Prof. Dr. İbrahim MARAŞ: İdil-Ural Bölgesinde Ceditçilik Hareketinin Tasavvufa Bakışı

İdil-Ural Bölgesinde Ceditçilik Hareketinin Tasavvufa Bakışı*

Prof. Dr. İbrahim Maraş**

  1. a) Tasavvufî Yapılanma 

             İdil-Ural bölgesinde tasavvufî anlayış ve tarikatlar oldukça eski bir tarihe sahiptir. Bu yüzden de İdil-Ural’da, bölge halkının İslâm’ı resmen kabul ettiği h.4/m.10. asırlardan ve hatta daha erken dönemlerden itibaren, tasavvuf ve tarikatların ağırlığı hissedilmektedir. XX. Asrın ilk yarısına kadar varlığını yoğun bir şekilde devam ettiren tasavvufî gelenek, daha çok, Yesevîlik ve Nakşıbendîlik (Müceddidî ve Hâlidî) ile kendini göstermektedir. Özellikle Yesevîlikle ilgili olarak İdil-Ural’daki medreselerde ve haalk arasında en çok okunan ve defalarca basılmış olan Şerâitü’l-İman adlı küçük risalede geçen bir kayıt oldukça ilginçtir. Kısa soru cevaplarla inanç esaslarını ve bazı Kur’an sureleri ile duaları basit bir anlatımla öğretmeyi amaçlayan bu klasik risalenin “Kırk Farz Beyanı Budur” kısmında “kim silsilesinden turursun?” sorusuna, “Hoca Ahmet Yesevî silsilesinden tururmın”  cevabının verilmesi istenmektedir[1]. Yazarı meçhul olan bu risaledeki ifadenin nereden kaynaklandığı bilinmemekle birlikte, bölgedeki en yaygın tarikat olan Nakşbendîliğin silsile bakımından Yesevîliğe dayandığı bilinmektedir. Dolayısıyla bu ifadenin sebebinin de bu olması muhtemeldir.

İdil-Ural bölgesindeki tasavvufî yapılanmanın ise; her zaman olduğu gibi, tarikat şeyhleri, temsilcileri olan vekiller ve müridler şeklinde kurumsallaştığı bilinmektedir. İdil-Ural’da tasavvufî gelenekle ilgili olarak Hüsameddin Bulgârî’nin  Tevârih-i Bulgâriye ‘si, Taceddin Yalciguloğlu’nun Tarihnâme-i Bulgâr ‘ı, Mercânî’nin, iki ciltlik, Müstefâdü’l-Ahbâr  ve yedi ciltlik Vefiyetü’l-Eslâf ‘ı ile Rızâeddin b. Fahreddin’in dört ciltlik Asâr ‘ında, Murat Remzi’nin Arapça olarak kaleme aldığı Telfîkü’l-Ahbâr’ında ve nihayet Ebu Abdurrahman Abdullah b. Muhammed Arif b. Maâzî’ın Târihu’l-Buhara ve Tercümetü’l Ulemâ’sı ile, el-Katre min Bihâri’l-Hakâyık fî Tercümeti Ahvâli Meşâyihi’t-Tarâik adlı eserlerinde birçok bilgi vardır. Ayrıca son zamanlarda bazı çağdaş araştırmalar da yapılmıştır. Özellikle zikredilmesi gereken çalışmalardan birisi Michael Kemper’in, Sufis und Gelehrte in Tatarien und Baschkirien, 1789-1889 adlı eseridir[2].

