MODERN DÜNYADA GELENEKSEL İSLÂM

MODERN   DÜNYADA   GELENEKSEL   İSLÂM

Seyyid Hüseyin Nasr

“SEYYİD HÜSEYİN NASR, 1933 yılında Tahran’da doğdu. Yüksek öğrenimini ABD’de Massachusette Institute of Technology’de fizik dalında yaptı. Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi alanında doktora yaptıktan sonra 1958 yılında İran’a döndü. Bir süre Tahran Üniversitesi’nde felsefe ve bilim tarihi profesörlüğünde bulundu. 1962-1965 yılları arasında Harvard’da bilim tarihi dersleri verdi. 1972 yılında Tahran Üniversitesi rektörlüğüne getirildi. Halen ABD’de George Town Üniversitesi’nde İslâm araştırmaları profesörü olarak görev yapmaktadır.”

[Seyyid Hüseyin Nasr’ın İngilizce Biyografisi]

**********************

” GELENEKSEL    İSLÂM ”     NEDİR?

“Gelenekselciler gelenek terimini hem vahiy yoluyla insana bildirilen kutsal olanı, hem de insanlık tarihinde bu kutsal mesajın açılması ve kendini göstermesi anlamında kullanmaktadırlar. Bu ilâhi mesaj hem Yaratılış’la yatay düzlemdeki bir devamlılığı, hem de gelenek hayatındaki her hareketi tarihüstü Aşkın Hakikate bağlayan dikey bir rabıtayı anlatmaktadır. Öncelikle gelenek, kelimenin tam anlamıyla dini ve onun bütün vechelerini kapsayan el-din’dir, olağan anlamında bir gelenek haline gelen ve ilâhi modellere dayanan el-sünnet’tir ve gelenek, tasavvufta da görüldüğü gibi geleneksel dünyadaki düşünce ve hayatın her devri, her aşaması ve her asrını Asl’a bağlayan zincir, yani el-silsile’dir. Bunun için geleneği, kökleri İlâhi Tabiat’daki vahiyde bulunan, dalları ve gövdesi asırlar boyunca gelişmiş bir ağaca benzetebiliriz. Gelenek ağacının özünde din, onun özünde de ağacın yaşamasını sağlayan vahiyden kaynaklanan bereket bulunmaktadır.” (S.15)

“Şüphesiz, geleneksel İslâm, Kur’ân’-ı Kerim’i, insan etkisi ve fani bir kaynaktan uzak, muhteva ve şekilce Allah’ın ezelî ve ebedî kelâmının dünyevî bir açıklaması olarak kabul etmektedir.”

” Geleneksel İslâm, mevzu’ hadislere karşı günümüzdeki eleştiricilerin görüşlerini de dikkate alır.” (S.16)

“Geleneksel İslâm hadisi reddetmez, çünkü o, çağdaş dünyanın tarihî nedensellik anlayışıyla ve Batı dini düşüncesine de nüfuz etmiş olan vahyin sulandırılmış anlamıyla uyuşmaz. Böylece geleneksel okul, yüzyıllar boyu süren gelenek yaşadıkça hakikatı o gelenek içinde koruyacak bereketi ve geleneğin tarihî devamlılığına dayanan hadis ilminin eleştirel metodlarını ölçü olarak kebul eder.”

“Geleneksel İslâm, Şeriat’ı bütünüyle klasik fıkıh okullarında (mezahib) özümsendiği ve asırlar boyunca anlaşıldığı ve yorumlandığı şekliyle İlahi Hukuk olarak savunur. Ayrıca, şer’î prensipler esasında yeni görüşler ileri sürülmesi (içtihad) ihtimalini ve kıyas, icma, istihsan gibi geleneksel şer’i prensiplere sadık kalmak şartıyla yeni oluşan şartlara İlahi Hukuk’un başka araçlarla uygulanmasını da kabul eder.” (S.17)

Tasavvuf ve tarikat ile ilgili olarak, geleneksel İslâm ne bazı tarikatlerin içine düştükleri bozulma durumunu ve ne de tasavvuf gerçeklerini sadece onları alabilecekler için koruma ihtiyacını yabana atmayıp tasavvufun İslâm vahyinin kalbi ya da iç boyutu olduğunu söylemektedir. Geleneksel İslâm’ın tasavvufa karşı tavrı onun 12./18. yüzyılda beliren püritan ve modernist hareketlerden önce var olan, tasavvufu bütün cemaatçe takip edilmesi gereken bir yol olarak değil de, Yaratıcıları’na her yerde ve her zaman yakın olmayı isteyenler için bir kutsallık kazanma yolu olarak kabul etmesinde belirgindir. Ayrıca, tasavvufun savunulması çeşitli tarikatlerde görülen hakikatın kabulüne, tasavvufun sadece bir okulla veya tarikatle özdeşleşmesine değil, bu tarikatler arasında mevcut farklılığa saygı duyulmasına dayanmaktadır.” (S.17-18)

