Prof. Dr. İbrahim MARAŞ: İdil-Ural Türkleri’nde Kadınların Dinî ve Sosyal Durumu Üzerine

İdil-Ural Türkleri’nde

Kadınların Dinî ve Sosyal Durumu Üzerine

Tartışmalar*

Prof.  Dr. İbrahim MARAŞ**

  1. a) İdil-Ural’da Kadınlarla İlgili Çalışmalar

            Islahat hareketlerinin genelinde olduğu gibi Tatar ıslahcılarının da üzerinde durduğu önemli konulardan birisi, kadınların hukûkî ve içtimâî haklarının elde edilmesidir. Tatar ıslahcıları diğer meselelerde gösterdikleri yaklaşım tarzlarını bu meselede de ortaya koymuşlardır. Onlar, İslâm’ın getirdiği hak ve hürriyetleri, sonradan dinleşmiş veya din yerine kâim olmuş anlayışlardan ayrıştırmayı hedeflemişlerdir[1]. Genel yaklaşımlarının ve metodolojilerinin bir gereği olarak Kur’ân ve sünneti temel kaynak kabul eden Tatar ıslahçıları İslâm’ın kadınlara (ceditçilerin ve bölge halkının kullandıkları tabirle ‘hatın-kızlara’) verdiği hak ve hürriyetlerin, başta fıkıhçılar olmak üzere, Müslüman toplum tarafından ellerinden alındığını ispat etmeye çalışmışlardır.

            Gerçekten onları haklı kılacak gerekçeler de yok değildir. Özellikle o yıllarda, İslâm’a yapılan saldırıların en çok geldiği alanlardan birisi kadınlarla ilgili meselelerdir. Ancak dikkati çeken husus, yapılan saldırılarda âyet ve hadislerden daha çok, fıkıh ve fetva kitaplarının delil olarak kullanılmasıdır. Bunları delil olarak alan itirazcılar,  kadınların İslâm toplumunda, adeta, köle muamelesi gördüğünün üzerinde durmaktadırlar. Müslümanların hayatlarında yaşanan canlı birçok örnek de onları haklı kılmaktadır. Meselâ, Kazan’da 1910’da basılan Sovremennoe Pravavoe Polojenie Musulmanskoy Jenşçini(Günümüz Müslüman Kadınının Hukûkî Durumu ) adlı bir kitapta; nikah, talak, kadının nikah ve talaktan sonraki durumu…vb. temel konuların ele alındığı bilinmektedir. Merginânî’nin meşhur el-Hidâye ‘sini ve Taşkent ulemasının bir fetva mecmuasının kaynak olarak kullanıldığı kitapta İslâm’ın kadınların haklarını ellerinden aldığı, onları aşağıladığı ve köle gibi gördüğü iddia edilmektedir[2]. Buradan da anlaşılacağı gibi, İslâm’a getirilen bu eleştiride Kur’ân ve sünnete atıfta bulunulmamaktadır, halbuki İslâm’ın bu iki temel kaynağında hanımlar her türlü takdirin üzerinde tutulmuşlardır[3]. İşte bunu gözönünde bulunduran Tatar ceditçileri mevcut hayatta kadınların ellerinden alınan hakları tekrar onlara iade etme çabasına girmişlerdir.

            Kadınların hukûkî ve sosyal durumu ile ilgili meseleler Tatar toplumunun gündemine ilk olarak 1886’lı yıllardan itibaren edebî romanlarla, yani ceditçi edebiyatla girmeye başlamıştır. Tatar ceditçi edebiyâtının da başlangıcı sayılan Musa Akyiğit (Akyiğitzâde, ö. 1923)’in Hüsâmettin Molla (1886)’sı[4], Zâhir Bigi’nin Ulûf Yâki Güzel Kız Hatice (1887) ve Günâh-ı Kebâir (1890)[5] adlı romanları, Rızâeddin b. Fahreddin’in Selîme Yâki İffet (1899) ve Esmâ Yâki Amel ve Ceza (1903)[6] isimli denemeleri, Fatih Kerîmî (ö. 1937)’nin Mirza Kızı Fâtıma  (1901)[7] adlı romanı, Ayaz İshâkî (ö. 1954)’ninKelepuşçi Kız (1900), Oçraşu Yâki Gülizar (1903), Tilenci Kız (1907), Üç Hatın Bile Turmış (1908)[8]…vb. gibi romanları ve bilhassa Aliesgar Gafurov Çığtay (1867-1942)’ın, aynı zamanda el-Asru’l- Cedid ‘de de yayımlanan Tutam (1906)[9] adlı edebî eserlerinde, kısmen de olsa, kadınların hakları ve sosyal konumları ile uğradıkları bazı haksızlıklar konu edilmiştir. Bu edebî eserlerde kadın, bilgili, terbiyeli ve erkeklerle eşit bir konumda sunulmaya çalışılırken, onun toplum içindeki mevcut kötü durumu, zaman zaman aşırılıklara kaçılarak, anlatılmıştır.

            Yukarıda geçen edebî eserlerin dışında 1880’li yıllardan itibaren ilmî bazı eserlerde de kadınların hak ve hürriyetleri, taaddüd-i zevcât ve kadınların boşama haklarının mevcûdiyeti…vb. gibi konular ele alınmıştır. Bunlardan ilki Atâullah Bayezidov (ö. 1911)[10]‘un, Otnoşenie İslama k Nauk i k İnovertsam (İslâm’ın İlimlerle ve Diğer Dinlerle Münasebeti, St. Peterburg 1887 ) adlı Rusça eseridir. Daha çok Ruslara İslâm’ı anlatmak için müdâfaa niteliğinde yazılmış bir eserdir. Ceditçi ve kadimci hareket arasında kadimciliğe daha yakın bir çizgisi bulunan A. Bayezidov, bu eserinde kadın ve aile konusuna ayrı bir bölüm ayırarak, kadınların İslâm’la birlikte birçok hak ve hürriyete kavuştuğunu söylemektedir. A. Bayezidov’un en dikkat çekici görüşleri; tek kadınla evliliğin daha çok tavsiye edildiği, kadınların boşama haklarının bulunduğu ve gerektiğinde çalışabilecekleri şeklindeki, bilinen hususlardır[11]. Rızâeddin b. Fahreddin’in, bölge imamlarının 1896’da nikah ve talakla ilgili bir meseledeki görüşleri ile kendi değerlendirmelerine yer verdiği Mütâlaa (1903)[12] adlı çalışması ile Meşhur Hatınlar  (1904)[13] isimli tanınmış Müslüman kadınlarla ilgili tabakât niteliğindeki kitabı oldukça dikkate değerdir. R. Fahreddin, bu eserini; el-İhâta fi Ahbâri Gırnata (M. Lisanüddin b. el-Hatip), Tarihu İbn Haldun , Tarihu Devlet-i Âli Selçuk (el-Feth b. Ali el-Bendârî el-Isbahânî), Husnu’l-Muhazara fi Ahbâri Mısır ve’l-Kahire(Celaleddin Suyûti), Meşâhiru’n-Nisa (M. Zihni Efendi)…vb. birçok kaynaktan faydalanarak[14] yazmıştır.

            Kadınların hak ve hürriyetleri bir taraftan yukarıdaki eserlerde kısmen ele alınırken, diğer taraftan siyasi alanda, çok küçük de olsa, bazı gelişmeler yaşanmıştır. Bu mesele, geniş çapta, birinci defa, Rusya Müslümanlarının 1905’den itibaren girdiği bağımsızlık mücadelesinin ilk adımları olarak yaptıkları toplantılarda ele alınmıştır. Umum Rusya Müslümanlarının 13-23 Ocak 1906’da St. Petersburg’da ve 16-20 Ağustos’da Nijniy Novgorod’da yapılan toplantılarının sonucunda belirlenen Rusya Müslümanları İttifakı’nın Programı’nda kadınlara sadece seçme hakkının verildiği hususu, 18. maddeye ek olarak konulmuştur[15]. Ancak bu hususun dışında herhangi bir karar alınmamıştır. Aynı tarihlerden itibaren basılan risalelerde ve makalelerde kadınların hak ve hürriyetleri ve sosyal konumları hakkında ciddi görüşler serdedilmeye başlanmıştır.

