Tasavvuf Yoluna Giriş

Rabbanî Tasavvuf Yoluna Giriş: İntisab-İnâbe-Biat

İSTİHARE: Tasavvuf yolunu talep eden kişi (tâlip) şeyhin huzûruna gelince, şeyh ona önce istihâreyi tavsiye etmeli, bu işin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını konusunda mânevî bir işâret aramasını söylemelidir. Tâlip üç defadan yedi defaya kadar istihâre yapar. Bu istihârelerden sonra talebinde bir tereddüt olmazsa, mürşid onun (intisap) işine başlar.

TEVBE: Önce ona tevbe yolunu öğretir ve iki rekat tevbe namazı kılmasını ister. Tevbe olmadan bu yola ayak basmak faydasızdır. Ancak tevbenin oluşması konusunda özet (tüm günahlara topluca tevbe) ile yetinir. Tafsîlini (tüm günahlardan ve kötü alışkanlıklardan teker teker tevbe ve uzaklaşmayı) zamana bırakır. Zîrâ bu (ilk) dönemlerde gayretler çok azdır. Eğer yolun başında tafsilli bir tevbe istenirse, onun oluşması için mutlaka bir süre gerekir. Bu süre içinde mürîdin talebinde bir gevşeme olabilir, talebinden uzak düşebilir ve belki tevbesini de sona ulaştıramaz.

İNTİSÂB: Tarikata veya başka bir şeye intisâb dört şekilde olur:

Bunlardan birincisi el almak, telkin, zikir, bir de teberrük maksadıyla veya sadece nisbet için hırka ve cübbe giymektir.

İkincisi, rivâyet almak ki bu, onların kitâblarm mânâsını anlamadan okumak şeklinde olup bu da yine ya teberrük maksadıyla veya sadece nisbet için yapılır.

Üçüncüsü, dirâyet almak ki bu da, sadece mânâlarını anlamak için kitâblarını halletmektir.

Dördüncüsü, müşâhede için, mücâhede yoluyla kendini tarikata alıştırmak, ahlâkını güzelleştirmek, hizmette terakkî etmek, tevhîdde ve bekada fânî olmaktır. Bunlar, mürîdlerde bulunması istenen en önemli husûslardır. Tarikatların çoğunun -bilhassa Nakşibendiyye ve Şâzeliyye’nin- takip ettikleri yoldur.

Yine intisâb için, tâbî olmak -az da olsa- onların hiziplerden (vird, zikir ve tesbihâttan) severek okumak sûretiyle onlara iştirak etmek gerekir. Bunun için Şâzelî demiştir ki: “Bizim hiziblerimizi kim okursa, onun bize hürmet etmesi, bizim de ona merhametle mııâmele etmemiz gerekir. Hatta sadece onlara değil, herkes için aynı muâmele söz konusudur.”

Şeyhle birlikte bulunmamak -menkıbeleri ve tarikatı kendisine tevâtürle ulaştıktan sonra- onun sevgisini azaltmaz. Hiç kimse kalkıp da “Ölen birisine nasıl uyulur!?” diyemez. (Eğer derse) biz şöyle cevâb veririz: “Biz, onun cismâni siıretine değil, ondan bize ulaşan yoluna ve güzel ahlâkına uyuyoruz. Nitekim biz, Allah’ın Resûlü’nü ve onun güzide ashabını da görmediğimiz hâlde seviyoruz. Allah’ın velîlerinden bir velîye intisâb eden kimsenin, onun yolunun kaidelerine ve diğer prensiplerine uyması gerekir. Bunu yaptıktan sonra, ona yolun incelikleri gözükür. Yine şunu da bilmelidir ki, bu kapı Allah’ın kapılarından biridir. Bu kapıda durmasının sebebi, kendisine isteğine göre bu kapıdan bir rahmet ve manevî bir nefha gelmesi içindir. Ama maksadı Allah’tan başkası olmamalı, Allah’ın râzı olacağını gördüğü hususlarda şeyhine tâzîmde bulunmalıdır. Çünkü, o olmadığı zaman Allah Teâlâ velîsine vekâlet eder, bulunduğunda ise onunla iktifâ eder.” (Câmi’, 17)
( Kaynak: Zafer Erginli, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.478-479)
***

***

İNÂBE: Arapça, tevbe edip dönmeyi ifade eder. Manevî eğitim almak isteyen kişinin, bir mürşide başvurup, tevbe ederek ona bağlanmasına inâbe denir. Türkçe’mizde, kısaca el almak tabiri kullanılır. İnâbe, aynı zamanda Kur’anî bir ifadedir. (Msl. bkz. Ra’d/27, Lokman/15, Sâd/24,34, Zümer/17, Mümtahine/4, Hûd/88, Şûra/10, Ğafir/13, Şura/13, Zümer/54).
Allah’a yönelene “münîb” denir. Bu bir çeşit tören ile; şeyhin huzurunda günahlarına tövbe etmek, yalan söylemeyeceğine, hırsızlık yapmayacağına, zina vs. gibi kötülükleri işlemeyeceğine söz vermek şeklinde olurdu. Buna bey’at da denir.