“Sanat konusuna gelince geleneksel İslâm, sanatın İslami vahyin iç boyutlarıyla ilişkili olduğu, dinin manevi hazinelerine görsel ve işitsel şekillerle aktardığı ve İslâm sanatının İslâmi olduğu kanaatindedir. Gelenekselciler dinin sadece hakikatı değil, varlığı da kapsadığını ve İslâm sanatının verdiği bereketin Şeriat’in dini diri tutması kadar gerekli olduğunu düşünmektedirler.” (S.18)

“Hiç kimse dinin ahlaki yönlerini öne çıkararak İslâm sanatının önemini gölgeleyemez. Kur’an, yalnızca insanların nasıl davranacaklarıyla ilgili kuralları değil, onların eşyayı nasıl kullanacklarıyla ilgili prensipleri de getirmiştir. İslâm sanatı İslâm maneviyatıyla doğrudan ilişkilidir ve gelenekselciler, bugün İslâm dünyasını mimari yapılar ve benzeri şekillerle dolduran çirkinliğe karşı, hem insana şefkatli davranan hem de toplumun maddi refahını düşünen geleneksel sanatın en sadık savunucuları durumundadırlar.”

“Geleneksel görüş, siyaset alanında her zaman İslâmi normlara dayalı bir realizmi savunmaktadır. Sünni dünyada hilafeti, onun yokluğunda da toplumun ihtiyaçları ve şeriat’ın gerekleri doğrultusunda gelişmiş saltanat gibi diğer siyasî kurumları benimsemektedir. Ancak hiçbir şekilde, yeni bir Ömer veya Ebu Bekir getirme ümidiyle bir dikta rejimi kurmaya yol açacak, geleneksel sınırlar içindeki İslâmî siyasî kurumlardan ayakta kalanları yıkma gibi bir fanteziye yer vermemektedir.” (S.19)

“Geleneksel anlayış, toplumun asli olgunluğundan uzaklaştığının, geleneksel İslâmî kurumların yıkılıp yerlerine Batılı ve modern kurumların ikame edilmesi tehlikesinin, daha İslâmî bir düzen kurma mecburiyeti yanında toplumun dış bir güç tarafından değil, insanların kalplerindeki imanın kuvvetlendirilmesi ile içten diriltilmesinin bilincindedir. Sosyal ve siyasî dirilişin geleneksel sembolleri ‘yenileyici’ler (mücddidler)dir. Bu şahsiyetler, Abdülkadir Geylani, Şeyh Ebu’l Hasan el-Şazeli ve Şeyh Ahmed Serhendî gibi büyük veli ve bilgelerdir. Bu müceddidlere 12./18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ‘reformistler’ dahil değildir.” (S.20)

“Geleneksel ve ‘fundamentalist’ okul Kur’an ve hadisi kabul etmede ve Şeriate verdikleri önemde aynı çizgidedirler, ancak bunda bile farklılıklar oldukça derindir. Daha önce belirtildiği gibi, gelenek her zaman Kur’an âyetlerini anlamada aklî yorumlara ve uzun Kur’an tefsir ilmi geleneğine önem verirken, ‘fundamentalist’ akımların çoğu Kur’an’dan kolayca bir âyet almakta, çoğunlukla Kur’anî yorum veya tefsire tamamen yabancı bir anlam vererek kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Şeriat konusunda da gelenek, bugünkü pek çok ‘fundamentalist’ akımın tersine, Allah’tan ayrı olarak herhangi bir insan otoritesiyle oluşturulan korkuya dayalı baskı yerine imâna, İlahî Hukuk’a içten bağlılığa ve insanların zaaflarını kabule dayanan geleneksel hoşgörülü yargı çerçevesini vurgular.” (S. 20-21)

“Bilim (el-ilm) ile ilgili bütün geleneksel islâm öğretilerine karşı modernistler, Batı’da Rönesans’tan beri süregelen bilginin sekülerleşmesi sürecini bir ilerleme işareti olarak görürken, ‘fundamentalistler’ tarafından bu durumun farkına bile varılmamıştır. Peygamber’in beşikten mezara kadar ümmetinin aramasını öğütlediği el-ilmin ne olduğunu kendi kendilerine nadiren soran ve el-ilm’i hemencecik modern bilgi şekilleriyle eşitleyen bu grup, modern bilimi benimsememelerinin İslamın hükümlerinin gereği olduğunu iddia etmektedirler. Bu kişiler, Hz. Ali’ye atfedilen meşhur ‘Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum’ sözünün gerçek anlamından da haberdar değildirler. Acaba burada geçen ‘kelime’, bir kimya sözlüğünden mi, yoksa bir bilgisayar dilinden mi alınmıştır?”

