürgan olan beş malum Sûre, her beş vakit namazdan sonra tilavet edilmelidir; eğer bu müyesser olmazsa bir Fatiha ve Ayete’l-Kürsî ve üç İhlas suresi okumalıdır ki, rahmet ve mağfiret sebebi olsun. Mevlid gününe rastlayan Pazartesi günleri oruç tutmak mendub (makbul)’dür. ‘İbad a’malinin arz günü olan Perşenbe günleri oruç tutmak da makbuldür 28.

 

 

  1. Halvet;

Yeseviyye tarîkında “Halvet”in bilhassa ehemmiyyeti ve kendine mahsus adâbı vardır. Hoca Ahmed Yesevî’ye göre “Halvet” kelimesin deki harflerde birçok anlaşılması güç hikmetler mündemiçtir. Buradaki hı (.) halî’den, lam (.) leylden, vav (.) vuslat’tan, te (.) hidayetten alınmıştır. Halvet esnasında nefse ve şeytana ait hazlar yanıp mahvolur. Hak cezbelerinden nar ve nur zuhûra gelir; insanlık karanlıkları ve başka kederleri kalkar; batın tabakaları nurlanır ve temizlenir ve daha bunun gibi nice nice feyizler hasıl olur. Halvet ikidir ; Biri şeri’at halveti, diğeri tarikat halvetidir. Şerî’at halveti olmayınca ikincisi olmaz. Şerî’at halveti, bütün ayıp sayılan fiillerden ve meş’um sözlerden, başka nok sanlık ve günahlardan tamamıyle tevbe etmek esasına dayanır; böyle olmazsa, tarikat saliki halvetine layık olmaz. Bunun gibi oruç da, bütün uzuv ve duygu organlarının, şer’an yasak edilen v.b. şeylerden masun ve mahfuz kalması suretiyle olmalıdır. Tarikat halveti hakkında eski büyük mutasavvıfların birtakım görüş tarzları ve onlara göre konulmuş muhtelif erkan ve kaideler vardır29. Halvet-güzîn olacak salikin tabîatına göre o esnada nasıl hareket etmek lazım geleceğini, ancak mürşid-i kamil ta’yin edebilir; zira aksi takdirde mazarrat muhakkaktır.

Hazini, Yesevî tarîkatinde halvetin an’anevî şekillerini ve merasi mini şu suretle anlatıyor : Mürşidin muvafakati ile bir gün önce halvet tasfiyesi için oruçlu olmak gerektir. Halvet arefesinde sabah namazından sonra tesbih ve tehliller teksir ve zikr-i mülakkan ve vird-i murahhas irad olunur. Zikru’1lah edasından sonra saf bağlayıp kıbleye karşı yüksek sesle sekiz Tekbîr getirilir; bundan maksat, nefs-ü heva ordusuna karşı açılan harbin başlangıcında Cenab-ı Hak’tan yardım ve zafer dilemektir. O günün ikindi namazından sonra ma’bed ve halvethanenin delikleri, kapıları, bacaları kapatılır ki, halvete girecek müridin sülûkuna hava ve soğukluk bir zarar vermesin. Sonra mürîd, me’zun ve me’mur olduğu evrad ve istiğfar ve ezkar ile ta güneş batıncaya kadar Tanrı’ya yalvarmakla gözyaşı dökmekle iştigal eder. Namazdan sonra, yemek için el yıkanır; hizmet eden kimse, ibrik ile iftar için sıcak su getirir. Onunla iftar edilir ve artık su verilmez. Bundan sonra, Ahmed Yesevî’nin kerametleriyle bitmiş olan kara-darıdan halvet çorbası verilir; eğer bu bulunmazsa kızıl-darıdan da olabilir. Herkese bu çor badan ayrı ayrı verilir; bundan maksat kimsenin iştiraki olmamasını ve bu suretle feyz zuhuruna mani’ bir hal hasıl olmamasını te’mindir. Ondan sonra, harareti teskin için bir küçük karpuz veya bir miktar ayran verilebilir. Yemekten sonra Kur’an-ı Kerim’den bir sure veya birkaç ayet tilavet olunur. Ayak üzre saf saf durup yüksek sesle üç Tekbîr edilir; daha sonra, oturulup ta’zîm ve hürmetle gece yarısına kadar zikrullah’a iştigal olunur. Bu esnada dervişleri teşvik etmek, hararetlendirmek için Yesevîye şeyhlerinin Hikmet adı verilen ilahîleri hazin sesle ve telkinlerle-okunur 30. Bundan sonra, başka bir yerde başlar tıraş edilir. Ustura ve taş hazır olunca tekrar üç Tekbîr edilir. Tıraştan sonra halvethane içinde saf saf olup dört cihete karşı -önce kıbleden başlamak şartiyle- üç Tekbîr getirilir; bu bitince, bir halka teşkil edilip, zikre başlanır; bu, mum sönünceye kadar devam eder. O sönünce “kül feti ref ve kesafeti def için” birkaç saat istirahat edilir. O esnada nice hicablar kalkıp, ilahî nurlar inkişaf eder. Dervişler, rü’yalarını destur ile şeyhe söyleyip ta’bir ettirirler. Rü’ya eğer hayr ise niyaz etmekle, eğer şer ise Taksir demekle ref olur ve Allah’ın lütfu ile hayırlara döner. “Eğer niyazmendlik ve te’hir babında te’hir ve ihmal karşılarsa”, terak kiden kalıp tenezzül çekmesine delildir. Gece gündüz bu suretle halvet ve kırk gün tamam olur. Matbah hademeleri herkesten önce destur ile halvethaneden çıkarak kurbanlar keserler. Bu kurbanların kanlarını köpeklere vermeyip gömmek ve kemikleri saklamak adettir31.