            Kadınların hak ve hürriyetleri konusunda Tatar düşüncesini kısmen etkileyen kitaplardan biri Kasım Emin’in bu konuyla ilgili olarak yazdığı meşhur iki eserdir. Onun Tahrîrü’l-Mer’e ve el-Mer’etü’l-Cedîde adlı eserleri İdil-Ural bölgesinde okunmuş ve bir tanesi yazma halinde olmak üzere, iki defa tercüme edilmiştir. Ayrıca matbûat  sahifelerinde gerek bu eserin tercümesi, gerekse yazarı hakkında çeşitli yazılar yayımlanmıştır. Bölgede Kasım Emin hakkındaki ilk yazılar onun hal tercümesi konusundadır. Abdullah Battal (Taymas)’ın yazdığı bu makaleler Vakıt gazetesinde[16] yayımlanmıştır. Yine Abdullah Battal, ayrıca, Zâkir Kâdirî’nin tercümesini tenkit için Şûra ‘da bir kaç makale kaleme almış ve yine “Bizde Kasım Bek Emin”  başlıklı bir yazıyı Süyümbike  dergisinde[17] neşrettirmiştir. Kasım Emin’in eserlerinin ilk tercümesi Zâkir Kâdirî tarafından yapılarak; Tahrîrü’l-Mer’e Yahud Kadınlarnı Esâretten Azad İtüv (Kazan 1909) ve el-Mer’etü’l-Cedîde Yahud Yaña Kadın (Kazan trz.) isimleriyle basılmıştır. İkinci tercüme ise 1914-1916 yılları arasında Abdullah Bûbî tarafından, metin içine karışmış notlarla birlikte yapılmıştır.

            Kasım Emin’in fikirleri daha çok Abdullah Bûbî ve Zâkir Kâdirî’yi[18] etkilemiştir. Musa Carullah, Rızâeddin b. Fahreddin gibi ceditçilerin, Kasım Emin’i ve iki kitabını iyi tanıdıkları ve ondan övgüyle bahsettikleri malum olmasına rağmen, savundukları benzer fikirlerde ondan ne ölçüde istifade ettikleri bilinmemektedir. Öte yandan her iki ceditçinin görüşleri bazı hususlarda Kasım Emin’inkiyle benzerlik gösterse de, gerek bu meselelerin  detaylarında, gerekse diğer bazı meselelerde birçok farklılıklar arzettiği görülebilir. Bu fark özellikle, meseleleri âyet ve hadislerle delillendirme konusunda daha barizdir. Bu farktan, Musa Carullah’ın kendisi de bahsetmektedir[19].

  1. b) İslâm’da Kadınların Konumu

            Tatar ıslahcıları kadın meselesini, genel olarak, iki alanda değerlendirmişlerdir. Bunlardan birincisi; kadınların hak ve hürriyetleri ve bununla ilgili olarak toplum içindeki sosyal konumlarıdır. İkincisi ise; kadınların örtünmesi veya hicap meselesidir.

                        b.1. Hak ve Hürriyetler

            Hak ve hürriyetler konusu oldukça geniş bir sahayı içine almaktadır. İslâm hukukunun kadınlara verdiği temel hak ve hürriyetlerin yanında, onların sosyal hayattaki statüleri, cemaatle yapılan ibadetlere iştirakleri, eğitim ve terbiyeleri bu alan içinde değerlendirilmektedir. Bu alanda dikkati çeken ilk görüşler kadınların yaratılışı ile ilgili olarak Musa Carullah tarafından zikredilmiştir. Musa Carullah, Nisâ (4) sûresi 1. ayette zikredilen; “Allah sizi bir tek nefisten yarattı, eşini de ondan yarattı” buyruğu ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in; “…kadınlar eğe kemiğinden yaratıldılar…”[20] hadisinin âlimlerce yanlış anlaşıldığını iddia etmiştir. Carullah’a göre bu yanlış anlamalarda âlimlerin ilmî hatalarının yanında Yahudiliğin de etkisi vardır. Çünkü ona göre, âyette geçen ibarede kadının erkekten veya erkeğin eğe kemiğinden yaratılması anlamı yoktur, buradaki anlam; kadın ve erkeğin her ikisini de aynı nefisten yarattı demektir. Carullah âyete bu anlamı verirken, kendi metodolojisinin temel bir unsuru olan, Kur’ân örfünü de dikkate almaktadır.  Ona göre Rûm (30)-21, Enbiyâ (21)-37, Âl-i İmran (3)-164 ve Tevbe (9)-128. âyetlerde de benzer bir durum sözkonusudur. Carullah, bu âyete yanlış anlam verilmesinin bir sebebinin sahih hadis kitaplarında geçen sahih bir hadisin yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını da ileri sürmektedir[21].

            Carullah, Buhâri  ve Müslim ‘de geçen “…Kadınlara iyi davranışta bulununuz; zira onlar kaburgalardan yaratılmışlardır, kaburgalarda da en çarpık (eğri) yer yukarı kısmıdır. Eğer sen onu doğrultmaya yeltenirsen onu kırarsın. Olduğu gibi bırakırsan da çarpık kalır. Kadınlara karşı iyi davranınız” hadisinin ibarelerindeki benzeri bir yanlış anlamaya dikkat çekmekte ve hadiste ince bir mecaz bulunduğunu söylemektedir. Carullah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in burada, kadınların zarif ve nazenin varlıklar olduklarını, bu sebeple onlara güç ve kuvvetle muamelenin onları kıracağını vurguladığını zikretmekte ve bu sebepten hadisin, zahirî anlamıyla anlaşılamayacağını iddia etmektedir. Ona göre, buradaki mecaz, tıpkı; “insanlar aceleden yaratılmışlardır” Enbiya (21)-37, ve “Allah sizi zayıflıktan yarattı” Rum (30)-54 âyetlerindeki mecaz gibidir. Dolayısıyla Carullah’a göre, bu âyetler nasıl anlaşılıyorsa, hadis de o şekilde anlaşılmalıdır[22].

            Kadınların yaratılışı ile ilgili bu yeni fikir Musa Carullah’dan hemen sonra Rızâeddin Fahreddin idaresindeki Şûra dergisinde de ele alınmış ve dergi idaresi bu görüşleri içeren bir yazıyı Mısır’da yayımlanan Türk  gazetesinden iktibas ettiği[23] gibi, bu konu ile ilgili okuyucularından gelen sorulara Carullah’ın görüşleriyle aynı çizgide cevaplar vermiştir. Dergi idaresi, Nisâ (4)-1’de geçen ibarenin, kadının, Hz. Adem’in kendisi ile bir cinsten, yani aynı nefisten yaratılmış olduğu anlamını taşıdığını ifade ederken, yukarıda bahsedilen hadis metni ile ilgili olarak da, tıpkı Carullah gibi, hadisde mecaz ve kinaye olduğunu belirtmektedir. Şûra , burada, Carullah’tan farklı olarak, hadisin yine Buhâri  ve Müslim ‘de geçen bir başka rivayetini delil getirmekte ve bu rivayetteki, “kadın kaburga kemiği gibidir, düzeltmeye kalkarsan kırarsın…” ibarelerinden mecaz ve kinayenin daha açık bir şekilde anlaşılacağı görüşünü dile getirmektedir. Hatta, Şûra idaresi, kadının kaburga kemiğinden yaratılmasıyla ilgili görüşün tıbba da aykırı olduğu görüşünü seslendirmekte ve bu yanlış görüşün Tevrat’ın Tekvin bölümünün 2. Bab’ında(21-22. ayetler) yer aldığını, dolayısıyla Yahudilikten, geçtiğini öne sürmektedir[24]. Bu görüşleri, detaylı olmamakla birlikte, zikreden ve savunan bir başka ıslahcı yazar da Abdullah Bûbî’dir[25].

            Tatar ıslahcılarının aynı çerçeve içinde ele aldıkları diğer bir mesele kadınların toplum içindeki statüleri ve eğitimleridir. Onlar bu konuyu, kadınların temel hak ve hürriyetleri çerçevesinde değerlendirmektedirler. Bu konuya kitaplarında yer vermemesine karşılık, kendi kızlarına ilim ve dil öğrenmeyi tavsiye etmiş ve kızı Âliye’yi ilim sahibi bir hanım olarak yetiştirmiş olan Mercânî’nin[26] kadınların eğitim hakkını savunan ilk ıslahcı olduğu söylenebilir. Bu konuyu geniş bir şekilde değerlendiren ilk şahıslardan birisi ise Musa Carullah olmuştur. Carullah, İslâm’ın kadına verdiği hakların ulema ve toplum tarafından elinden alındığını ve adeta insanlık bakımından erkeklerden daha aşağı bir konuma itildiğini dile getirmektedir. Kadınların, gerçekte, hukûkî açıdan eşit olduklarını söyleyen Carullah, “medenî, içtimâî, edebî, siyasî ve dinî” hakların hepsinin hanımlar için de mevcut olduğunu zikretmektedir. Dolayısıyla Carullah, kadınların eğitim haklarına da atıfta bulunmakta ve İslâm dünyasının mevcut kötü durumunun en önemli sebeplerinden biri olarak, kadınların temel hak ve hürriyetlerden yoksunluğunu ve cahil bırakılmasını göstermektedir[27].