            İdil-Ural bölgesindeki tasavvufî yapılanmanın içinde, elbette, birçok ceditçinin de bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Ancak ceditçilerin işan (şeyh) durumunda olanları ile, icazetli vekil  veya mürid konumundakilerin bile gerek ıslahçı düşünce biçimleri, gerekse içinde yer aldıkları yapıyı sorgulama ihtiyacı hissetmeleri yönünden farklı bir çizgiyi temsil ettikleri bilinmektedir. Meselâ, yukarıda bahsettiğimiz gibi, ceditçiliğin başlatıcısı olarak bilinen Abdünnasîr Kursavî’nin Buhara’da iken Nakşî şeyhlerden Niyazkulıhan Türkmânî’ye bağlandığı bilinmektedir. Yine meşhur ceditçilerden Ş. Mercânî’nin, bilhassa Buhara’da iken, tasavvuf yoluna intisab edip icazet aldığı görülürken[3], Troytsk bölgesindeki usûl-i ceditçilerden Zeynullah Rasûlî’nin Nakşibendiliğin İdil-Ural’daki en meşhur şeyhlerinden olduğu[4] kabul edilmektedir. Yine, Zeynullah Rasûlî’nin icazetli talebelerinden, Halil İşan isimli bir zâtın, eşi Hanife hanımla birlikte Tobolsk bölgesinde Yalutar uyezdine bağlı Tırbâ (veya Turbâ) köyü ve civarında ilk kez usûl-i cedid medresesi açtırarak erkek ve kız çocuklarını okuttuğu, mescidde de yaşlılara dersler verdiği bilinmektedir. Kısa zamanda bölgede ilmî, dinî ve ticarî bir canlanmaya vesile olan bu şeyhin faaliyetleri gerçek bir “işan kerâmeti” olarak değerlendirilmektedir[5]. Ayrıca Âlimcan Barûdi ve Rızâeddin b. Fahreddin…gibi birçok ceditçinin de Zeynullah Rasûlî’nin müridi[6] oldukları bilinmektedir.

            Ciddi bir tasavvufî yoğunluğun yaşandığı İdil-Ural bölgesinde Nakşîliğin ağırlığı hissedilmektedir. Özellikle Halife Niyazkulı olarak bilinen Buhara’daki meşhur Nakşî şeyhi Ebû Salih Niyazkulı b. Şah Niyaz b. Balta el-Halcî et-Türkmânî el-Horasânî’den (ö. 1236h.) icazetli çok sayıda Tatar şeyhinin olduğu bilinmektedir. Abdullah b. Maâzî, eserinde, sadece Halife Niyazkulı’ya intisaplı ondan fazla Tatar meşâyihinin ismini vermektedir. Bunlar arasında; Muhammed Yusuf b. Ahmer el-İsâkî (Tetüş-İsâk), Karakay b. İsanali el-Kundurâvî (Orski-Kundurav, ö. 1277 h.),  Abdüssettar b. Abdullah (Belebey-Taymâzî, ö. 1271 h.), Abdüllatif b. Sübhankul el-Karçî (Belebey-Karç, ö. 1264 h.), Şerefüddin b. Zeynüddin el-Sterlitamâkî (ö. 1262 h.), Muhammed Rahim b. Emir (Kazan-Tarşina, ö. 1260 h.), Nimetullah b. Biktemir es-Salavçî (Sterlibaş, ö. 1260 h.), Abdülhâlik b. İbrâhim el-Kursavî (ö. 1259 h.), Muhammed Şerif b. İbrahim (Bugulme-Birge-Urgenç, ö. 1258 h.), Devletşah b. Adilşah (Orenburg-Çibinli, ö. 1228 h.), Timirpulat el-Kunakbâyî (Orenburg-Zevâçi-Kunakbay) gibi isimler vardır[7]. Buna bir ilave olarak, meşhur ceditçi şeyh Zeynullah Rasûlî’nin Nakşbendiliğin Mücedddidiye kolundan olan şeyhi Abdülhakim b. Kurbanali b. Abdülhamit b. İsan b. Bursık b. Yolyahşî (Çardaklı Şeyh-ö. 1872 m.) de Niyazkulıhan Türkmânî’ye, onun başhalefi Şerefüddin b. Zeynüddin el-Sterlitamâkî vasıtasıyla bağlı idi[8]. Tabii ki, Halife Niyazkulı’nun dışında gerek Buhara ve Semerkant’tan gerekse başka bölgelerden, meselâ Kâbil’de Feyzhan b. Kâbil’den, İstanbul’da Ziyâeddin Gümüşhânevî’den, terbiye ve icazet alan Tatar meşayihi de bulunmaktaydı[9].