Kesilen kurbanların boğazlarını kebap ederek soğuk su veya ay ranla halvet ehline verirler. O gece halvethanede kalınmaz; sair dostlar ve sofiler evlerinde dinlenilir. Sonra sabah namazında toplanıhp zikre dilir; üç Tekbîr ile hayr yad kılınıp niyaz olunur ve sonra herkes kalb rahatlığı ile evlerine dağılır, işte, Yesevîye tarîkatında pek meşhur olan halvet’in şekil ve mahiyeti budur 32.

 

 

  1. Zikr-î Erre :                        

Yesevîye tarîkatinin ve sülûkları Hoca Ahmed Yesevî’de nihayet bulan Türk mutasavvıflarının hususiyetlerinden biri de, Zikr-i Erre adı ile meşhur bir zikirdir. Zikredenin hançeresinden bıçkı sesine benzer birer ses çıktığı için, buna bu namı vermişlerdir. Menkabeye göre, Hızır Aleyhis-Selam birgün Ahmed Yesevî ile sohbet etmeğe gelmiş ve Hoca’yı her gün şen ve gönlü ferah bulurken, o defa sıkıntı ve üzüntü içinde görmüştü; hayret ve teaccüple sebebini sordu : “Bu alî hâllere ve makamlara erişmiş iken kederine sebep nedir?” dedi; Hoca o vakit şu cevabı verdi : “Rufeka ve fukaranın batınlarını kasavet kabzetmiş; izalesini imkansız gördüğüm için kederli ve sıkıntı içinde kalmışım”. O zaman Hızır Aleyhis-selam, “Ah, ah!” diye zikru’llah’a başladılar; o kasavet yok oldu ve bu zikr, emirleri ile, bütün silsilede vird oldu. İşte Yesevîye tarikatindeki Zikr-i .Erre’nin esas ve mahiyeti ve Yesevîlik’e girmesi, menkabeye göre, böyledir 33 ve esasen, Yesevîye tarîkati de Cehriye’dendir34.