“Geleneksel İslâm medeniyeti, Kur’an tecvidinden çanak-çömlek yapımına kadar hayatın her parçasına ayrı bir güzellik katmış ve bu suretle de müstesna bir yere sahip olmuştur. Plastik ve sesle ilgili geleneksel İslâmî çevre her zaman güzelliği korumuştur. Çünkü geleneksel İslâm, güzelliği Hakikat’ın tamamlayıcıları olarak görür. Meşhur bir hadise göre, Allah Hakikat (el-Hakk) olduğu gibi Güzel (Cemîl)dir ve güzelliği sever.” (S.22)

“İslâmi dirilişi amaçlayan onca hareketi kaplayan İslâmîlik cilâsı, başka hiçbir alanda siyasetteki kadar ince değildir. Burada, herkes İslâm’ın özüne, Kur’an’ın aslî mesajına, Peygamber’in öğretilerine ve Batılı ve modern olan herşeyin reddine davet edilmektedir. Halbuki bunu savunanlar aslında Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da beliren en aşırı siyasi fikirleri, İslâm’ın en katışıksız ve saf fikirlei olarak göstermeye çalışmaktadırlar.” (S.23)

“Esasında, geleneksel İslâm, İslâm’ın bir ideoloji olduğunu reddetmektedir. Gözlemlenen şey, geleneksel düzen modern dünyaya yenildiğinde Şeriat’in gereklerine göre değil, dini bir ideoloji tarafından yönetilen bir toplum olduğu ve dinin bir ideoloji olarak anlaşıldığıdır.”

“Geleneksel okul,Kur’an’ın ‘Sizin için âhiret bu dünyadan daha hayırlıdır’ şeklindeki hükmünü unutmadığı için dünyalığa sığınmaya ve dünyevî gücü kazanmaya karşıdır. İslâm’ın dinî olanı ‘seküler’den ayırmadığı gerçeğini kabul eden geleneksel İslâm, amaç için aracı feda etmeyi ve İslâm’ın kuvvet kazanması için gayri-İslâmî kaynaklardan beslenen her tür siyasî metodun meşrulaştırılarak kullanılmasını kesinlikle reddeder.” (S.24)

“Modernizm ve son zamanların ‘fundamentalizm’ine rağmen, geleneksel İslâm hâlâ onun geçmiş sanat ve fikir hareketlerinde, hâlâ Peygamber’in yolunu takib eden velî ve âlimlerin bugünkü hayatlarında, Kur’an vahyinin aşkına vasıta olan ses ve göze yönelik formları üretmeye devam eden zanâatkâr ve sanatkârlarda, ve kalpleri, akılları ve vücutları hâlâ İslâm’ın geleneksel öğretilerini aksettiren müslümanların çoğunda yaşamaya devam etmektedir.” (S.24-25)

“Geleneksel İslâm, tarihin sonuna kadar yaşayacaktır.” (S.25)

“Gerçek İslâm, kadınların mütedil giyinmesinde ve saçlarını herhangi bir örtü veya başörtüsüyle örtmelerinde ısrar eder. Sonuç, Fas’tan Malezya’ya kadar, İslâm’ın nesnelerin tabiatlarıyla tenâsübünü öngören, böylece kadının asli tabiatı ile uyum içinde kadınlığı ve büyük bir güzelliği simgeleyen bir kıyafet çeşitliliği oluşmuştur. Sonra, İslâm âleminin bir çok yerinde başörtüsünü atan ve kadınları Batılı kıyafete bürüyen modernist değişiklikler gelmiştir. Şimdi ise, bazı yerlerde kadınların başlarına bir bez geçirip ellerine makinalı tüfek vererek, İslâm’ın her zaman öngördüğü kadın fıtratının yansıması olan kıyafet letâfetini gözardı eden ‘fundamentalist’ veya selefî akım ortaya çıkmıştır. Hangisinin Allah’ın hoşuna gideceği gerçekten bir merak konusudur; Batılı kıyafetiyle evinde ibadet eden kadın mı, yoksa İslâm’ın özde kadınlıkla özdeşleştirdiği zarafet ve incelikten yoksun ve hatta namazını cemaatle kıldığı zaman bile içinde kin ateşi yanan, İslâmîliği başına örttüğü bezde bulunan eli silahlı devrimci kadın mı?” (S.27)

**********************

“CİHADIN MANEVÎ ANLAMI”

“Ve Biz’im uğrumuzda cihad edenleri elbette Yollarımıza iletiriz. Allah muhakkak ki iyilik edenlerle birliktedir.” (Ankebut, 69)

“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” (Hadis)

“Şu anda Batı’daki İslâm imajının cihadın manasını anlamaya ne denli bağlı olduğu düşünülürse, İslâm geleneğinin bu anahtar fikri asırlardır yaşattığı yol ve onun İslâm maneviyatıyla ilişkilendiği tarzı anlamak da o denli önemli hale gelmektedir.” (S.31)

“Kelime, ‘çabalamak’ veya ‘uğraşmak’ manasına gelen chd kökünden türetilmiştir. Batı dillerine ‘kutsal savaş’ olarak çevrilmesi, cihadın, İslâm’ın Batı’daki genel yanlış kabûlü olan ‘kılıç dini’ kavramı karşısında manevi ve içsel önemini kaybetmesine ve asıl anlamının çarpıtılmasına yol açmıştır.” (S.31-32)

“İnsan hem mânevi hem de cismânî bir varlıktır: kendi başına küçük bir kâinattır (mikrokozmos). Bunun yanında insan, içinde bazı ihtiyaçlarının karşılandığı ve varlığının bazı yönlerinin geliştirildiği bir toplumun da üyesidir.”

“Onda hem aşk, hem nefret, hem cömertlik, hem tamahkârlık, hem şefkat, hem de saldırganlık vardır.”