            Carullah, kadınların hukûkî eşitliğine velâyet bahsinden bir de delil getirmektedir. Ona göre, velâyette, esas olarak, ehliyet ve ehakkiyet (haketme)’e bakılmaktadır. Sadece ehliyeti ön plana çıkaranların kadınla erkek arasında hukûkî bir eşitsizlik varmış gibi gösterdiklerini söyleyen Carullah, İslâm hukukunda bazı hususlarda erkeğe öncelik tanınıyormuş gibi görülmesinin de ehliyetin değil “ehakkiyet” prensibinin dikkate alınmasından kaynaklandığını iddia etmektedir. Carullah, bu görüşden hareketle, erkeğin, hukûkî üstünlüğünün sözkonusu olmadığını, aksi takdirde çocuk terbiyesi ve hıdânede, ehakkiyet kadından yana olduğu için, kadının öncelikli olmasının da onun üstünlüğünü gündeme getirmeyeceğini savunmaktadır[28]. Dolayısıyla, ona göre, velayette de bir eşitlik sözkonusudur.

            Tatar ceditçiliğinin önemli isimlerinden Rızâeddin Fahreddin de, tıpkı Carullah gibi, kadınların haklarının ellerinden alındığından şikayet etmektedir. O, bir memleketin ıslah ve terakkisini kadınların eğitim ve terbiyesine bağlamaktadır. Geçmişteki ilim sahibi kadınlardan örnekler de veren R. Fahreddin, büyük müctehidlerin yetişmesinde de eğitimli ve terbiyeli kadınların fonksiyonunun bulunduğuna[29] işaret etmektedir. Rızâeddin b. Fahreddin, kadınların camilere, ilim meclislerine, okullara gitmelerinin, siyasi ve sosyal işlere karışmalarının İslâm hukukunun kendilerine verdiği en tabii haklar olduğunu söylemektedir. Bu hakların selef döneminde en iyi bir şekilde kullanıldığına işaret eden R. Fahreddin, selef döneminden sonra ibrenin tersine döndüğünü ve kadınların ikinci sınıf vatandaş konumuna itildiklerine dikkat çekmektedir. R. Fahreddin, kadınların, fitne bahanesiyle, camilere dahi gitmelerinin engellendiğini vurgularken, onların gerek camilere gidip vaaz ve nasihat dinlemelerinin, gerekse eğitim kurumlarında okuma yazma ve ilim öğrenmelerinin İslâm’ın temel emri olduğunu[30] dile getirmektedir.

            Rızâeddin b. Fahreddin’in en çok üzerinde durduğu hususlardan birisi kadınların eğitim ve ibadet haklarıdır. O, ısrarla, kadınları; okuma yazmadan, okullara ve mescidlere gitmekten menetmenin yanlışlığını vurgulamakta, hatta bu konuda hadisler zikretmektedir. Rasullah dönemini örnek gösteren R. Fahreddin, o dönemlerde kadınların; Cuma namazlarına, cemaat namazlarına, vaazlara, ilim meclislerine katıldıklarını ve hatta şüpheye düştükleri hususlarda cemaat içinde halifelere şüphelerini arzettiklerini, misâlleriyle anlatmaktadır[31]. Bununla ilgili olarak Buhârî, Müslim ve Ebû Davud ‘un zikrettiği “Allah’ın hatun kullarını Allah’ın mescidlerinden menetmeyiniz” hadisini[32] de delil getiren R. Fahreddin, sözkonusu hadisi, Cevâmiu’l-Kelim Şerhi ‘nde detaylı bir şekilde yorumlamaktadır.

            Allah’ın haram etmediği bir şeyin, zaten, Rasûlü tarafından haram edilemeyeceğini de belirten R. Fahreddin, İslâm’ın ilk dönemlerinde mevcut olan bu hak ve hürriyetlerin “fitne korkusu” bahanesiyle ortadan kaldırıldığını ifade etmektedir. Bu tedbirin, herhangi bir şer’î dayanağının bulunmadığını, bir ictihadla ortaya çıktığını, ancak bu ictihadın asırlar boyu devam ettirilmesinin yanlış olduğunu ileri süren R. Fahreddin, sözkonusu fikri savunanların getirdikleri delilleri de zikretmekte ve bunlara ayrı ayrı cevaplar vermektedir. Hatta o, İslâm tarihinde kadınların mescidlere gitmeleri ile ortaya çıkmış bir fitneye rastlanmadığını da ilave etmektedir[33].  Burada R. Fahreddin’in dikkati çektiği önemli bir husus da, kadınların bahsi geçen hak ve hürriyetlerinin ellerinden alınmasının getirdiği olumsuz sonuçlardır. O, kadınların bu yasağa maruz kalmalarının, din ve ahlâk ilminden, terbiyeden ve cemiyet adâbından uzak kalmalarına sebep olduğunu ifade ederken, ilginç bir iddiada bulunarak, kadınların “mescitlere gitmelerinde şayet fitne korkusu varsa, gitmemelerinde kesin fitne vardır”[34] demektedir.

  1. Fahreddin’in bu konuyu sık sık gündeme getirmesinin bir sebebi, aynı meselede Tatar toplumunda yaşanan sıkıntıdır.  İkinci bir sebebi de; kendisinin başında olduğu, Şûra  dergisine sık sık kadınların okuma yazma öğrenmemeleri ve mescidlere gitmemeleri gerektiği konusunda hadislerin bulunduğu ve bunun doğru olup olmadığı yönünde sorular gelmesidir. Bu sorulara, R. Fahreddin’in yukarıda zikredilen görüşleri çerçevesinde, bazen kısa, bazen uzun cevaplar verilmektedir. Şûra idaresinin verdiği cevaplarda, bahsedilen hadislerin sahih olmadığı gibi, bir haramlığın da kesinlikle mümkün bulunmadığının[35] altı çizilmektedir. R. Fahreddin, aynı meselelerden  veya buna delil olabilecek olaylardan Cevâmiu’l-Kelim Şerhi ‘nde de sık sık bahis açmaktadır[36].

            Kadınların mescitlere gitmeleri ve cemaatle namaz kılmaları meselesi Tatar kamuoyunda 1916’da tekrar alevlenmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, meşhur Akçurinlerden Meryem b. Temirpulat’ın Hac ziyaretinden sonra Ufa’daki Birinci Mescit’te çevresindeki kadınlarla cemaatle namaz kılmasıdır. Onun bu hareketi bölgedeki bazı kadimci ulemanın tepkisini çekmiş ve yeniden bir tartışmanın başlamasına sebep olmuştur[37]. Bu meseleyi dergisinin sayfalarında gündeme getiren Alimcan Barûdi, Meryem Hanım’ın tarafını tutarak kadınların mescitlere gitmelerinin ve cemaatle namaz kılmalarının önünde dini bir engel bulunmadığını ifade etmektedir. Barûdi, İslam’ın ilk asırlarında kadın ve erkeklerin birlikte mescide gittiklerine, ancak sonraki dönemlerde bunun hoş karşılanmadığına işaret etmektedir.

            Kadınların hak ve hürriyetleri konusunda,  diğer Tatar ceditçileri de hemen hemen Musa Carullah ve Rızâeddin b. Fahreddin’in görüşleriyle aynı çizgidedir. Bunlardan Abdullah Bûbî, Kasım Emin’in kitaplarında zikrettiği görüşleri tasvip ederken, diğer iki ceditçi gibi, Kur’ân ve sünnete ve selef dönemine atıfta bulunmaktadır. Onun görüşleri, esas olarak, toplumun yarısını teşkil eden ve çocukları terbiye eden hatunların başta eğitim hakları olmak üzere, İslâm’ın verdiği hak ve hürriyetlere kavuşmalarında düğümlenmektedir.