Zikr-i erre’nin te’sir ve feyzine dair birçok rivayetler vardır : Tür kistanlı Şeyh Mevdud müridlerinden Şeyh Mahmud Halveti Zavrânî, Semerkand nahiyelerinden birinde Hoca Ubeydullah’a yakın bulunu yordu. Telkînat-ı cehriyyesinin velvelesi ve zikr-i erre’sinin gulgulesi, Hoca Ahrar’ın murakabe ve zikr-i hafiyyesine muarız olduğundan, bundan vaz geçmesi için mahsus mektup yazdı. Şeyh Mahmud, bu mek tubu alır almaz öpüp başına koydu ve ciğer-sûz bir ah çekerek, öyle bir zikr-i erre’ye ve telkînat-ı cehriyeye başladı ki, mektubu getiren adamla sair ihfa tarafdarları dehşet ve hayret içinde kaldılar. Hoca Ahrar, bu halden gücenip, ihya-yı leyl ve istihare ile onu tebdîle çalıştı; lakin bir türlü muktedir olamadı ve nihayet onun mağlup değil, galip olduğunu i’tiraf büyüklüğünü gösterdi. Görüşüp mahabbet ettiler; aralarında kuv vetli bir dostluk hasıl oldu 35. Reşahat’ta  etrâfıyle anlatıldığı gibi, Mevdud Şeyh’in ileri gelen halîfelerinden Kemal Şeyh, Şaş vilayetinde otururdu; Hoca Ubeydullah, Horasan’dan Taşkend’e geldiği zaman, onunla çok defa mülakatta bulunmuştu. Taşkend’de birgün Kemal Şeyh, Hoca’yı ziyarete geldiği zaman Hoca Ubeydullah kendisi için zikr-i erre etme sini recâ etti. Kemal Şeyh, müridlerine uyarak, yedi-sekiz kerre kuvvetle zikretti. O vakit Hoca Ubeydullah, “Yeter, gönlümüze dert sirayet eyledi!” diye bu zikrin feyizli te’sirini i’tiraf eyledi36.

Zikr-i minşarî adı da verilen bu zikr tarzı hakkında Şeyh Muhammed Gavs şu bilgiyi veriyor : Zikr-i minşarî’nin yolu, iki elini iki uyluğunun üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek “ha!” demeli; sonra nefesi göbek altından kımıldatarak medd ile ve başı, beli, sırtı müsavi gelecek surette şiddet ile “Hay!” demeli ve bu suretle tekrar edilmelidir. Bir marangoz, tahtanın üzerinden nasıl bıçkıyı çekerek seslendiriyorsa, zakir de kalbi düzelmek ve safa peyda etmek için zikri, levh-i kalb üzre çekmelidir. Bazı şeyhler zikr-i minşarî’yi “Hu, Hay!” sözleriyle ifa ederler; bazıları ise, “Allah” söziyle ifa ederler. Bu zikrin verimi, iktisab edenlere malum olacağı veçhile sayılamıyacak kadar çoktur27. Şeyh Salim ibn Ahmed Seyhan Bâ’alevî-i Hadramî’nin “zikr-i minşari”nin ifâ tarzı hakkında verdiği izahlar daha etraflı ve vazıhtır : Zikr-i minşarî beş suretle ifa edilir. Hepsinde de, zikreden kimse, karnını azıcık sıkarak nefesini göbeğinin altından yukarıya doğru çeker; sonra karnını azıcık gevşeterek ve nefesini göbeğine doğru uzatarak geriye verir. Bu cihet adeta, marangozun tahta üzerinde bıçkıyı uzatması ve çekmesi gibidir. Beş suretten birincisi: Zikreden kimse, iki dizinin üzerine oturur; ellerini iki uyluğunun üzerine koyar; nefesini göbeğinden damağına doğru çekmeğe başlar; “Ha!” der; sonra nefesini göbeğine doğru uzatarak başı, beli, sırtı müsavi olacak surette şiddetle aşağıya verir, “Hay!” der. Bu sadalar adeta bıçkıyı, marangozun tahta üzerinde ileri geri çektiği vakitte çıkan sesine benzer. “Hâ!” ile işaret, Ayet-i nefse; “Hay!” ile işaret,- Ayât-ı âfâka’dır; yahut aksinedir. Bu cihet birincide vücubun imkan üzre galebesine, yahut ikincide imkanın vücub üzerine galebesine göredir. İkinci suret: Nefesini çekerken “Hu!”, aşağı verirken “Hay!” demektir; yahut her ikisinde de “Allah” demektir. Üçüncü suret: Nefesini çekerken “Allah”, aşağıya verirken “Hu!” de mektir. Dördüncü suret : Her iki halde de “Hay!” demektir. Beşinci suret : Her iki halde de Daim, Kaim, Hâzır, Nâzır, Şâhid demektir. Bu zikrin faydaları çok olup Zekerîya Aleyhi’s-selam’dan menkuldür38.