“En zahiri anlamda cihad, dar-ul İslâm’ı yani İslâm âlemini gayri-İslâmî güçlerin işgal ve sızmalarına karşı korumak demektir.” (S.33)

“Savaşlardan dönerken, Peygamber’i Zişân (s.a.v.) ashabına daha büyük bir savaşa dönmekte olduklarını buyurmuştur: İnsanın aslî ve Allah vergisi tabiatı olan, Allah’ın rızasına uygun yaşamasını engelleyen bütün iç güçlere karşı savaştır bu.”

“İslâm tarihinin ortaya koyduğu gibi, İslâm savaşa ve sonuçlarına göz yummamış, aksine onu sınırlamaya çalışmıştır. Dünya savaşları ve masum insanların ‘medenîler’ce katledilmeleri olayları, dinin cihadı olumlu gördüğü bir medeniyetin ürünü değildir.” (S.34)

“Cihad, insanın kendisinden başlayarak dış çevresinde de adâletin oluşmasını öngörür. Bir kimsenin hakkını ve iffetini, ailesinin ve kendisinin namusunu koruması da bir cihaddır ve dinî bir görevdir. Şeriat’ın vurguladığı, aileden başlayarak bütün ümmete uzanan bağların kuvvetlendirilmesi de benzer bir görevdir.” (S.34-35)

“İslâmi ibadetlerin temelini oluşturan günlük namazlar (salât) yine, insanı kâinatın ritmiyle âhenkli olan daimi bir ritme kavuşturan kesintisiz bir cihaddır.” (S. 35)

“Aynı şekilde, insanın dış dünyanın ihtirasları ve aldatmasına karşı direnmesinin ve iç saflığın zırhını giydiği Ramazan orucu da, iç cihad olmaksızın ortaya çıkamayacak bir zühd ve iç disiplini gerektirir. İslâm âleminin Kâbesi olan Mekke’ye yapılacak Hacc için uzun hazırlıklar, çabalar, genellikle sıkıntılar ve sürekli zorluklarla karşılaşılması gereklidir. O, Peygamber’in ‘Hac bütün cihadlarınen üstünüdür’ sözüne yakışacak büyük bir çaba ve mücadele ister.”

“Nihayet, zekât ve dini diğer vergilerin verilmesi de bir cihad türüdür, zira böylece kişi servetinin bir bölümünden vazgeçerek tamahkârlığa ve nefsinin hırsına karşı bir harp açmak durumundadır, yine zekâtın bir çok şekilde verilebilmesi toplumdaki iktisadî adaletin tesisini kolaylaştırır.” (S.36)

“İnsanın gerçekte kim olduğunu unutması, ikinci bir tabiatı haline getirdiği ruhundaki bezginlik, pasiflik ve vurdum duymazlığı giderme de yine cihadı oluşturur.” (S.36)

“Son olarak insanın, yalnızca Allah’u Teâlâ’nın mutlak olduğunu ve sadece Nefs’in ‘ben’ diyebileceğini idrak etmesi, ruhunu gaflet uykusundan uyandırması ve onun yaratıldığı hikmet uğruna yüce bilgiyi kazanması en üstün cihaddır denilebilir.”

“Kemale doğru uzanan İslâm yolu, bu yolun dünyadaki banisi Sevgili Peygamberimiz’in işaret ettiği büyük cihadla anlaşılabilir.”

“Her nefes alışta, bizim irademiz dışında ve bizi yaratan Allah-u Teâlâ tarafından murad edildiği kadar işleyen ömür saati, vücudumuza hayat kazandıracak cihadla idame etmektedir.”

“İnsan ruhu için alınan her nefes, bütün yaratılmışların geldikleri ve dönecekleri o en yüce kutsal isim kalblerde yankılanana ve gafletten tamamiyle uyanıncaya kadar insanın iç cihadı sürdürmesi gerektiğini tekrarlar. Peygamberimiz, ‘insanoğlu gaflettedir, öldüğünde uyanır’ buyurmuşlardır.” (S. 37)

**********************

“İSLÂM PERSPEKTİFİNDEN KADIN VE ERKEK”

“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Allah indinde en üstün olanınız takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat, 13) (S.53)

“Yaratılan düzen açısından bakıldığında, mikrokosmosun kadın ve erkek şeklinde farklılaşması ile gözlenen ikilik veya kutuplaşma bir tesadüf eseri değildir. O, insan tabiatını oluşturan en derin özelliktir. Bunu, yukarıda zikrettiğimiz âyette ve diğer âyetlerde Allah’ın insanları çift çift ve kadın ve erkek şeklinde yarattığını buyurmasından da anlayabiliriz. Allah, hem erkek, hem de kadının yaratıcısıdır, bu sebeple bu iki cinsiyet arasındaki farktan doğan herşey onu İlm’i ve İnayet’ine bağlanmalıdır.”

“İslâmi açıdan, özellikle kadın ve erkeğin eşitliği, insan cinsine dahil oldukları için insanın mükemmeliyeti ile ilgili bir konudur. Erkek ve kadın ölümsüzlük ve manevî kurtuluş için yaratılmışlardır.”