  1. b) Tasavvufa ve Tasavvufî Yapılanmaya Yönelik Eleştiriler

            Ceditçilerin tasavvuf ve tarikatlara yönelttikleri tenkitler, bir ilim olarak gördükleri tasavvufun, bizatihi kendisine yönelik değildir. Ancak içlerinden bir şahıs tasavvuf konusundaki sert çizgisiyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Bu ceditçi zât, Ziyâeddin Kemâli’dir. Kemâli, eleştirilerinde, doğrudan tasavvufun kendisini hedef almakta ve onu reddetmektedir. Çünkü o, tasavvufu; Kur’ân ve sünnet kaynaklı görmediği gibi, kullandıkları ıstılahları, yaptıkları uygulamaları(istimdad, istiane vb…) da İslâm’a aykırı bulmaktadır. Kemâlî, Kur’ân‘da Hadid sûresi 27. âyette geçen “rehbâniyet” kavramına, olumsuz bir şekilde, “bidat” anlamını yüklemekte ve buradan hareketle “rehbâniyet”in veya onun mukabili gördüğü tasavvufun ne Hristiyanlıkta ne de İslâm’da “meşrû” olmadığını iddia etmektedir. Tasavvufu bidat ve her bidati de dalâlet olarak değerlendiren Kemâli, tasavvufun, İslâm’a Hint, Fars ve Yunan kültüründen girdiğini de ifade etmektedir[10]. Kemâlî’nin bu yaklaşım tarzı diğer ceditçilerin takip ettiği yoldan uzaktır. Nitekim Carullah ve Abdülhamit Müslimî, Kemâlî’nin tasavvuf ve rehbâniyet hakkındaki fikirlerine itiraz ederek, onun bu konudaki fikirlerinin ıslah anlayışına aykırı olduğunu ve yanlışlığını vurgulamaktadır. Carullah, özellikle, tasavvufun sonradan bozulmuş yapısı ile “asıl tasavvuf” ve “gerçek rehbâniyet”in yargılanamayacağı üzerinde durmaktadır[11]. Abdülhamit Müslimî  de Carullah’ın bu eleştirilerine hak vererek, sonradan tasavvufa girmiş mevcut hatalardan yola çıkarak “gerçek tasavvufu” yok saymanın  yanlışlığına[12] işaret etmektedir.

            Ziyâeddin Kemâlî dışındaki diğer ceditçilerin eleştirileri, Musa Carullah’ta olduğu gibi, daha çok tasavvufun sonradan çeşitli hurafe ve batıl itikadlarla bozulmuş ve ilimden uzaklaşmış olan şeklinedir. Çünkü ceditçiler açısından tasavvuf; bir yönüyle şer’î bir ilim[13], diğer bir yönüyle hakiki bir İslâm felsefesi olup; terbiye, mücahede ve ahlâkî özellikler kazanma…vb. gibi temel özellikleri sayesinde bir medrese görevini de üstlenmektedir[14]. Carullah, tasavvufun daha da farklı fonksiyonlarını dile getirerek, tarikat zâviyelerinin; bir “şifahane”, “cemiyet-i hayriyye” ve dinî, siyasi “kulüp” görevini yerine getirdiklerini söylemektedir[15]. Mercânî ve Habiburrahman Mesudov mütekaddimin döneminde tasavvufun bir zühd ve riyâzet yolu olduğu halde, müteahhirîn döneminde esas amacın keşf haline gelmesini eleştirirlerken[16]gerek bu iki ceditçi gerekse M. Carullah, keşfi inkâr etmemekte, tasavvufî terbiye sayesinde, akıl ve duyularla ulaşılamayacak bilgilere erişilebileceğine inanmaktadırlar[17]. Özellikle Carullah’ın keşfe büyük önem verdiği görülmektedir. O, keşfe aklî sıçrama ile elde edilen bir bilgi yolu olarak bakmaktadır. Carullah’a göre, anlamak ve bilmek için her zaman akıl ve duyular yeterli değildir, bunun için aklın nüfûzuna ihtiyaç vardır. Aklın nüfûzunu sağlamak ise, kalbin uyanıklığına ve teveccühüne bağlıdır. İşte o zaman akıl; Carullah’a göre, her türlü kayıtlamalardan kurtulmakta ve ahlâk güzelliği, amel doğruluğu ile erişilen kalbin temizliği sayesinde, nüfûz gücünü artırmaktadır[18]. Carullah, bu şekilde, sûfilerin keşf yoluyla ulaştıkları bilgileri ayrı bir konumda değerlendirmekte ve keşf yoluyla ulaşılmış bilgileri inkâr etmenin mümkün olmadığını, ancak inanıp inanmama hususunda bir mecburiyetin de bulunmadığını ifade etmektedir[19]. Carullah’la benzer görüşleri paylaşan R. Fahreddin ise, keşf yoluyla çeşitli bilgilere ulaşan sûfilerin Kur’ân‘ı bu şekilde yorumlamalarına ve bu tarzda tefsirler yazmalarına karşı çıkmakta[20] ve onların ulaştıkları bilgileri toplum için çok faydalı bulmamaktadır. Bu fikirden hareketle R. Fahreddin’in, keşfe, bir bilgi elde etme yolu olarak bakmadığını söylemek mümkündür. Onun keşfi dışarıda tutan bu çizgisini Surûriddin b. Miftâhüddin’de de görmek mümkündür[21].