 

 

  1. Yesevî’den Gelen Tarikatlar:

Sülûk silsilesi bakımından Hoca Ahmed Yesevî’ye mensup bulunan tarîkatler başlıca ikidir : Nakşbendîye, Bektaşîye. Bunlardan başka me sela İkanîye gibi birkaç tane küçük şu’be daha Ahmed Yesevî’den gel mekte ise de, hakikatte bunları ayn birer tarikat saymak doğru olamaz. Her büyük tarîkatte onun esas hatları dışına çıkmamak üzre, birtakım küçük kolların doğduğu görülür. Bu gibi kolların birçoğu, hatta layıkıyle tesbit bile olunamamıştır. Nakşbendîliğin, Ahmed Yesevî ile ala kalı sayılması tarîkatin pîri Hoca Bahâü’ddin Nakşbend lakabiyle tanınmış Muhammed b. Muhammedü’1-Buharî’nin, Yesevî şeyhlerinden “Kasam Şeyh” ve Halil Ata ilc bir müddet beraber bulunarak onlardan feyz almasından dolayıdır. Hoca Bahaü’ddin, ilk zamanlarında Emir Seyyid Kelal’ın işareti gereğince Kasam Şeyh yanına geldi; iki-üç aydan fazla orada bulundu; sonunda Şeyh, ona teşrif verdi ve “Benim dokuz oğlum vardır, sen onuncususun ve hepsine müreccahsın!” dedi. Bundan sonra Kasam Şeyh Nahşab’dan Buhara’ya geldikçe Hoca ona fevkal’ade riayet ederdi39.

Hoca Bahaü’ddin’in Yesevîlik’le ikinci bir alâkası da, yine Yesevî şeyhlerinden Halil Ata’dan nasib aldığından dolayıdır. Kendisi onunla konuşmasını bizzat şu suretle anlatıyor : İlk zamanlarımda rü’yamda Hakim Ata’nın beni bir dervişe ısmarladığını gördüm; saliha bir ceddem vardı, ona rü’yamı naklettim; Türk şeyhlerinden nasibim olduğu şeklinde ta’bir etti. Birgün, o rü’yamda gördüğüm dervişe Buhara pazarında rast geldim; lakin mülakat edemedim. Akşam evime birisi geldi. Derviş Halil denen o dervişin benimle görüşmek istediğini söyledi. Niyaz ve şevkla derhal meclisine vardım. Eski rü’yamı anlatmak iste dim; Türkçe olarak onun kendisine esasen malum bulunduğunu anlattı. Tesadüf, o dervişi Maveraü’nnehr’e hükümdar yaptı; Sultan Halil ünvanını aldı. Benimle o zamanda da mülakat etti ve şefkat gösterdi; gah lutf ve gah ‘unf ile bana tarikat adâbını öğretti. Altı sene kadar bu suretle yanında kaldım; feyz ile sülûkte çok terakki ettim. Halk arasında onun hizmetinde bulunurdum; yalnız iken mahrem-i hassı idim. Muahharen Sultan Halil’in saltanatı hâleldar oldu; bir lahzada o eski devletten eser kalmadı. Bunu görünce gönlüm dünya işinden tamamen soğudu. Buhara’ya gelip civar köylerden birinde sakin oldum40“.