“Ayrıca, iki cinsiyet arasındaki fark sadece biyolojik ve fizyolojik olamaz, çünkü geleneksel anlayışta cismânî varlık düzeyi şeffaf (subtle) olanda, şeffaf varlık düzeyi ruhî olanda ruhî varlık düzeyi de İlahî Varlık’ta bir asla sahiptir. Cinsiyetler arasındaki fark anatomik ve biyolojik fonksiyonlara indirgenemez.” (S.54)

“Bunlardan başka, kadın ve erkek şeklinde mikrokozmik düzlemde temsil edilen ikiliğin in divinis (kutsal) kaynakları olan İlâhî Tabiat’ın ilkelerinde, psikoloji ve mizaçta ve ruh tiplerinde de farklılıklar vardır. Allah hem Mutlak, hem de Bâkî’dir. Mutlaklık –ve ondan ayrılamayacak olan Celâl sıfatı-doğrudan erkek halinde, Cemâl sıfatı ise dişi halinde tezahür eder.” (S.54-55)

“Ancak Allah bir olduğu, insan da O’nun İsim ve sıfatlarını yansıtan bir yaratık olduğu için(2) insan O’nun bir yansımasıdır (tecelli) ve O’na dönmeye çalışmaktadır. Bu yüzden cinsiyetler arasında hem bir bütünleşme, hem de bir rekabet sözkonusudur” (S.55)

“Bazı dinler, cinselliği mahkûm ettikleri halde, İslâm ona insanın kemale ermesinin ve en üst seviyede Allah’a ulaşmanın bir sembolü olarak olumlu bir yer verir. Ancak cinsi ilişkiler İlâhî Kanun’un emirlerine uymalıdır. İnsanın ilk haline (fıtrat) atıfta bulunarak, insanı olduğu gibi kabul eden(3), İslâm, kadın ve erkeğin aşkını Allah aşkından ayırdedilemeyen ve en üst düzeyde O’na ulaştıran bir şey olarak görmektedir.(4) Bu anlayış sebebiyle İslâm maneviyatında ‘mecâzî aşk’ (el-aşk el-hakikî) kadar bir sevgi hiyerarşisi mevcuttur.(5) Peygamber’imizin iyi bilinen bir hadisinde dünyada kendisine sevdirilen şeylerin kadın, güzel koku ve namaz olması, İslâm’ın cinselliğe verdiği olumlu anlamı göstermektedir. Bu, kadınlığın manevi tabiatı ile, insanlar için Allah ile karşılaşmanın en dolaysız yolu olan namaz ve duyuların en hassas olan koku alma yetisi arasındaki ilişkiyi belirtmektedir” (S.55-56)

“İbn Arabi, Allah’ın kadındaki tezahürünün mümkün olan en üst tefekkür olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir:

“İnsan Allah’ı kadında temaşa ettiğinde, bu pasif bir temaşadır; eğer O’nu, kadının erkekten geldiğini görerek kendi mevcudiyetinde tefekkür ederse, o aktif bir temaşa olmuş olur; Allah’ı tek başına tefekkür eder ise (ki bu O’nu, O’ndan gelen herşeyden beri kılmakla mümkündür), o halde temaşası vasıtasız bir şekilde Allah’a göre pasif bir konumdadır. Sonuçta, kişinin Allah’ı kadında temaşa etmesi en mükemmel olanıdır, zira Allah hem aktif, hem de pasif olduğundan, hangisi temaşa edilirse edilsin, temaşa edilen sonuçta Allah olacaktır. Şu nedenle: Peygamber Efendimiz (salat ve selam üzerine olsun) kadınları, Allah’ı en mükemmel şekilde tefekkür etmenin aynaları olduğu için sevmiştir. Kimse Allah’ı (hissî veya manevî) bütün desteklerin yokluğunda tefekkür edemez, zira Allah, Zât-ı Mutlak’ında bütün âlemlerden müstağnidir. Fakat, İlâhî Hakikat, (Zât’a) izâfeten idrak edilemediği ve sadece sıfatlarda tefekkür (şehadet) bulunduğu için Allah’ın kadında tefekkür edilmesi en mükemmel olanıdır; yine duyulur âlemde bu tefekküre mesned teşkil eden en kesif vahdet de nikah akdidir.”(8) (S.57)

“İslâm cinsiyetlerin birbirleriyle çatışan değil, birbirlerini bütünleyen şeyler olduğunu gösteren bir insanlık düzeni getirmiştir. Toplum ve aile temelinde, mümkün olan en büyük istikrarın bulunduğu, erkek ve kadınların aile yapısına mümkün olan en üst düzeyde bağlı olduğu ve evliliğe dinî bir vazife anlamı kazandıran bir sosyal düzen vardır İslâm’da.”

“İslâmî sosyal düzenin başardığı şey, temelinde insanların bulunduğu ve sonunda insanı mükemmelliğe ulaştıracak mümkün olan en büyük dengeyi kurmaktır. Yoksa, muhakkak ki, çok-eşli bir ailede yaşayanlar da, bugün herkesin her istediğini yaptığı ve isteğine göre hareket ettiği, hatta ‘özgür’ insanların atomize varlıklar gibi yaşadığı tek-eşli evliliklerdeki gibi mutsuz olabilirlerdi. İslâm’da, herkesi mutlu etmek bir gaye olmamıştır; çünkü bu, dünyada gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydir.”