  1. c) Sözde İşanlara (Şeyhlere) Yönelik Eleştiriler

            Ceditçilerin tasavvuf konusundaki esas yoğun eleştirileri işanlar (şeyhler), sözde işanlar ve müridlere yöneliktir. Meselâ; Mercânî, dünya menfaatlerini amaç edinen  cahil şeyhlerin icazet alıp etraflarına adam toplamalarının, müridlerini ilme teşvik etmemelerinin yanlışlığına işaret etmekte ve bu hususu ilim ve maarifin gelişememesinin en önemli sebeplerinden saymaktadır[22]. Mercânî’den sonraki ceditçiler de en çok bu konunun üzerinde durmaktadırlar. Bunlardan M. Carullah, R. Fahreddin, Abdürreşid İbrahim, Abdullah Bûbî, Habiburrahman Mesudov, Abdülhamit Müslimî ve diğer ceditçiler; tasavvuf şeyhlerinin cahilliklerinden, acizliklerinden, miskinliklerinden bahsetmekte ve bu yüzden tasavvufun bir okul olma özelliğini kaybettiğini söylemektedirler. Hepsi de; zikri, tevekkülü tembellik olarak algılayan, kendisi hiç çalışmayıp geçimini müridlerden ve ziyaretine gelenlerden sağlayan çıkarcı işanları şiddetle reddetmektedirler[23].

            Şeyhlerin manevî tasarruflarının insanları çeşitli belâlardan, hastalıklardan kurtaracağı…vb. gibi şirke götürebilecek yanlış inanışların işanlarca, adeta, teşvik edildiğinden yakınan ceditçiler, özellikle de R. Fahreddin ve H. Mesudov, bu bidatlere bağlı olarak birçok batıl anlayışın gelenek haline gelmesinden de şikayette bulunmaktadırlar. Ceditçilere göre; kabirlerden meded ummak, uzak yerlerden türbe ziyaretlerine gelip onlar adına kurban kesmek, dilekte bulunmak ve onların huzurunda rükûya, secdeye gitmek…vs. gibi tevhid anlayışına aykırı âdetler[24] şeyhlerin cahilliği ve ilme düşmanlıkları yüzünden devamlı artmaktadır. Bu tür inançların yanlışlığını göstermek için Uhud savaşında Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve Müslümanlara belâlar geldiğini, ifk hadisesinde ise olayın aslını Allah Rasûlünün bilemediğini[25]örnek gösteren R. Fahreddin, gerçek böyle iken, vesilelere yapışmayı bir kenara bırakıp bir yerlerden bir şeyler ummanın yanlışlığına işaret etmektedir. Carullah da, Fahreddin ve H. Mesudov’un bu tenkidlerine fazlasıyla katılmakta[26] ve şöyle söylemektedir : “Dürüst, tasavvuf libaslarına bürgenüp, İslâmiyet dünyasına fitne fırkaları, kursak bendeleri, meslek mutataffılları çıkmıştır. Lakin hainlerin hıyanetleri, sefillerin cinayetleri tasavvuf mekteplerini ehemmiyetten iskat etmese gerek”[27].

            İşanların ve tasavvufun mevcut durumu hakkında ceditçilerin zikri geçen tenkitleri ile Z. Kemâlî’nin tenkitleri[28] ise birbiriyle sadece burada örtüşmektedir.

            Ceditçiler arasında Nakşî şeyhi Zeynullah Rasûlî’nin, Nakşî zikir ve dualarını biraraya getirdiği küçük bir risâlesinde şeyhlerden istimdadı ve onları vesile kılmayı savunduğunu da zikretmek gereklidir[29].  Ancak zikir ve duaların toplanmasından ibaret olan bu risâlesiyle, usûl-i cedide cevaz veren iki küçük risâlesinin dışında eserine rastlayamadığımız[30] Z. Rasûlî’nin tasavvuf ve mevcut işanlar konusundaki görüşleri elimizde bulunmamaktadır. Ayrıca “reşid mürşid”, “ dinî ilimlere vâkıf âlim bir zat”[31] gibi nitelendirmelerle anılarak bütün ceditçilerin ve halkın büyük kesiminin hayranlığını kazanmış olan Rasûlî’nin davranış ve fikirleriyle sıradışı bir işan olduğu da unutulmamalıdır.

            Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ceditçiler, genel olarak, tasavvufun sonradan bozulduğunu iddia etmişlerse de bir ilim olarak  tasavvufa karşı çıkmamaktadırlar. Hatta içlerinden bazıları, M. Carullah gibi, tasavvufu bir bilgi elde etme yolu olarak kabul etmiştir. Ancak, Z. Kemâlî dışında, hemen hemen bütün ceditçiler başta Muhyiddin ibn Arabî olmak üzere, İmam Rabbânî, İmam Gazâlî ve diğer meşhur mutasavvıfların derin tesirinde kalmışlardır. Ceditçilerin kitaplarında ve görüşlerinde sözkonusu sûfilerin etkisi açıkça görülmektedir. Meselâ; Muhyiddin ibn Arabî’nin Futuhâtü’l-Mekkiyye’ si ceditçilerin, özellikle de Musa Carullah’ın temel kaynaklarından biridir. Carullah’ın, el-Mesâilü’l-Felsefiyye fi’l-Futûhâti’l-Mekkiyye [32] adında, henüz bulamadığımız bir risâlesinin varlığı bilinmektedir. R. Fahreddin’in, İbn Arabî   adında müstakil bir risâlesi mevcuttur. Yine R. Fahreddin, İdil-Ural bölgesinde İbn Arabî’yi iyi bilen ve onun eserleriyle meşgul olan bazı ceditçilerden bahsetmektedir[33].                                                                                  

[1] . Şerâitü’l-İman-Usloviya Verı (Tatarca ve Rusça olarak), Kazan 1894, Üniversite Mat., s. 46.

[2]. Mercânî’nin yedi ciltlik Vefiyetü’l-Eslâf ‘ının sadece Mukaddime ‘si matbûdur. Diğer altı cildi yazma halindedir, bkz. KDÜK, No. 609-615; Yine Rızâeddin b. Fahreddin’in dört ciltlik Asâr ‘ının iki cildi matbû, iki cildi yazma halinde Ufa’daki kendi arşivinde saklanmaktadır. Çağdaş araştırmalarla ilgili olarak; Michael Kemper, Sufis und Gelehrte in Tatarien und Baschkirien, 1789-1889, Klaus Schwarz Verlag-Berlin 1998; Hüsameddin Bulgârî’nin, Tevârih-i Bulgâriye’si ile Taceddin Yalciguloğlu’nun, Tarihnâme-i Bulgâr  adlı eserlerinin yazma ve basma nüshaları ve bunlara yönelik eleştiriler ile ilgili ciddi bir doktora çalışması yapılmıştır. Bu çalışmada sûfî gelenekle ilgili bilgiler de vardır, bkz. Frank J. Allen, Islamic Regional Identity in Imperial Russia: Tatar and Bashkir Historiography in the Eighteenth and Nineteenth Centuries, Basılmamış Doktora Tezi, Indiana University 1994;  Ayrıca bkz. Hamit Algar, a.g.m.; İdil Boyunda Sufiçılık: Tarihı hem Üzinçelikleri, Kazan 2000.

[3]. Mercânî’nin üç şeyhe intisâbının olduğu bilinmektedir. Bunlardan birincisi, Buhara’daki meşhur Nakşî şeyhi Niyazkulı Türkmânî’nin oğlu Ubeydullah b. Niyazkulı (ö.1269/1852), ikincisi Abdülkadir b. Niyaz Ahmed el-Fârûkî el-Hindî (ö.1271/1855), üçüncüsü ise Mazhar b. Ahmed el-Hindî (ö. ?)’dir, bkz. Mercânî, Mukaddime, s. 285; Fahreddin, Âsâr, c. 3, yazma, vr.126(a)-128(b); Ş. Şeref, a.g.m., Mercânî mec., s. 71.

[4]. Bkz. Şeyh Zeynullah Hazretnin Tercüme-i Hali, Haz. R. Fahreddin; İbrahim Maraş, a.g.m., Dinî Araştırmalar,  c.1, sayı: 2 (Mayıs 1998), s. 76-92; Hamit Algar, a.g.m., Muslims in Central  Asia, içinde,  s. 113-132.