            Abdullah Bûbî’nin dikkati çeken görüşlerinden birisi, kadınların en tabii hak ve hürriyetlerinin kendilerine verilmediği veya bu konuda yeni tedbirler alınmadığı takdirde de bunun ya Rusya ya da Avrupa vasıtasıyla topluma sirayet edeceğini belirtmesidir. O, böyle bir durumda yabancı ahlâk ve adetlerin de girebileceği tehlikesine işaret etmektedir[38]. Esasında Bûbî, burada, toplum hayatındaki değişimin zorunluluğuna işaret etmektedir. Bûbî, zaman zaman Rusya’daki kadınların birtakım haklara ne zaman kavuştukları ile ilgili bilgiler vermekte ve hatunlar konusunda Tatar ceditçileri içinde Avrupa ve Rusya çizgisini taklid edenlerin bulunduğunu söylemektedir[39]. Abdullah Bûbî’nin dışında  Abdürreşid İbrahim, Zâkir Kâdirî ve genç ıslahçılardan Abdülhamit Müslimî ile Şah Kemal Sâlî, Rusya Müslümanlarının terakkisi için, kadınların hak ve hürriyetlerini yeniden almalarının şart olduğu üzerinde durmaktadırlar. Onlara göre sözkonusu hak ve hürriyetler için yeni kanunlar yapmaya gerek yoktur, bunlar dinin kendisinde mevcut olan haklardır[40].

            Kadınların hak ve hürriyetleri çerçevesinde birden fazla kadınla evlilik (taaddüd-i zevcât) meselesi üzerinde de kısaca durmak gereklidir. Bu konuda Tatar ceditçilerinin genel kanaatleri Kur’ân‘da geçen birden fazla kadınla evliliğin bir emir değil, sadece, zaruret anlarında başvurulması gereken bir husus olduğu şeklindedir. Ancak, onlar, bu durumlarda bile âyetin hem adaletle davranma şartını getirdiğini, hem de tek kadınla evliliği teşvik ettiğini[41] belirtmektedirler. Onlara göre, zaruretlerin olmadığı veya zaruretlerin mevcut olup da adalet şartının yerine getirilmesinden korkulan durumlarda birden fazla kadınla evlenmek uygun değildir. Bu görüşleri Abdullah Bûbî, R. Fahreddin gibi ceditçilerin yanında Musa Carullah da savunmuştur. Musa Carullah, Birinci Umûmî Rusya Müslümanları Kongresi’nde kadın haklarıyla ilgili bir rapor sunmuş ve bu raporda birden fazla kadınla evlenmenin yasaklanmasını da istemiştir[42].

                        b.2. Hicap

            Tatar ceditçileri arasında hicap kavramı hem yüz örtüsü, yani peçe anlamında hem de yüz haricindeki baş örtüsü anlamında kullanılmıştır. Kavramın bu geniş anlamından yola çıkan ceditçiler, İslâm’ın emrettiği “hicab”ın yüz örtüsünü içine almadığı konusunda hemfikirdirler[43]. Ceditçilerin en önemli isimlerinden Musa Carullah bu konuyu geniş bir şekilde izah etmektedir. Musa Carullah, hicap kavramının Arap dilindeki beş ayrı türüne işaret etmekte ve bunların isimlerini ayrı ayrı vermektedir. M. Carullah’a göre, hicap şu anlamlarda kullanılmaktadır:

  1. Yüzün tamamını örterse, “burku’“veya “kınâ’“,
  2. Bir göz açık kalacak şekilde örterse, “nikâb”,
  3. Gözler açıkta ve burun örtülü ise, “lifâm”,
  4. Hicap ağız üzerinde ise, “lisâm”,
  5. Yüzü hiç örtmüyorsa, “himâr”, “nasîf”, “mukanna’ (veya mikna’“, “cilbâb”, “mi’cer” veya “ridâ (milhafe ve mülâe de eş anlamlıdır)”. Burada beşinci kısımda geçen “himâr”ın, boyun ile başı örten şekline denildiği, “nasîf” ve “mukanna’“ın ise himârın biraz daha büyüğü olduğu ifade edilmektedir. Yine aynı kısımda geçen “cilbâb”ın, baş, boyun, omuzlar ve göğüsleri örtmek anlamında kullanıldığı, “ridâ” veya onunla eş anlamlı olan “milhafe” ve “mülâe”nin de bütün başı, boyunu, bedenin çoğunu örttüğü durumlarda kullanıldığı[44] belirtilmektedir.

            Hicabın çeşitli kullanımlarını dile getiren Carullah, bunların her birinin Araplar arasında eskiden beri mevcut olduğunu da eklemektedir. Carullah, bunların, dolayısıyla da yüz örtüsünün, hürlüğün ve şerefin bir göstergesi olarak ziynet şeklinde kullanıldığına ve önemli günlerde (ölüm, düğün…vb.) yüz örtüsünün terk edildiğine işaret ederek, Arap şiirinden buna delil getirmektedir[45]. Carullah, buradan hareketle,Kur’ân‘da iki tür hicabın bulunduğunu söylemektedir.

            Bunlardan ilkinin, yüz ve el dışındaki bir örtüyü emrettiğini, yüz örtüsünü şart kılmadığını söyleyen Carullah; Nur sûresi 31 ve Ahzab sûresi  59. âyetlerde geçen[46] “himâr” ve “cilbâb” kelimelerini buna delil olarak getirmektedir. İkincisinin ise, Ahzab sûresi 53. ayetteki[47] “hicab” olduğunu bunun ise bir çeşit “ihtiram hicabı” anlamına geldiğini iddia etmektedir. Carullah, bu âyette geçen “hicab”ın yüz örtüsünü emrettiğini söylemenin mümkün olmadığı aksi takdirde diğer iki âyetin mensuh olması gerekeceği görüşündedir. Ona göre bu âyet, kadınların “hukukları, hürmetleri ve şerefleri”ne riayet etmeyi, onlara ihtiram etmeyi anlatmakta ve bunun erkeklerin hicabı olduğuna işaret etmektedir[48].

            Dolayısıyla âyette geçen “hicap”, ona göre, beden ve yüzle ilgili şeklî bir örtüyü değil manevi bir örtüyü, yani saygınlığı ifade etmektedir. Burada Carullah, âyetin erkeklere hitap ettiği, yani onların hanımlara hürmet göstermelerini istediği görüşünü savunmaktadır. Onun şu ifadeleri bu görüşünü açıkça ortaya koymaktadır: “Hatunlarda yüz perdesi değil, belki şeref hicabı, iffet hicabı, namus perdesi, kibir ridâsı, edep libâsı, azamet sîmâsı bulunmak lazımdır. Şu faziletlerin birini hatun hâiz olur ise, yüz perdesi câiz olmaz, belki yüz açu farz olur. Çünkü yüz perdesi ahlâkın, edebin, aklın, ihtiyarın inhitâtına sebebdir”[49].

            Netice olarak söylemek gerekirse, Carullah’ın düşüncesinde hicap iki türlüdür. Bunlardan birincisi, baş ve boyunun örtüldüğü yüzlerin örtülmediği hicap, ikincisi de kadınların saygınlıklarıdır. O dönemde Araplarda mevcut olan yüz örtüsü ise, onun nazarında, âyette emredilmemiştir, ancak bu, tamamen neshedilmeyip; zamana, mekana, içtimâî şartlara, örf ve âdetlere[50] bırakılmıştır.

            Musa Carullah’ın hicap hakkındaki bu görüşleri, onunki kadar detaylı olmasa da Rızâeddin Fahreddin ve Muhammed Hanefî Muzaffer tarafından da savunulmaktadır. Rızâeddin Fahreddin de yüz örtüsünün İslâm’ın emri olmadığını, sonraki fakihlerin fitne korkusu bahanesiyle yüz örtüsünü dine soktuklarını ifade etmektedir. R. Fahreddin, ihramda iken kadınların yüzlerini örtmemelerini bu görüşüne delil olarak getirmektedir[51]. Muhammed Hanefî Muzaffer ise, Rızâeddin Fahreddin ile aynı konuya temas etmekte ve İslam’ın ilk dönemlerinde ne “fitne korkusu” ne de “zamanın bozulması” diye bir hususun söz konusu olduğunu belirtmektedir. Kadınların ilk dönemlerde misafir karşılamadan savaşa kadar her zaman toplumun içerisinde faal olarak yer aldığının üzerinde duran Muhammed Hanefî Muzaffer’in tek istediği Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemini örnek almaktır[52]. Hicabın İslâm’dan önce de var olduğu konusunda M. Carullah ve R. Fahreddin aynı görüştedir. Zâkir Kâdirî ve Âlimcan Barûdi ise peçe anlamındaki hicabın,  İslâm’dan önce olmadığını söylemektedir. Ancak her ikisi de bu görüşleri için tutarlı bir dayanak zikretmemektedirler[53]. Yine, el-Asru’l-Cedid ‘de çıkan bir makalede de yüz örtüsünün cahiliyette olmadığı[54] belirtilmektedir. Bu yazıda da herhangi bir delil zikredilmemektedir. Dolayısıyla Carullah ve Fahreddin bu konuda haklı gözükmektedir.