“Asıl gaye, Allah’ın yeryüzündeki halifesi (halifetullah) olan insanı en verimli bir şekilde yaşatacak ve insan hayatı denilen bu geçici yolculuk sırasında O’nun Kudreti’nden haberdar olarak yaşanacak ahenk ve dengenin hakim olduğu bir düzen oluşturmak olmuştur.” (S.58)

“Cinsellik, sadece biyolojik bir durum olmayıp, aynı zamanda belirgin bir metafizik öneme de sahip olduğu için(11), İslâm insan hayatındaki bu önemli unsurun olumsuz yönünden çok olumlu yönünü vurgulamıştır.” (S.59)

“Peygamber’in bazı hadislerinde kadınlar gibi giyinen ve hareket eden erkeklerin veya aynı şekilde kadınların ortaya çıkışının kıyamet alâmetlerinden

olduğu söylenmektedir. İslâm’da, erkek ve kadının ikisi de Allah’ın kulları olarak görülür, her birinin O’nun İsim ve sıfatları’ndan birini tezahür ettirdiği ve Allah’ın onlara takdir ettiği ve insan varlığının gayesi kıldığı kemal ve âhengi, onların bütünleyici beraberliklerinde gösterdiği fikri mevcuttur.” (S.59-60)

“Bunların özeldeki uygulamaları İslâm’ın geliştiği ve yayıldığı kültürel ve sosyal mecralara göre çeşitlenmektedir. Meselâ, bir Malezya kadınının güzelliğini gizleme tarzı, bir Suriyeli, Pakistanlı veya Senegalli kadınınkinden çok farklıdır; hatta aynı ülke içinde bile köylüler, göçebeler ve şehirlilerin örtüleri (hicab) hiçbir zaman aynı olmamıştır.”

“İslâm dünyası seçkin birer dini ve fikri şahsiyet olan kadınlara her zaman sahip olmuştur; kâmil bir velî olan Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma (r.a.), kendisinden bir çok hadis rivayet edilen Peygamberimiz’in eşi Hz. Âişe (r.a.), kardeşi Hz.Hüseyin’in (r.a.) Kerbelâ’da şehid edilmesinden sonra Yezîd’e karşı İslâm tarihinin en beliğ konuşmalarından birini yapan Peygamber’in torunu Zeyneb (r.a.), müslüman velîlerin en büyüklerinden olan Râbia (r.a.) ve fıkıh konusunda büyük bir bilgiye sahip Seyyide Nefise (r.a.) bunlardan bazılarıdır.” (S. 60)

“Kur’ân’da erkeklerin kadınların üzerine hâkim oldukları bildirilmiştir, ancak bu erkek iki ayaklı bir hayvan değildir. Aksine, ona bu görev Allah’ın imam’ı ve ruhu O’na döndürülecek bir halife olarak verilmiştir. Bir anlamda erkeğin ruhu, hanımına iyi bir eş ve çocuklarına da iyi bir baba olabilmesi için Kutsal Ruh’un dostu olmak zorundadır. Kadının erkeğe isyanı, erkeğin Allah’a olan isyanından önce değil, sonra olmuştur.”

“İslâmî vecibelerin her iki cins için de geçerli olduğunu Kur’ân şu şekilde beyan etmektedir:

Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, doğruyu söyleyen erkekler ve doğruyu söyleyen kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a) saygılı erkekler ve (Allah’a) saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; Allah bunlar için bağış ve büyük mükafat hazırlamıştır. (13) (Ahzab, 35)” (S.61)

“Allah-u Tealâ onlardan da, ibadetlerin varlık nedeni olan en yüksek manevî dereceye ulaşmaya çalışmalarını istemektedir. Tasavvufi pratiklere kadınlar da katılmışlar ve tarikatların her zaman pek çok kadın müridi olmuş, hatta bunlardan bazıları velâyete ulaşarak mürşid bile olmuştur.” (S.61-62)

“Allah’ın İsm-i Âzam’ında ne dişilik, ne de erkeklik vardır, ancak hiç kimse doğduğu cinsiyetin olumlu unsurlarını kendi varlığıyla bütünleştirmedikçe, o İsm’in iç mahremiyetine nüfuz edemez.”

“Cinslerin, birlik ve bütünleyiciliklerinden doğan dengeye karşı isyanları, modern insanın Allah’a isyanının hem bir yardımcısı, hem de bir sonucudur.”

“İki cinsin sahip olduğu belirgin ve ayırıcı özellikleri ve bu tarafsız kozmik gerçekliğe dayanan Kutsal Kanun’u reddetmek demek, insanî seviyenin altında yaşamak, yani ârızi bir insan olmak demektir. Bu ise, kadın ve erkeğin ebedî hayatını, güya dünyevî bir adalet uğruna feda etmek ve ondan taviz vermek anlamındadır.” (S.62)

**********************

“İSLÂM VE MODERN DÜŞÜNCE ÜZERİNE”

“Homo İslamicus, öncelikle Allah’ın kulu (abd’ Allah) ve onun yeryüzündeki halifesidir (halifetullah fi’l ard). (14) O, tesadüfen konuşabilen ve düşünebilen bir hayvan değil, Allah tarafından yaratılmış bir ruh ve nefse sahip olan bir yaratıktır.”