[5]. Bkz. Abdürreşid İbrahim, Mir’ât Yâki Közgi, 17. cüz, Kazan 1903, s. 5-7; Hızır Ali b. Muhammed Baki, “İşan Kerâmeti”, Ülfet, 23 Mart 1906, No. 16, s. 4 (Bu işanın faaliyetleri üstadı Z. Rasûli ile aynı merkezdedir. Halil İşan’ın icraatları hiç medrese olmayan ve iktisâdî canlılıktan eser bulunmayan bölgeye canlılık getirdiği gibi civar bölgeleri de galeyana getirmiştir. Talebelerin imtihanlarını, senede iki defa, bizzat kendisi yapan Halil İşan, açtırdığı medresenin mali finansmanını karşılamak üzere vakıflar tedarik etmiştir).

[6]. Şeyh Zeynullah Hazretnin Tercüme-i Hali, Haz. R. Fahreddin, s. 63.

[7] . Abdullah b. Maâzî, Târihu’l-Buhara ve Tercümetü’l-Ulemâ, s. 4-5, 24-26.

[8] . Rızaeddin b. Fahreddin, Âsâr, c. 2, 15. cüz, s. 542; Zeynullah Rasûlî, el-Fevâidü’l-Mühimme li’l-Mürîdini’n-Nakşbendiyye ve’l-Evrâdi’l-Lisâniyye ve’s-Salavâti’l-Me’sûre,  s. 9-11.

[9] . İstanbul’daki Nakşî Hâlidî kolun meşhur şeyhi Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin İdil-Ural’daki halifesi Zeynullah Rasûlî idi, aynı kolun İdil-Ural’daki diğer iki temsilcisi ise, Mevlânâ Hâlid’in Mekke halifesi Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin Kazanlı halifesi (Kazaklar köyü) Sefer Ali el-Minâvuzî (ö. 1852 ) ile Çistaylı halifesi Muhammed Zâkir Efendi idi. Nakşî Müceddidî kolun Afganistan bölgesindeki temsilcilerinden olan Feyzhan b. Hızırhan b. Kâbil’e mürid olanlardan birisi, yukarıda bahsettiğimiz gibi, Abdurrahim Otuzimeni idi. Ona, Buhara’da iken bağlanmıştı. Bir diğeri de Seyfüddin b. Ebî Bekir b. Selim Şinkârî (ö. 1824, Amasya) idi. bkz. H. Algar, a.g.m., s. 113, 116; R. Fahreddin, Âsâr, c. 2, 11. cüz, Orenburg 1905, s. 222; Âsâr, c. 1, 5. cüz, s. 207-216.

[10]. Z. Kemâlî, Dinî Tedbirler, s. 58-69.

[11]. Bkz. Carullah, Büyük Mevzûlar, s. 49-67.

[12]. Abdülhamit Müslimî, “Mercânî”, Şûra 1916/4, s. 102-103; 1916/5, s. 122-125.

[13]. Bkz. Mercânî, Mukaddime, s. 278; Habiburrahman Mesudov, “Tahsil-i İlimde Terbiyesizlik Yahud Rûhani Avru”, el-Asru’l-Cedid, 1906/11, s. 551-556; Surûriddin b. Miftâhüddin, “Tasavvuf ve Hakikat Ehilleri”, Şûra 1915/21, s. 661; Abdülhamit Müslimî, “Mercânî”, Şûra 1916/4, s. 101-102; 1916/5, s. 122-123.

[14]. Carullah, Mülâhaza, s. 48; M. Carullah, Büyük Mevzûlar, s. 52-58; H. Mesudov, a.g.m., s. 554-556; Abdülhamit Müslimî, “Mercânî”, Şûra 1916/4, s. 103.

[15]. Carullah, Büyük Mevzûlar, s. 66-67.

[16]. Mercânî, Mukaddime, s. 278-279; Ş. Şeref, a.g.m., Mercânî mec., s. 72-73; H. Mesudov, a.g.m., s. 552-553.

[17]. Mercânî, Mukaddime, s. 278-280; Şeher Şeref, a.g.m., Mercânî mec., s. 72-73; Carullah, Büyük Mevzûlar, s. 52-58; H. Mesudov, a.g.m., s. 551-556.