            Gerek Carullah, gerekse Fahreddin’in, hem hicap konusunda hem de genel olarak kadın hakları konusunda en çok başvurdukları kaynak Muhyiddin ibn Arabî’nin el-Futûhâtü’l-Mekkiyye ‘sidir. Her iki ceditçinin ıslahcı görüşlerinin genelinde olduğu gibi kadın meselesinde İbn Arabî’nin önemli tesiri vardır. Yukarıda bahsedildiği gibi[55], genç ceditçilerden Şah Kemal Sâlî’de de aynı şekilde İbn Arabî’nin etkisi görülmektedir.

            Tatar ceditçilerinin bu çabaları bazı olumlu sonuçlar verdiyse de, Bolşevik devrimi, uyanış hareketinin bütününe engel olmuştur. Sözünü ettiğimiz olumlu gelişmelerden ilki 24-27 Nisan 1917’de Kazan’da kadın kurultayının toplanmasıyla gerçekleşmiştir. Bu kurultayda kadınlar, ortaklaşa aldıkları 10 maddelik kararlar manzûmesinde, ana tema olarak, kadınların erkeklerle eşit olduğu ve taaddüd-i zevcâtın, insanlık ve adalete aykırı olduğundan, bitirilmesi gerektiği fikrine varmışlardır. Kadınlar, kendi seçtikleri temsilcilerle birlikte bu kararları 1-11 Mayıs 1917’de Moskova’da toplanan Umûm Rusya Müslümanları Kurultayı’na iletmişlerdir. Moskova’daki kurultayda kadınların temsilcisi olarak konuşan İlhamiye Hanım ve Fatma Hanım Kulahmet, bahsi edilen kararları kurultaya sunmuşlardır. Olumlu gelişmelerin ikinci önemli safhası Moskova toplantısıdır. Bu toplantının başkanlık divanında Selime Yakubova, 12 kişiden birisi olarak yer alırken ayrıca bir “hatun kız meselesi seksiyonu” oluşturulmuş ve toplantıda görüşülecek 14 önemli meseleden altıncısı kadınların hak ve hürriyetlerinin tartışılması olmuştur[56].

  1. c) 1917’deki Çabalar

            Moskova kurultayında kadın meselesindeki müzakerelere iki hanım temsilcinin raporlarının dışında, Musa Carullah da bir raporla katılarak kadınla erkeğin, İslâm nazarında, eşit haklara sahip olduğunu beyan etmiştir. Ancak onun raporu, kayda geçirilmediği için, kurultayın basılan tutanakları arasında yer almamıştır. Yapılan müzakereler oldukça tartışmalı bir ortamda geçmişse de kadınların kendi aralarında daha önceden yaptıkları kurultayın kararları, Musa Carullah’ın da özel çabasıyla, bu kongrede de aynen kabul edilmiştir.Kabul edilen kararlar arasında en dikkati çekenleri; kadın ve erkeğin, her türlü siyasal ve sosyal haklarda eşit kılınması, seçme ve seçilme hakkının verilmesi, kadının boşanma hakkının nikah defterine kaydedilmesi, 16 yaşından küçük kızlara nikah kıyılmasının engellenmesi ve taaddüd-i zevcâtın, insanlık ve adalete aykırı olduğundan, kesin olarak kaldırılmasıdır.  Bir gün sonraki oturumda, içlerinde Hasan Atâ Abeşî, Keşşaf Tercümânî gibi ceditçilerin de bulunduğu, tüm Rusya Müslümanları genelinden, iki yüzden fazla imamın imzasıyla, alınan kararlardan ikisi hakkında muhalefet şerhi konmuştur. İtiraz edilen iki madde ise; kadının siyasi ve sosyal haklardaki mutlak eşitliği ile taaddüd-i zevcâtın yasaklanmasıdır. Bu iki maddeyi kabul etmeyen muhalifler, maddelere şu düzeltmenin getirilmesini istemişlerdir: “Şeriatın sınırladığı hakların dışında kalan her sosyal ve siyasi haklarda kadın erkekle eşittir ve taaddüd-i zevcât hususundaki suistimal bitirilsin”[57].

            Muhalefet şerhine rağmen kabul edilmiş olan bu kararlar daha önceden Ocak ve Ağustos 1906’daki toplantılardan daha ileri bir merhaleye gidildiğini göstermiştir. Çünkü o yılki toplantıda, yukarıda konunun başında da bahsedildiği gibi, burada görüşülen hususların benzerleri görüşülmüş, ancak, kadınların sadece seçme hakkı kabul edilmişti. Üstelik 1917 Moskova toplantısında İslâm tarihinin ilk hanım kadısı olarak meşhur ceditçi Abdullah Bûbî’nin kızkardeşi Muhlise Hanım Bûbî (ö. 1937)[58] seçilmiştir[59]. Bu toplantı sırasında iki önemli ceditçi ismin, Keşşaf Tercümânî ile Hasan Atâ Abeşî’nin, kadın hakları ve taaddüd-i zevcât konusunda diğer ceditçilerden farklı görüşleri savunmalarının da özellikle altını çizmek gereklidir. Halbuki Hasan Atâ Abeşî, aynı toplantının ikinci oturumunda mollalar temsilcisi olarak yaptığı konuşmada, kadınların eğitim ve öğretim hakkından bahsederek, onların iffet ve namuslarının peçe altına veya evlere kapatılmalarında değil, sosyal hayata girmelerinde ve ilimle nurlanmalarında[60]olduğuna atıfta bulunmaktadır.

Hasan Atâ Abeşî ve Keşşaf Tercümânî, miras, şahitlik gibi hususları da içine alan mutlak eşitliğe ve âyette var olan birden fazla kadınla evlilikle ilgili hükmün yasaklanmasına karşı çıkmaktadırlar. Çünkü onlara göre Kur’an, birden fazla kadınla evliliği yasaklamamış, tek kadınla evliliği teşvik etmiş ve belirli şartlara bağlamıştır[61].

Bu meselede şu veya bu tarafın haklılığını ispatlamaya çalışmaktan çok her iki tarafın da kendi açılarından haklılığını vurgulamak gereklidir. Çünkü kabul edilen kararın metninde, çok kadınla evliliğin insanlığa ve adalete aykırı olduğu için kaldırılması istenmektedir. Böyle bir ifade, kanaatimizce, ceditçilerin taaddüd-i zevcât konusunda bölgede mevcut olan istismarın önünü sert bir geçici tedbirle almaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa onların âyeti gözardı etme veya tamamen hükmünü ortadan kaldırma gibi bir düşünceleri olmasa gerektir. Ancak kararı kabul edenlerin bu sert geçici tedbirleri ve kesin ifadeleri, kadınların daha çok istismar edildiği bir dönemde inen âyetin yumuşak ifadeleriyle çelişmektedir. Ayrıca ikinci bir hanımla evlenmeyi gerektirecek özel bazı zarûrî durumların, sadece savaş hallerinde kadınların dul kalmaları ile değil, hayatın her safhasında ortaya çıkabileceği unutulmamalıdır. Bu ise, Abeşî, Tercümânî ve maddeye itiraz eden diğer muhalifleri haklı kılmaktadır. Nitekim ceditçilerden bir başka isim Muhammed Hanefî Muzaffer, Moskova toplantısındaki muhalifleri muhatap alarak çok kadınla evliliğin bizzat kendisinin her zaman suistimale maruz olduğunu dile getirmekte ve alınan kararlara destek vermektedir. Bununla birlikte Kur’an’da zikredilen “adalet” şartının önemine dikkat çeken Muhammed Hanefî Muzaffer,  birden fazla kadınla evliliği tamamen ortadan kaldırmanın da mümkün olmadığını ifade etmektedir[62]. Hatta yukarıda çok kadınla evlilik bahsinde kısaca belirttiğimiz gibi, Abdullah Bûbî ve Rızâeddin Fahreddin de sözünü ettiğimiz zarûret durumlarına atıfta bulunmaktadılar.