“İnsanın yeryüzünde hükmetmesi, kendisi için değil, bütün yaratıklardan üstün olduğu ve Allah’ın halifesi olduğu içindir. Bu yüzden, yaratılmış düzenin Allah’a karşı sorumlusu odur ve Allah’ın yaratıkları içinde bir de rahmet vesilesidir.” (S.113)

“Ayrıca meşhur “Nefsini bilen Rabbi’ni bilir” (men arafe nefsehu fekad arefe rabbahu) hadisine göre, Allah’ı bilmenin anahtarı olan kendi iç benliğinin bilgisine, içsel bilgi imkânına da sahiptir.”

“İnsan melekelerinin duyular ve akılla bağımlı ve sınırlı olmadığını; varlığının bütününü yeniden kazanması ve Allah’ın ona verdiği bütün imkânları kullanması için yeterince kabiliyete sahip olduğunu, manevî dünyanın ışığıyla akıl ve mantığının aydınlatılabileceğini ve Kur’an-ı Kerim’in görülemeyen alem (âlemu’l gayb) olarak adlandırdığı o manevî ve düşünülür (ma’kul: intelligible) dünyanın bilgisini doğrudan edinebileceğinin bilincindedir.”

“Şüphesiz bu anlayış, modern insan telâkkisinden bütünüyle ayrıdır; modern insan tamamen dünyevî bir varlıktır, kâinatın hâkimidir, kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu değildir ve İslâm’ın insan anlayışıyla kesinlikle bağdaştırılamaz.” (S.114)

“İslâm’da insan, homo sapiens (akıllı insan) ve homo faber (üreten insan) olma işlevlerini Allah’a karşı isyan eden bir yaratık olarak değil, O’nun kulu sıfatıyla yerine getirir. Onun işlevi kendini değil, Rabbi’ni yüceltmektir ve en büyük gayesi de, kendisinin Allah’ın Esmâ ve Sıfatları’nın bir aynası olmasını sağlayacak ve bunların tecellisini dünyaya yayacak bir kanal olan fenâ’yı gerçekleştirmek, yani ‘hiç’ olmaktır.” (S.114-115)

**********************

“İSLÂM DÜNYASI: MEVCUT TEMAYÜLLER

VE   GELECEKTE  ALACAĞI  ŞEKİLLER”

“Dünyanın İslâmi denilen bu kısmında sahnede çok karmaşık güçler ve hareketler vardır. İslâm dünyası ve İslâm düşünce dünyası hiçbir şekilde birbiriyle özdeş değildir ve herhangi bir ilmi analiz uğruna birbiriyle karıştırılmamalıdır.” (S.320)

“İslâm’ın dinî kâinatı içinde, her ne kadar her katagoride bir çeşitlilik gözlemlenebilirse de, dört kategori halinde sınıflandırılabilecek çok sayıda faktör ve faaliyet şekli tesbit edilebilir. Bu genel kategoriler aşağıdaki şekilde sıralanabilir: modernizm, mehdicilik, ‘fundamantalizm’ ve geleneksel İslâm.”

“Terimlerin en bulanığı olan modernizm, bir onyıldan diğerine muhteva değişikliğine uğramaya devam ediyor.” (S.321)

“Modernist okullar, İslâm’ı Batı düşüncesinin hümanist ve rasyonalist temayüllerinin ışığında yeniden yorumlamak isteyenlerin, kendilerini Batı’da hakim liberalizm paradigmasıyla birleştirenlerin ve Marksist dünya görüşüne kapılan ve II.Dünya Savaşı’nı takip eden on yıllarda sayıları artan diğerlerinin okullarına kadar uzanır.”

“Batı karşısında genellikle bir aşağılık duygusuna ve Batılı herşeyi taklit etme arzusuna dayalı bu ilk reformcular, Batı modelinin geçerli ve dünyaya egemen olduğu sürece çok güçlü bir faktör idiler.” (S.322)

“Mehdicilik (messianism), İslâm’da daima var olmuştur ve İslâm ümmeti kendi değer ve anlam dünyasını bir tehlike içinde gördüğü her zaman kendisini göstermiştir.” (S.323)

“Geleneksel müslümanların ancak kıyametten hemen önce gelecek olan Mehdi’nin kendisinin, yeryüzünde İlahi Düzen’in tesisini amaçlayan gerçek bir dinî devrim yapabileceğine inanmalarının nedeni budur. Yaşanılan dünya daha tehlikeli bir yer olduğu sürece ve özellikle Müslüman toplumlar kendi varlıklarını dört bir taraftan kuşatmış yabancı güçler tarafından tehdit edilmiş olarak gördükleri sürece bir mehdilik dalgası, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in âhir zaman alametleri hakkındaki bazı sözlerine uygun olarak mutlaka kabaracak ve yükselecektir.”