[18]. Bkz. Carullah, Büyük Mevzûlar, s. 54-55.

[19]. Carullah, Rahmet-i İlâhiye, s. 92-93.

[20]. Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 36.

[21]. Surûriddin b. Miftâhüddin, “Tasavvuf ve Hakikat Ehilleri”, Şûra 1915/21, s. 661-663.

[22]. Mercânî, Mukaddime, s. 343; Abdurrahman Ömerî, “Büyük Üstaz Mercânî Hakkındaki Hatıratım”, Mercânî mec., s. 495-496.

[23]. Carullah, Büyük Mevzûlar ; Carullah, Mülâhaza, s. 48; Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 142, 157; Abdürreşid İbrahim, Mirât Yâki  Közgi, 2. cüz, s. 9-11; 17. cüz, Kazan 1903, s. 5-7; A. Bûbî, Hakikat, 4. cüz, Kazan 1905, İ.N.Haritonov Mat., s. 126-128; 7. cüz, s. 223; H. Mesudov, a.g.m., s. 551-555; Ayrıca bir Nakşıbendî işan ve “Hâdimü’l-Hak” müstear ismiyle yazılan yazılarda aynı tenkitleri görmek mümkündür, bkz. Nakşıbendi Bir İşan, “İşanlar Hali”, el-Asru’l-Cedid, 1906/3, s. 174-175; Hâdimü’l-Hak, “İşan ve Mürşid Kime Denilir”, el-Asru’l-Cedid, 1906/4, s. 231-233; Surûriddin b. Miftahüddin, “İslâm’ın Hâl-i Hâzırası ve Bugünkü Müslümanlar”, Şûra 1911/13, s. 389-390; Abdülhamit Müslimî, “Mercânî”, Şûra 1916/4, s. 101-103.

[24]. Ş. Şeref, a.g.m., Mercânî mec., s. 75; Fahreddin, Dinî ve İçtimâî Meseleler, s. 173-179; H. Mesudov, a.g.m., s. 551-553. Daha çok edebî eserleri ile ceditçiliğe hizmette bulunmuş, ancak genç yaşta vefat etmiş olan Zahir Bigi, bir seyahati sırasında geldiği Astrahan’da türbelerin halk tarafından dua mahalli kılındığını görmüş ve onların türbelerden bir şeyler istemelerini “ölülere ibadet” olarak değerlendirmiştir, bkz. Zahir Bigi, Maveraünnehirde Seyahat, s. 37.

[25]. Fahreddin, a.g.e., s. 174, 179-180.

[26]. Carullah, Fahreddin’in Dinî ve İçtimâî Meseleler ‘de yer alan yukarıdaki fikirlerini Mülâhaza ‘sında değerlendirirken hepsine aynen katıldığını ifade etmektedir, bkz. Carullah, Mülâhaza, s. 48.

[27]. Carullah, Mülâhaza, s. 48.

[28]. Z. Kemâlî, Dinî Tedbirler, s. 58-69.

[29]. Zeynullah Rasûlî, el-Fevâidü’l-Mühimme li’l-Mürîdini’n-Nakşbendiyye ve’l-Evrâdi’l-Lisâniyye ve’s-Salavâti’l-Me’sûre, s. 5-6.

[30]. Bkz. Rasûlî, Troytsk Uleması ve Usûl-i Cedide, Orenburg 1911; Elifbâ Hakkında, Orenburg 1912.

[31]. Bkz. Hadi Maksûdî, “Reşid Mürşid”, Yuldız, 6 Şubat 1917, No. 1711, s. 1; Şeyh Zeynullah Hazretnin Tercüme-i Hâli, Haz. R. Fahreddin, s. 45; Z. Velidi Togan, Hatıralar, s. 10.

[32]. Carullah’ın böyle bir eserinin olduğu kendi el yazısıyla yazdığı eserlerinin listesinden anlaşılmaktadır. Bu listeyle ilgili olarak bkz. Uzun Günlerde Oruç, sad. Yusuf Uralgiray, s. X.

[33]. Bkz. Fahreddin, “Musâhabe”,  Şûra 1912/16, ön iç kapakta.

—————————————————–

(*)Dr. İbrahim Maraş; Türk Dünyasında Dini Yenileşme ( 1850-1917 ) , ss.166-176; Ötüken Yay.; İstanbul – 2002.

(**)Doç Dr. İbrahim Maraş: A. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.