Hakikatte, Hoca Bahaü’ddin Nakşbend’in manevî terbiyesi Hoca Abdü’l-Halık Gucduvanî’dendir; bu sebeple onu Hacegan silsilesinden addetmek hiç de yanlış sayılamaz; bu yüzden, Nakşbendîlik bir yandan Kasam Şeyh ve Halil Ata vasıtasıyle Yesevîlik te’sirinde kaldığı gibi, diğer yandan da Hoca Abdü’l-Halık Gucduvanî’nin, Ahmed Yesevî’den sonra Yusuf Hemedanî halîfesi olması itibarıyle de -tabii olarak- birçok cihetlerden Yesevîlik’le benzerlik gösterir. Hoca Bahaü’ddin’den sonra Nakşbendîlik, Maveraü’nnehr ve Horasan Türkleri arasında çok yayıl mış, Yesevîlik nüfuz sahasını bir bakımdan daraltmıştır; lakin Nakşbendîlik’in umumî hatları itibariyle Yesevîlik’ten pek farklı olmadığını ve Orta-Asya’da az zaman zarfında yayıldığını evvelce onun zemin hazırlamasına borçlu bulunduğunu da ilave etmeliyiz41.

Ahmed Yesevî’den gelen ikinci büyük bir tarikat da Bektaşîlik’tir. Hoca’nın menkabevî hayatından bahsederken, Bektaşî an’anesinde ona nasıl bir yer verilmiş olduğunu anlatmıştık (§ 14. Bektaşî An’anesi). Bazı silsilenamelerde Hacı Bektaş Velî’nin tarikat silsilesi başka başka şekillerde gösterilmekle beraber, hakikatte bütün bunların hiçbir tarihî kıymeti olamaz; çünkü, yukarıda Aşık Paşazade’ye dayanarak anlattığımız gibi. Hacı Bektaş, Osmanlıların kuruluşundan önce Anadolu’ya gelip yerleşmiş meczup bir dervişti ve hiçbir veçhile bir tarikat kurmamıştı; esasen şahsiyeti de, böyle büyük bir tarîk kurabilmesine mani’ idi. Anadolu Türkleri arasmda VII. yüzyıldan başlayarak VIII. – IX., hatta X. yüzyıllarda şiddetle devam eden dinî kaynaşmalar ara sında, başka birçok çeşitli mahiyette mezheb ve tarîkatler gibi Bektaşî tarîkati de -daha önce değilse bile herhalde- IX. yüzyılın ilk senelerinde layıkıyle teşekkül etmiş ve kendisine Pîr olarak da -VII. yüzyıl dan beri tarihi mahiyeti unutularak halk arasında menkabeleri teşekkül etmiş olan- Hacı Bektaş Velî’yi seçmiştir43. Hacı Bektaş Velî’nin, Yesevî müridlerinden olduğu hakkında menkabede mevcut rivayet, Osmanlıların teşekkülünden önce Anadolu’ya birçok Yesevî dervişlerinin gelmesi sebebiyle onun da bunlardan sayıldığı tarzında te’vil ve tefsir olunabileceği gibi, hakikaten Hacı Bektaş’ın Yesevî müridlerinden olmak ihtimali de vardır. Bu iki ihtimalden hangisi doğru olursa olsun, Bektaşî Tarîkati Hacı Bektaş’ın meydana koyduğu birşey olmadığı için, bu tarîkatin Yesevîlik’le alakasını gösteremez. Ayinlerinde Türkçe’nin            -Arapça ve Farsça yerine- tarikat lisanı olması, tıpkı Yesevîlerde ol duğu gibi halk vezni ve lisanıyle yazılmış sade Türkçe ilahîlerin aralarında pek çok tutunması gibi dış benzeyişlere rağmen, Bektaşîlik’le Yesevîlik arasında hiçbir hakikî bağ mevcut değildir; çünkü Bektaşî tarîkatinin daha ilk kuruluş anlarında bile ona intisab edenler bütün haram olan şeyleri mubah gören zındıklar gibi telakki edilmiş44, yahut Hurûfiyye taifesinden addolunmak suretiyle45 “hariç ez-şerî’at” sayılmıştır. Tarikatın daha ilk kuruluş zamanlarına ait olan bu hal, onun daha önce başka tarikatlar gibi şerî’at dairesi dahilinde bir tasavvuf mesleki iken, sonraları birtakım hurufîlerin ve mülhid ve zındıkların eline geçerek eski mahiyetini kaybettiği hakkında umumiyetle beslenen zannın tarihen yanlış olduğunu kuvvetlendiriyor.