            Hanımların hakları ile ilgili tartışmalar 18-27 Temmuz 1917’de Kazan’da toplanan Rusya Uleması Umûmî Nedvesi ‘nde de şiddetli bir şekilde tartışılmış, ancak bir sonuca bağlanamamıştır. Kazan’daki bu nedvede Moskova toplantısının bir benzeri yaşanmış konunun görüşülmesine kadar sakin geçen toplantı bir anda karışmış ve tartışmalı görüşmeler sonucunda çok açık kararlar alınamamıştır. Alınan kararlarda özellikle Moskova toplantısının verdiği bazı kararlar tashih edilmiş, bazıları da iptal edilmiştir. Buna göre, kadınların seçme ve seçilme hakları aynen kabul edilmiş, kadın ve erkeğin, her türlü siyasal ve sosyal haklarda eşit kılınmasıyla ilgili olarak alınan kararda, miras, şehadet ve talak gibi hususlar istisna tutulmuştur. Çok kadınla evliliğin kaldırılmasıyla ilgili karar ise iptal edilerek, gerekli şartlar oluştuğunda câiz olduğu ve ancak Kur’an’da emredildiği şekline, yani adalet şartına) uymanın da gerekli olduğu ifade edilmiştir[63]. Ancak esas problemin Kur’an’da geçen ifadelerin yorumunda çıktığı göz önünde bulundurulduğunda kararın çok açık olmadığı görülmektedir.

Toplantıyla ilgili bir yazı kaleme alan Keşşaf Tercümânî, Moskova toplantısındaki çekincelerini yine ifade etmekte ve Kazan’daki toplantıda birbirine zıt kararların kabul edildiğini belirtmektedir. Buna bir örnek olarak da çok kadınla evliliğin bitirilmesi kararının kabulüne rağmen Kazanlı Müslüman kadınların birden fazla kadınla evliliğe müsaade eden tasarısının da kabul edildiğine dikkat çekmektedir[64]. Keşşaf Tercümânî’nin verdiği bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Kazan’daki toplantıda açık bir karara varılamamıştır. Bu arada şunu da ifade etmek gerekir ki, kadınların seçme ve seçilmesi gibi tabii haklar hiçbir zaman tartışma konusu dahi olmamıştır. Belki de bu yüzden 30 Temmuz 1917’de Ufa’daki Mahkeme-i Şer’iyye umûmî bir duyuru yayımlayarak kadınların seçme ve seçilme haklarının İslam’ın doğuşu ile birlikte verildiğini bir kez daha ilan etmiştir. Duyuruya imza atanlar ise; geçici Müftü Salihcan Ormanov ile kadılar, Keşşaf Tercümânî, Hüccetülhakim Mahmudov, Ömer el-Karaşî ve Muhlise Bûbî’dir[65].

Kadın hakları ile ilgili meseleler, resmen açılan Tatar Millî Meclisi’nin çıkardığı kanunlarla, 20 Kasım 1917’den itibaren, yeni kurulacak olan Din İşleri Başkanlığı’na (eski adıyla Orenburg-Ufa Müftülüğü’ne) bırakılmıştır[66].

            Tatar ceditçilerinin kadın hakları konusundaki bu atılımları, maalesef, 1917 Bolşevik devriminden sonraki yıllarda sonuçsuz kalmıştır. Bunun temel sebebi Bolşevik devrimi ise de, mutaassıp mollaların tavırlarının ve hanım komisyonlarının Müslüman sosyalistlerle irtibatlandırılmasının da olumsuz etkisi olmuştur. Dolayısıyla, Nadir Devlet’in de belirttiği gibi[67] Moskova 1917 toplantısında alınan kararlar bir tavsiyeden öteye geçememiştir. Sonraki yıllara kalan tek olumlu miras, ilk hanım kadı seçilen Muhlise Bûbî’dir. Çünkü o, daha sonraki yıllarda bir kaç defa daha bu makama seçilmiştir[68].

[1]. Bu temel çizgi hemen hemen ıslahçıların tamamında görülmektedir, bkz. Musa Carullah, Uzun Günlerde Rûze, s. 24-25; Halk Nazarına , s. 72-76; Şeriat Esasları, s. 16-22, 39-40; Abdullah Bûbî, Kadınlar (Kasım Emin’in Tahrîrü’l-Mer’e ve el-Mer’etü’l-Cedîde isimli eserlerinin şerhli çevirisi), yazma, müellif nüshası, Kulca 1916,  KDÜK, No. 208 T., c. 1, vr. 132(a)-133(a).

[2]. Bkz. A. Mustafa, “Hazırgi Müslüman Hatınının Hukuk Cihetinden Tutkan Urnı”, Şûra 1912/5, s. 141-144.

[3]. İslâm’da kadınlara verilen haklarla ilgili olarak bkz. İslâmî Araştırmalar ‘ın kadın konusuna ayrılmış özel sayısı ve özellikle bu sayı içinde şu makaleler: H. Karaman, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi “, s. 284-291; S. Ateş, “İslâm’ın Kadına Getirdiği Haklar “, s. 320-327; N. Akkaya, “İslâm Hukukunda Kadının Siyasi Hakları, s. 236-250.

[4]. Bu romanın ceditçi edebiyatın ilk eseri olduğu konusunda bkz. Necip Asrî, “Hüsameddin Molla”, Ânğ, 1915/9-10, s. 23-24; Alimcan İbrahimov-Saylanma Eserler, c. 5, s. 290- 297, 340; Tatar Edebiyatı Tarihi, c.2, s. 291,293. M. Akyiğit’in eseri için bkz. Hüsameddin Molla, Kazan 1866, Üniv. Mat.

[5]. Bkz. Zâhir Bigi, Ulûf Yâki Güzel Kız Hatice, Kazan 1887, Vyeçeslav Mat.; Günâh-ı Kebâir, Kazan 1890, Vyeçeslav Mat.

[6]. Bkz. R. Fahreddin (Gâfil b. Abdullah müstear adıyla), Selîme Yâki İffet, Kazan 1899; Esmâ Yâki Amel ve Ceza, Orenburg 1903, M.F.G. Kerimov Mat.

[7]. Fatih Kerîmi, Mirza Kızı Fâtıma.

[8]. Bkz. Ayaz İshâkî, Kelepuşçi Kız, Kazan 1900, Muhammedcan Kerimov ve Biraderleri Mat.; Oçraşu Yâki Gülizar, Orenburg 1903, M. Fatih Gilman Kerimov Mat.; Tilenci Kız, Kazan 1907, Şark Mat.; Üç Hatın Bilen Tormış, Kazan 1908.

[9]. Aliesgar Gafurov Çığtay, “Tutam Risâlesi”, el-Asru’l-Cedid, 1906/6, s. 330, 335, 1906/8, s. 418-419.

[10]. Atâullah Bayezidov, 1846’da Kasım şehrine bağlı Timnikov köyünde doğdu. yakın köylerden Çutay’da Damolla Şehâbeddin Hazret Medresesi’nde okudu. Tahsilinden sonra yine bu medresede 4-5 yıl dersler verdi. 1871’de St. Peterburg’da Kasım Tatarlarının bir mahalle oluşturarak onu imamlığa çağırmaları üzerine St. Peterburg’a geldi. Bu şehirde Rusça öğrenip Rusların meşhur edip ve yazarlarıyla dostluklar kuran A. Bayezidov, ahudluk rütbesi aldıktan sonra çeşitli dergi ve gazetelerde Rusça makaleler yazarak müslümanları müdafaa etti. Bunlardan en önemlileri yukarıda bahsedilen iki risalesi ile Peterburgskiy Vedomosti  gazetesinde (1891, No. 92 ve 213) Rusya’nın, müslümanlar içerisinde Türkiye ve Mısır kaynaklı kitaplar aleyhindeki kampanyasına karşı yazdığı, “B Zaştitu Tatarskoy Literaturı ot Tsenzurı” isimli Rusça makalesi ile İslam i Progress (İslâm ve Terakki)(St. Peterburg 1898) adlı Rusça eseridir. Bu makale ve risâleleriyle kısa zamanda meşhur olan A. Bayezidov, hükümet mekteplerinin bir kısmında dersler de vermeye başladı. 1906’da St. Peterburg’da bir cami yapılmasına vesile oldu. 1880’li yılların sonlarından itibaren bir gazete çıkarmayı düşündüyse de bu hayaline ancak 1905’de ulaştı. 1905’de ilk Tatar gazetesi olan Nur ‘ u çıkardı. Bayezidov, Rusya müslümanlarının terbiye ve maarif yönünden geri kaldığının şuurunda olan bir kişi idi. Bu yüzden Tatarların kendi içlerindeki ihtilâfı bırakıp terakki ve temeddünle meşgul olmasını isterdi. 1909’dan sonra rahatsızlanan Bayezidov, 22 Nisan 1911’de vefat etti, bkz. “Ahund Atâullah Hazret Bayezidov’un Tercüme-i Hâli”, Nur, No. 23, 1 Haziran 1911, s. 1-2;  “Atâullah Ahund Hazret” (Akrabalarından birinin yazdığı hal tercümesi), Şûra 1911/10, s. 292-294.