“ ‘Fundamentalizm’ terimi tümüyle farklı çağrışımlara sahip bulunduğu Hıristiyanlıktan alınmıştır.” (S. 324)

“Bu akımlar görünüşteki Batı karşıtlığına rağmen, çeşitli İslâm dillerinde böyle bir terim bulunmadığı için özel bir bağlama sahip bu sözcüğü keşfederek kendilerine ‘fundamentalist’ demektedirler.” (S.325)

“Yakın bir gelecekteki eğilimleri belirlemesi muhtemel güçleri daha iyi anlayabilmek için, Batılı araştırmacıların ‘fundamentalist İslâm’ dedikleri şeyle geleneksel İslâm arasında bir ayırım yapmak elzemdir. ‘Fundamentalist’ diye nitelenen hareketlerin ortak olarak sahip bulundukları şey, Batı kültürünün şiddetli saldırısı karşısında kültürel ve dinî bir hüsran ile İslâmî kimliklerini yeniden vurgulamalarıdır. Fakat onların ortaklıkları bu noktada biter, çünkü amaçlarına ulaşmaya çalışırlarken bazıları Batı’dan aldıkları devrimci ‘argo’ya başvurur;diğer bir kısmı İslâm’ın, artık erişilemez durumdaki aslî saflığı adı altında bütün bir İslâm düşünce ve maneviyat geleneğini ortadan kaldıran püritan ve rasyonalistik bir yorumundan medet umarlar.” (S.326)

“Bu hareketlerin bir çoğuna, barış, sükûn, uyum ve İslâm’ın genellikle başlangıçtan itibaren hakiki özelliklerini karakterize eden, hem Kur’ân’a, hem de Peygamber (s.a.v.)’in şahsiyetine sinmiş bulunan objektiflik yerine, intikamcı bir düşmanlık, daimi bir fesat ve kör bir şiddet hâkimdir. Bu hareketlerin birçoğu İslâm’a onun tarihteki gücünü iade etmeye çalışırken, İslâm’ın bizzat kendi tabiatını çirkinleştirirler.” (S.326-327)

“Bundan başka onlar kapılarını, ‘dinî cehd’ adı altında, İslâm dünyasının gerçekten karşılaştığı problemler ve tehlikeler konusundaki bütün fikrî çabalara ve mantıkî tartışmalara kapatmaktadırlar.”

“İdeoloji, Arapça ve Farsça’ya tercüme edilemeyecek ölçüde Batılı bir kavramdır. İslâm’ın kendisi bir kez, her şeyi şamil bir din olarak değil, daha çok modern anlamda belirli bir hareketi veya rejimin ideolojik bir payandası olarak, sözkonusu hareket veya rejime hizmet eden bir ideoloji olarak yorumlandı mı, o zaman bu hareket veya rejimin başarısızlığı, İslâm’ın kendisine de yansıyacak demektir. Bu durumda insanlar hem imanlarını kaybedecekler, hem de kendilerini İslâmî diye takdim eden güçlerin fiili yapısından şüphe duymaya başlayacaklardır.” (S.327-328)

“Modernizmin dalgalarına püritan tepkilere, mehdiciliğe, şiddete dayalı ve devrimci ya da teolojik bakımdan sınırlı ‘fundamentalizm’ türlerine rağmen geleneksel İslâm yaşamaya devam etmektedir.”

“Tarikatlar, ölmek şöyle dursun, derunî bir canlılığa sahiptirler ve bu tarikatlar içinde birkaç manevi üstad da bulunabilmektedir.”

“Dahası, zikredildiği üzere, son yıllarda İslâm geleneğinin bütününe bağlı olan ve bu geleneği savunan, fakat aynı zamanda kör bir inanç ya da basit bir slogana ve retoriğe başvurmaktan çok, Batı dünyasını derinliğine bilen ve modern dünyanın ortaya çıkardığı problemlere İslâmî perspektiften fikrî cevaplar verebilen (ve bunun için kendilerine gelenekselci (traditionalist) denilen) yeni bir araştırmacılar ve düşünürler sınıfı ortaya çıkmıştır.” (S.328)

“Geleneksel İslâm, özellikle insanla Allah arasındaki doğrudan bağlantı ve merkezi bir dinî otorite eksikliği üzerinde yaptığı vurguya ek olarak bizzat İslâm geleneğinin tabiatı, günümüz dünyasında ayakta kalabilmek için azamî bir korumayı ihtiva ettiğinden, gelecekte de yaşayacaktır.” (S.328-329)

“Kesin biçimde belirtilmesi gereken şey, zayıflamış olmasına rağmen İslâm geleneğinin hem dış, hem de iç boyutlarıyla çok canlı olduğu ve tarihinin bu noktasında, onun adını taşıdıkları halde bazıları ona ve diğerlerine açıkça muhalif, gerçekte başka bir yapıya sahip, içte ve dıştaki çeşitli güçlere tepkide bulunması gerektiğidir. Ne olursa olsun İslâm geleneğinin diriliği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vadettiği üzere Kıyamet Günü’ne kadar yaşayacaktır.” (S.338)

***