Tibyan-ı Vesailü’1-Hakâyık yazarı, bu iki büyük tarîkatten başka Yesevîlik dallarından diğer iki tarikat daha gösteriyorsa da, hakikatte bunlar bir tarikat olmayıp, tarikat dahilinde bir koldan ibarettir. Bu iki koldan birincisi “İkaniye’dir ve Mevdud Ata halîfelerinden Şeyh Kemal İkanî’ye mensuptur46. Taşkend vilayetinde oturan bu şeyhi Hoca Abdullah, Horasan’dan Taşkend’e geldiği zaman tanıdı ve hakkında pek büyük saygı ve sevgi gösterdi; bu karşılıklı sevgi neticesi olarak daima biribirleriyle konuşurlardı. Kemal Şeyh’den gelen İkaniyyc sülalesini yukarıda gösterdiğimiz için burada tekrara lüzum görmüyoruz (§ 23 İlk Halîfeleri), ikinci kola gelince, Tibyan-ı Vesail, hatta bunun ismini bile zikretmiyerek, bunun Hadım Şeyh’den -yukarıda zikrettiğimiz bir silsile ile- Şeyh Hacegî-i Kaşanî halîfelerinden H. 975 (M. 1567-68)’de ölen Şeyh Ahund Molla Hired Azîzan’a eriştiğini bildirmekle yetiniyoruz.

 

  1. Netice:

Yesevîlik ve Hoca Ahmed Yesevi hakkında şimdiye kadar verilen tahlilî tafsilattan sonra, Orta-Asya Türk sûfiliğinin başlangıç ve mahi yeti ve başlıca esas hatları ve hususiyetleri hakkında terkibi bir fikir verebilmek mümkündür. Hakikaten, Ahmed Yesevî’nin Türk tarihindeki ehemmiyeti, yalnız beş-on parça, yahut birkaç cilt tasavvufî manzumeler yazmış eski bir şair olmasında değil, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmağa başladığı asırlarda, onlar arasında, ilk defa bir tasavvuf mesleki vücude getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş ol masındadır. Ondan önce Türkler arasında Tasavvuf mesleklerine girmiş adamlar yok değildi (§ 4 Türkistan’da Tasavvuf) lakin onlar, ya büyük İslam merkezlerinde Acem kültürünün te’siri ile acemleşmişler, yahud, yeni dinin umumîleşmesi için büyük Türk kitleleri arasına girerek orada unutulup gitmişlerdi; içlerinden hiçbiri, kendilerinden sonra da yaşayıp devam edebilecek kuvvetli birşey te’sisine muvaffak olamamıştı; halbuki Hoca Ahmed Yesevî kuvvetli şahsiyetiyle, Türkler arasında asırlarca yaşayan büyük bir tarikat kurdu ki, bu, bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş olan ilk tarîkattir. İşte, bundan dolayı Yesevîlik’i ve Ahmed Yesevi’yi tedkik etmekle, Türk tasavvufunun en eski ve en aslî bir kısmını açıklamış oluyoruz.