[11]. A. Bayezidov’un bu Rusça eseri, Renan’a Reddiye (Vozrajenie na Reç Ernesta Renana, İslam i Nauka, St. Peterburg 1883) adlı eseri ile birlikte,  Tercümân-ı Hakikat  yazarı Ahmed Cevdet ve müsteşrik Madam Olga Lebedova (Gülnar Hanım) tarafından Türkçeye çevrilerek Tercümân-ı Hakikat ‘te yayımlanmış, daha sonra da, ayrı bir risâle olarak basılmıştır (1308/1891). Bu eser, latin harfleriyle günümüzde tekrar yayımlanmıştır, bkz. İslâm ve Medeniyet, sad. İbrahim Ural, Ank. 1993.

[12]. Bkz. Fahreddin, Mütâlaa (İdâre-i İslâmiye-i Orenburgiyye Üzerine Alimlerimiz Tarafından Nikah Hususunda Yazılan Efkârların Hulâsası), Orenburg 1903, M.F. Gilman Kerimov Mat.

[13]. R. Fahreddin, Meşhur Hatınlar, Orenburg 1904, M. Fatih Gılman Kerimov Mat., 446 s. ( Bu eserin başlığının altında şu ibareler geçmektedir: “ İslâm eserlerinde ve ehl-i İslâm arasında meşhur olan, uşandak ilim yâki mal ile kendi milletimize köp mi az mı hizmet gösteren hatnnların tercüme-i halleri beyan idilen bir kitaptır”. Eserin başında kadınlar hakkında yazılmış olan 43 eserin ismi verilmektedir. Sonunda ise İbn Hacer el-Askalânî ile İmam Suyûti’nin tercüme-i halleri ile ilgili bilgiler, Peygamberimiz (s.a.v.)’in kızları, hanımları ve halalarının isimleri bulunmaktadır. Ayrıca bazı sınıflamalara gidilerek; edip, müderris, muhaddis, fakih, mutasavvıf, bahadır, padişah, müellif, zâhid, vâiz…vb. meşhur hanımların isimleriyle ilgili bir fihrist yer almaktadır).

[14]. Bu kaynaklarla ilgili bilgi için bkz. R. Fahreddin, a.g.e., s. 3-7.

[15]. Bkz. Ağustos 1906 Nijniy Novgorod Protokolleri, s. 6; Musa Carullah, Islahat Esasları, s. 224, 234 (Carullah, bu eserinde, sözkonusu toplantıda kadınların erkeklere müsavi olup olmadıkları meselesinin de tartışılmasına rağmen bir netice alınamadığını söylemektedir).

[16]. Bkz. A. Battal, makalelerinin Vakıt gazetesinin 1908 yılına ait; 318, 319, 320 ve 322. sayılarında yayımlandığını ifade etmektedir (Bkz. A. Battal, “Bizde Kasım Bek Emin”, Süyümbike 1915/19, s. 1-5.

[17]. A. Battal, a.g.m., Süyümbike 1915/19, s. 1-5.

[18]. Bkz. A. Bûbî, a.g.y.; Z. Kâdirî, Kasım Emin’den tercüme ettiği her iki kitabın başına yazdığı önsözler, Tahrîrü’l-Mer’e Yahud Kadınlarnı Esaretten Azâd İtü, Kazan 1909, s. III-VI; el-Mer’etü’l-Cedîde Yahud Yaña Kadın, Kazan trz.,  s. III-IV.

[19]. Bkz. Musa Carullah, Kur’ân-ı Kerim Âyet-i Kerimelerinin Nurları Huzurunda Hatın , Berlin 1933, s. 8; A. Battal, R. Fahreddin’in de K. Emin hakkında çok olumlu şeyler söylediğini ifade etmektedir, bkz. A. Battal, a.g.m., Süyümbike1915/19, s. 3-5.

[20]. Buhâri, Nikah, 80; Müslim, Radâ, 61; Dârimî, Nikah, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned-III, 497.

[21]. M. Carullah, Uzun Günlerde Rûze, s. 23-27; Kavâid-i Fıkhıyye, s. 210-211.

[22]. Aynı yer.

[23]. Yazarı belli olmayan bu yazı için bkz. “Din mi Hurâfât mı?” (Derginin, “Müslümanlarnın Rûhani Hastalıkları ve Anın Sebepleri-II” başlığı altında açtığı köşede yayımlanmıştır), Şûra 1912/21, s. 650-651.

[24]. Bkz. “Murâsele ve Muhâbere”, Şûra 1912/9, s. 279; “Murâsele ve Muhâbere”  Şûra 1912/23, s. 730-731; “Murâsele ve Muhâbere”, Şûra 1915/6, s. 188-189 (Burada Araf/173. âyette geçen ibarelerin, Hz. Adem’in kaburgasından bütün zürriyetleri çıkardı anlamına gelmeyeceğine işaret edilmektedir); Şûra idaresinin zikrettiği Tevrat’ın Tekvin bölümünde geçen (2/21-22) ibareler aynen şöyledir: “Ve Rab Allah adamın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapladı; ve Rab Allah, adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi”, Kitab-ı Mukaddes, İst. 1988, s. 2.

[25]. A. Bûbî, a.g.y., vr. 170(a).

[26]. Bkz. Ş. Şeref, a.g.m., Mercânî mec., s. 119; Yakup Halîlî, “Şehâbeddin Mercânî Hazretleri”; A. M. Çığtay, “Şehâbeddin Mercânî Hakkında Fikirler”; Şerif Hüseyinov, “Şihâb Hazret”, Süyümbike 1915/6, s. 6-7; 15-19; 20-23(Bu üç makale de Süyümbike dergisinin Ş. Mercânî’nin anısına çıkardığı özel sayı içinde yer almıştır).

[27]. M. Carullah, Şeriat Esasları, s. 40; Halk Nazarına, s. 72-73; Mülâhaza, s. 42-44; Uzun Günlerde Rûze, s. 203-204.

[28]. M. Bigiyef, “Balalar Terbiyesi Analarga”, Ülfet, 1906/4, s. 6-8.

[29]. R. Fahreddin, Meşhur Hatınlar, s. 412-417.

[30]. Bkz. R. Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 158-164; Cevâmiu’l-Kelim Şerhi, s. 295-297.

[31]. Bkz. R. Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 161-163; Cevâmiu’l-Kelim Şerhi, s. 334-344; R. Fahreddin geniş bir şekilde yorumladığı bu bahsi, adı geçen bu kitabı basıldığı sıralarda, Şûra ‘da da yayımlamıştır, bkz. Fahreddin, “Hatınların Mescidlerge Yürüvleri”, Şûra 1916/21-22, s. 501-504, 524-526. R. Fahreddin, Cevâmiu’l-Kelim Şerhi ‘nden Şûra‘ya iktibas ettiği bu makalenin sonunda Hacıtarhan (Astrahan)’dan Salih Abdülhalikoğlu Âlimbekov isimli bir âlimin aynı konudaki görüşlerine yer vermektedir. bu âlimin görüşleri de hemen hemen onunki ile aynıdır, bkz. Şûra 1916/22, s. 526.

[32]. Buhâri, Cuma 13;; Müslim, Salat, 136; Ebû Davud, Salat 52; R. Fahreddin, Cevâmiu’l-Kelim Şerhi, s. 334-344.

[33]. R. Fahreddin, Cevâmiu’l-Kelim Şerhi, s. 336-343; a.g.m., Şûra 1916/21-22, s. 502-503, 524-525.

[34]. Aynı Yer.

[35]. Bkz. “Murâsele ve Muhâbere”, Şûra 1911/23, s. 733; Şûra 1913/5, s. 153-155; Şûra 1915/1, s. 125; Şûra 1915/6, s. 186-188.

[36]. Bkz. R. Fahreddin, a.g.e., s. 173, 441-442, 115-116, 166-169.

[37] . Bkz. Alimcan Barûdi, “Hatunlarda Mescit Namazı”, ed-Din ve’l-Edeb 1916/13, s. 357-361. Barûdi’nin bu yazısında dönemin kadimci yayım organı Din ve Maişet’te yer alan tepkilere cevap olarak Hasan Akçurin’in Din ve Maişetredaktörüne yazdığı mektuba da yer verilmektedir.

[38]. Abdullah Bûbî, Kadınlar, yazma, vr. 132(a)-133(a).

[39]. A. Bûbî, a.g.y., vr. 895b)-90(a), 108(b)-111(b), 127(b)-129(b), 161(a), 198(a)-198(b), 205(a)-206(a), 209(a)-211(a).