Yesevîlik, yani Türk sofîliği Acem kültürünün hüküm sürdüğü bir sahada ve büyük bir Acem mutasavvıfımn kuvvetli te’siri altında doğdu; lakin, ancak üç göbekten beri İslamiyet’i kabul etmiş Hemedanlı bir Mecusî ailesinin çocuğu olan Şeyh Yusuf Hemedanî, eski Hind ve İran akîdelerini İslamiyet esaslariyle te’lif ve te’vile çalışan o geniş ve serbest düşünceli Acem mutasavvıflarından değildi. Kelimenin bütün manasıyle, şer’î ilimlerde çok derinleşmiş bir Hadis alimi olduğu için, Kitab ve Sünnet’i herşeyin üstünde tutuyor ve te’vili, ancak şerî’atçıların kabul edebilecekleri daireden ileriye götürmüyordu 47. İşte, daha son raları Yesevîlik’te hakim olan esasları burada aramalıdır. Şeyh’inin fikirleriyle tamamen dolmuş ve esasen büyük bir alim olan Hoca Ahmed Yesevî, Yesi’ye döndüğü zaman, o fikirleri yaymağa ve telkîne çalıştı ve az zamanda büyük bir başarı kazandı. İslamiyet dairesine yeni giren ve felsefî fikirlerin inceliklerinden henüz birşey anlamayan basit ye sade bir çevrede, yine aynı mahiyette basit ve sade dinî ve ahlakî esasları telkin eden, daha doğrusu dinî ve ahlakî propaganda yapan bir tasavvuf meslekinin bu başarısı tabiî idi. Bilhassa Ahmed Yesevî, halka anladığı bir lisan ve alışmış olduğu edebî şekillerle hitabediyordu; bundan dolayı başarısı bir kat daha büyük oldu.

Yesevîlik hiçbir zaman ince ve derin bir “Panteizm” neşr ve telkînine çalışmamış olduğu gibi, onda, çeşitli kaynaklardan gelen çeşitli ‘akidelerin kaynaşmasından hasıl olma birtakım fikir ve telakkilere de rastlanamaz48. Kurucusunun şahsiyetinden başka, geliştiği sahanın manevî ve fikrî tarihi de, böyle birşeye hiç elverişli değildi. Eski bir din ve onun doğurduğu yüksek bir felsefe ile asırlarca alışkanlık hasıl eden, uzun müddet çeşitli medeniyetlerin med ve cezri altında kalarak onların manevî rüsûbiyle yakından alâkadar olan çevreler için mümkün ve hatta tabiî olan bu hal, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği asırdaki Türk çevresi için hemen hemen tamamiyle imkansızdır.

Türkler o zamana kadar Hind, Çin, İran, hatta bir dereceye kadar Hıristiyan fikir ve akîdesi ile temas etmiş olmakla beraber, onları kendilerine hiçbir suretle mal etmemişlerdi; kendilerine has olan eski iptidaî dinin basit telakkileri Türkleri tatmîne yetiyordu; bu yüzden, yeniden yeniye alışmağa başladıkları İslam esas akîdelerinin dışına çıkmak, o kadrodan taşmak için hiçbir ihtiyaç duymuyorlardı49. Ahmed Yesevî’nin irşad sesinin ilk aksettiği yer olan Seyhun sahasında eskiden birta kım Budist manastırları bulunması, Yesevîlik üzerinde ufak bir Hind te’siri bulunmasını bile intaç etmemiştir ve edemezdi50, yalnız, Ahmed Yesevî ve halîfeleri tarafından yayılan Yesevîlik esas telakkîlerinde değil, fakat halk arasmda yayılmış olan birtakım Yesevî menkabelerinde eski iptidaî dinin bazı izlerine rastlanıyor ki, bu da beşeriyetin dinî ge lişme tarihinde umumiyetle rast gelinen tabiî bir hadisedir51. Yesevîlikten epeyice zaman sonra kurulan ve yayılan ve onunla pek sıkı bağ lantıları, benzerlikleri bulunan Nakşbendîlik de, Yesevîlikle aynı esas vasıfları haizdir diyebiliriz 52.