[40]. Bkz. Abdürreşid İbrahim, Mir’ât Yâki Közgi, 2. cüz, St. Peterburg 1900, İ. M. Boraganskiy Mat., s. 14-22; Zâkir Kâdirî, Kızlar Dünyası, Kazan 1911, V. Z. Yeremiyev-A. Şaşabrin Mat., s. 2-34; Z. Kâdirî, Hatın Kız Meselesi, Ufa 1915, Turmış Mat., s. 24-29, 38-48; Abdülhamit Müslimî, “Hürriyet”, Süyümbike 1914/3, s. 10-12; 1914/4, s. 17-19; 1915/9, s. 16-19; Şah Kemal Sâlî, “İslâm Nazarında Hatın Kız I-IV”, Şûra 1916/5-6-7, s. 118-119, 142-143, 171-174 (Şah Kemal Sâlî,Şûra ‘da kaleme aldığı makalesinde hanımların önüne çıkarılan yasaklarda kullanılan “fitne korkusu” gibi hususların âyetlerin ve hadislerin esas anlamlarını sınırlayamayacağını söylemekte ve  havf-i fitne konusunda Muhyiddin İbn Arabî’nin fakihlere getirdiği tenkitlerinde haklı olduğunu ifade etmektedir. Avrupalıların kadın konusunda müslümanlara getirdikleri eleştirilerde haksız davrandıklarını da söyleyen Sâlî, müslümanlardaki davranışlarla Kur’ân ve sünnetin esas prensiplerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini ilave etmektedir).

[41]. Abdullah el-Mahdûmî [Bûbî], Taaddüd-i Zevcâtı Hıfzı’s-Sıhhate Tatbik, Orenburg 1901, Gilman İbrahimoğlu Kerimov Mat., s. 3-20; Kadınlar, yazma, vr. 142(a); R. Fahreddin, Cevâmiu’l-Kelim Şerhi, s. 44; Abdürreşid İbrahim,Mir’ât Yâki Közgi, 12. cüz, s. 14-15; 13. cüz, s. 4-7; Şûra 1913/18, s. 567-568.

[42]. A. Bûbî, a.g.e., s. 4-7; a.g.y., vr. 142(a); R. Fahreddin, a.g.e., s. 44; Bütün Rusya Müslümanlarınıñ 1917’nçi Yılda 1-11 May’da Meskev’de Bulgan Umûmî İsyezdiniñ Protokolleri, Petrograd 1917, Emanet Mat., s. 354-385 (Bu kitap bundan sonra 1917 Moskova Protokollleri adıyla geçecektir). (Bu kitabın sadeleştirilmiş nüshası için bkz. Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, haz. İhsan Ilgar, Ank. 1990, Kültür Bak. Yay., Sevinç Mat., s.  379-433).

[43]. Musa Carullah, “Ahbâr”, Ülfet, 22 Kasım 1906, No. 48, s. 6-7; Kalender, “Vakıt ‘ın Bize İrşâdâtı”, Ülfet, 29 Aralık 1906, No. 53, s. 2-3; M. Carullah, Mülâhaza, s. 43-44; A. Bûbî, Kadınlar, vr. 85(a)-(b); 213(a)-220(a); Asru’l-Cedid,1906/5, s. 291; R. Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 164-166.

[44]. Bkz. M. Carullah, Şeriat Esasları, s. 17-18.

[45]. M. Carullah, a.g.e, s. 18.

[46]. Nur (24)/31:”Mümin kadınlara söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. baş örtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler….”. Ahzab (33)/59: “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınmaması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir”.

[47]. Ahzab (33)/53: Ey iman edenler! Bir yemek için size izin verilmiş olması hâli müstesnâ, Peygamber’in evlerine girmeyin. (Yemeğe çağrılıp da girdiğiniz vakit de) yemek kabını gözetlemeyin. Davet edildiğiniz vakit girin. yemeği yediğinizde hemen dağılın. (Yemekten sonra) sohbete dalmayn. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzüyor, fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. bu, hem sizin kalplarınız, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız aslâ câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır”.

[48]. M. Carullah, a.g.e., s. 20-22.

[49]. M. Carullah, Mülâhaza, s. 44.

[50]. M. Carullah, Şeriat Esasları, s. 16-17, 23.

[51]. R. Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 164-166.

[52] . Muhammed Hanefî Muzaffer, “Hatunlar Meselesi”, ed-Din ve’l-Edeb, 1917/11-12, s. 272-280.

[53]. Z. Kâdirî, Hatın Kız Meselesi, s. 21; Âlimcan Barûdi’ye ait olan imzasız makale “Hatınlarda Hicab (Perde)-Bâbü’t-Takrîz”, ed-Din ve’l-Edeb, 1906/10, s. 311-317.

[54]. Bkz. Bir İmam, “Hicab Meselesi”, el-Asru’l-Cedid, 1906/12, s. 591-593.

[55]. Bkz. 584. dipnot.

[56]. Bu konu detaylı olarak 1-11 Mayıs 1917’de Moskova’da yapılan kurultayın yayımlanmış zabıtlarında yer almaktadır, bkz. 1917 Moskova Protokolleri, s. 354-385.

[57]. Aynı yer.

[58]. Muhlise Bûbî, 21 Şubat 1869 yılında Vyatka bölgesinde Sarapul’a bağlı İj-Bûbi köyünde doğdu. Babası Abdülallam Hazret’den tahsil gördü, ayrıca bazı meşhur ilim sahiplerinden istifade etti. 1898’den itibaren Bûbi köyündeki Kızlar Medresesi’ni idare etti ve dersler verdi. 1910-1912 tarihindeki Bûbî olaylarından sonra Troitski’ye geçti ve orada Yavuşevlerin kızlara mahsus Medrese-i Ayniye’sinde Ulûm-ı Arabiye dersleri verdi. 1917’de Orenburg Müftülüğü’ne kadı seçildi, 1918’de ve sonraki nedvelerde tekrar kadı seçildi. 1919’da Orenburg Müftülüğü’nde imtihan edilerek muallimelik ve kızlar medresesinde müderriselik derecesini aldı. Muhlise Bûbî, 1887’de Mevlevî Celaleddin Ahmedcanoğlu ile evlenmişse de pek olumlu bir evliliği olmadı, kısa sürede eşinden ayrıldı ve 1917’de resmen boşandı. Muhlise Bûbî, Bolşevik devrimi sonrasında Ufa’da yayımlanan(1924-1927) İslâm Mecellesi ‘nde yazılarını yayımladı. 1937’de suçlanarak hapse atıldı ve o sıralarda öldürüldü, bkz.  R. Fahreddin, Mahkeme-i Şer’iyyemiz, Müftülerimiz ve Kadılar Hakkında, yazma, vr. 141(a); Bûbi Medresesi Tarihi (cıyıntık), haz. R. Merdanov-S. Rahimov, s. 193-194; İslâm-Bilişme-Süzlik, s. 16-19; R.  Ötebay-Kerîmî, a.g.m., Gasırlar Avazı-Ekho Vekov, 1996-1/2, s. 177-179.

[59]. 1917 Moskova Protokolleri, s. 431-450.

[60]. Aynı eser, aynı yer.

[61] . Aynı eser, aynı yer.

[62] . Muhammed Hanefî Muzaffer, “Hatunlar Meselesi”, ed-Din ve’l-Edeb, 1917/13-14, s. 291-312.

[63] . Ulemâ İttifakı Birinci Nedvesi, s. 37-38, 45.

[64] . Keşşaf  Tercümânî, “Birinci Umûmî Müslüman İsyezdi Hakkında İcmâlî Hesap”, ed-Din ve’l-Edeb, 1917/11-12, s. 261-271.

[65] . “Hatunlarnın Saylav İşlerine Katnaşuları Hakkında Mahkeme-i Şer’iyye’nin Hitâbı”, Malûmât 1917/10, s. 5-6.

[66]. Bu konuda fazla bilgi için bkz. Nadir Devlet, 1917 Ekim İhtilâli ve Türk Tatar Millet Meclisi, İst. 1998, Ötüken Yay., Özener Mat., s. 118-120, 163-226.

[67]. N. Devlet, a.g.e., s. 101.

[68]. Bkz. R. Fahreddin, Mahkeme-i Şer”iyyemiz Müftülerimiz ve Kadılar Hakkında, yazma, vr. 141(a).

—————————-

(*)Dr. İbrahim Maraş; Türk Dünyasında Dini Yenileşme ( 1850-1917 ) , ss.248-273; Ötüken Yay.; İstanbul – 2002.

(**) İbrahim Maraş: A. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.