Seydî Alî Reis’in ifadesi, XVI. asırda bu zikrettiğimiz yerlerden başka Harezm’de, Ejderhan’da, Batı İran’da Yesevî şeyhlerine rast landığını göstermektedir. Bunlara ilaveten esasen Hindli olup, Temeşvar’da Lippa kal’asında ölen Eş-Şeyhü’ş-şerîf Muhammedü’l-Hindî adlı bir Yesevî dervişinden bahsedeceğiz. Esasen Agralı olan bu Şeyh, Ataî’nin ifadesine göre, “Şeyh Hacı Bektaş hizmetinde inti’aş bulan Şeyh Rıza hulafâsından Ahmed Yesevî tarîkatında bir pir” imiş; Hüma yûn Şah’a vezir olarak onunla birlikte H. 960 (M. 1552-53)’da Şah Tahmasb yanına sığınmış, lakin Sünnîliği sezilip hayatının tehlikede olduğunu anlayınca Osmanlı memleketine kaçmış. Sultan Süleyman’ın ihsan ettiği yevmiye 120 akçe vazife ile dört sene İstanbul’da oturduktan sonra, Temeşvar’da Lippa kal’asına 20,000 akçe ze’ametle gidip oturmuş ve orada H. 974 (M. 1566-67)’de vefat etmiştir (Şakayık Zeyli, c. I., s. 191). Yukarıda, Evliya Çelebî’nin “Rum’daki Yesevî dervişleri” hak kında verdiği bilgi de, bu tarîkatin yayıldığı sahaları pek iyi gösterebilir.

Tarih bakımından Yesevîlik’in Orta-Asya’da gelişme ve yayılma sını pek açık bir surette ta’kib edebilmek mümkün değildir; lakin doğruya az çok yakın bir ihtimalle, buna dair bazı tafsilat verebiliriz. Mevcut vesikalardan çıkarılabildiğine göre, bu tarikat, önce Seyhun çevresinde Taşkend ve civarında tutunduktan sonra, Harezm civarına yayılmış, diğer taraftan Maveraü’nnehr’de kuvvetlenmeğe başlamıştır. Seyhun vadisinden ve Harezm’den kuzey batıya doğru Kıpçak havalisine yayı lan, müteferrik dervişleri vasıtasıyle Horasan, Azerbaycan, Anadolu bölgelerine kadar gelen bu tarîkatin tarihî gelişmesi hakkında, esasen yukarıda da mevcut menkabelerden istidlal suretiyle biraz tafsilat vermiştik (§ 16 Netice). Burada ilave olarak şunu söyliyelim ki, bilhassa Türklere mahsus sayabileceğimiz bu tarikat, Nakşbendîlik’in ortaya çıkmasına kadar Türk memleketlerinde umumiyetle hüküm sürmüş bulunuyordu; Nakşbendîlik’in ortaya çıkmasından sonra -Nakşbendîlik’in Yesevîlik’le alakası dolayisiyle Hoca Ahmed Yesevî’nin büyük şöhretine tabiî hiçbir halel gelmemekle beraber- bilhassa Maveraü’n-nehr Türkleri arasında Nakşbendîlik büyük bir yer kazandı ve bu tarikat Horasan ve Harezm’i de kapladı; lakin bu hal, Yesevîye şeyhlerinin Türk aleminin her tarafına yayılmalarına bir engel değildi; nitekim X. asırda Horasan’da Yesevî halîfelerine rastladığımız gibi63, yine aynı asırda Orta-Asya’nın çeşitli yerlerinde, hatta Kabil’de, Diyarbakır’da, Hicaz’da, İstanbul’da Yesevî şeyhlerine rastgeliyoruz 64, bununla beraber, artık o asırda Nakşbendî tarîkati Yesevilik’ten çok daha fazla bir ehemmiyeti haizdi65. Yalnız, Seyhun mıntıkası ile Kırgız-Kazak Bozkırları’nda Hoca Ahmed Yesevî’nin nüfuz ve ehemmiyeti hiçbir suretle eksilmedi ve hiçbir tarikat onun işgal ettiği yeri tutamadı. Kırgız-Kazaklar’ın bu büyük pîr hakkında asırlardan beri besledikleri sonsuz hürmet hissi ve takdis, yukarıda açıkladığımız gibi (22 § Bugünkü Yesi), herhangi bir velîye, bir mürşide karşı beslenen hürmet ve takdis hissinden daha başka bir mahiyette ve ondan çok daha kuvvetlidir. Herhalde, asırlar boyunca teşekkül etmiş, olan çeşitli tarikatlar arasında Türk hususiyetine en çok malik tarikat Yesevîlik’tir diyebiliriz66.

  1. 118

( Metinde yer alan ancak hacim kaygısı ile burada yer verilmeyen Dipnotlar için kitaba başvurulması önerilir.)

***********