Nakşibendîlerde bu merasim eskiden şöyle yapılırdı. Hak yoluna gidecek kişi, önce mürşidini arar, bulur ve ondan tarikat alır. Ondan sonra, bu yoldaki rehberinin eşliğinde manevî eğitime koyulur. Hak yolunda çok tehlikeli geçitler, geçilmez derin sular vardır. Sâlik bu yüzden şefkatli bir arkadaşa, tarikat kurallarını tanıyan, bilen bir arife yakın olmadıkça vuslata (ihsana, Allah’la sürekli birliktelik bilincine) eremez. İşte bu yüzden “er_refik sümme’t-tarik” (önce arkadaş sonra yol), “rical (arif velî) den tarik almayan, muhalden muhale yuvarlanır”. “Şeyh’in irşad etmediğini şeytan yönlendirir” gibi sözler söylenmiştir. Kamil bir şeyh’in zikir telkini (zikrin nasıl yapılacağını öğrenmek) şu şekilde olur:

Şeyh önce sâlike istihare emreder, kendi de istihare eder. Bu istihareler muvafık (uygun) olursa, şeyh sâlike gusül abdesti almasını rica eder. Zira Hz. Peygamber Efendimiz (s) böyle yaptırırdı. Şeyh ve sâlik, beraberce iki rekat namaz kılar, ardından yetmiş defa “estağfirullah el-azîm” yüz kere “sübhanallahi ve bihamdih” derler. Sâlik Allah rızası için bir fakire sadaka verir. Sonra şeyhin huzuruna gider. Şeyh onu diz üstü karşısına otutturur, sonra sâlike bütün küçük ve büyük günahlardan, kötü ahlâktan, gafletlerden tevbe ettirir. Bu nasuh (kesin) tevbesidir. Sonra şeyh, sâlikten ödenmesi gerekli kul haklarını ödemesi için söz (ahd) alır.

Ondan sonra sâlikin sağ elini alır, musafaha eder gibi tutar. Sâlik farz, vacib, sünnet, âdâb, azimetle amel etmek için söz verir. Ardından şeyh, şu âyeti okur: “Sana bi’at edenler, muhakkak Allah’a bi’at etmişlerdir. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim bağlılığını bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği söze bağlı kalırsa, Allah, ona büyük bir ödül verecektir.” (Feth/10).

Âyet bitince şeyh ve sâlik birlikte üç defa şu istiğfarı okur: “Estağfirullah el-azîm ellezî lâilâhe illâ hu, el-Hayya’l-kayyûm Gaffaru’z-zünûb ve etûbu ileyh ve es’elühü-tevbete ve’l-mağfirate ve’lhidayete lenâ innehü hüve’t-Tevvâbûr-Rahim, tevbete abdin zâlimin li-nefsihi darran ve la nef’an ve la mevten ve la hayaten ve la nüşûrâ.” Sonra şeyh ve sâlik, ellerini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini yumarlar. Ardından şeyh, “Allah” ism-i celâlini kalbiyle sâlikin kalbine telkîn usulüyle üç kere zikreder. (Sanki sâlikin ruh toprağına, Allah tohumunu diker). Bu iş de bitince, birlikte Allah’a el açarlar, şeyh dua eder, sâlik “âmin” der. Dua biter, eller yüze sürülür. Artık sâlik, yola ilk adımını atmıştır.

İNABE ALMAK: Bir şeyhe intisab ile, onun müridi olmak anlamında kullanılan bir tâbir. Buna “el almak”, “filan şeyhten inâbe almak” “filan tarikata inabe etmek” denir. İnâbe kelimesi Osmanlıca’da “inâbet” şeklinde kullanılmıştır.

İNABE VERMEK : Bir mürşidin bağlı olduğu maneviyat yolunu, isteyen kişiye telkin etmesine inâbe vermek denir.

Dikkatle bak, üstadın olan hâne haraba

Ehlinden al, ister isen eğer almak inâbe

İhsan Hamâmîzâde

(KAYNAK:EC)
***

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’ye Göre İntisab (Şeyhe Bağlanma) Şekilleri

6.4- İNTİSAB (BAĞLANMA):

Bilesin ki; tarîkata intisab, tarîkatı kabullenme dört şekilde olur:
1. Ellerin birbirine kavuşması (musafaha), zikir telkini, nisbet veya teberrük için yapılması icap eden hususlar,
2- Rivayet yolu ile intisab, bu ise mânâsını anlamasa da mürşidin kitaplarının okunması ile olur. Bu da bazı kere teberrük ve yalnız nisbet için olur.
3- Dirayetin yolu ile intisab. Bu da kitaplarının mânâsını çözmek ve anlaşılır hale getirmekle olur ki, bir nevi intisabdır.
4- Kâmil bir mürşidin yanında güzel ahlâk edinmek, müşahede için mücahede ile hizmette ilerlemek, Tevhidde fâni olmak ve bakî olmak için bulunmaktır. Bu ise olması istenen en yüce istektir.

İşte tarîkatların çoğunda intisab bunlar üzerine kurulmuştur. Özellikle Nakşibendilik ve Şâzelî tarîkatı böyledir.

Az bir şeyde de olsa sevgi ile beraber hiziblerinden bir hizibi (virdi) okumak gibi bir şeyle tarîkata tabi olmakla İNTİSAB sahih olur. Onun için Şâzelî (K.S) buyurdu ki; “Bu hizbimizi okuyana bizim üzerimize olan ne ise ona da olur. Yani bize hürmet ediliyorsa ona da hürmet vardır. Ve bize rahmetten ne varsa veya bunlardan daha da umumisi ona da vardır. Bu her şey için geçerlidir.”

Bilesin ki; bir şeyh ile bir araya gelinmemesi (onu görmemek), eğer onun menkıbeleri ve tarîkatı hakkında bilgi tevatürle (dürüst olarak) bizlere ulaşmışsa ona muhabbete bir ziyan vermez. Bir kimsenin, ölmüş bir kimseye nasıl tabi olunur demesi doğru olmaz. Biz deriz ki; biz onun tarîkatından ve güzel ahlâkından bize ulaşana ittiba ederiz; yoksa onun cismine ve suretine değil. Biz Resûlullah’ı ve ashabını görmediğimiz halde nasıl seviyorsak bu da öyledir.

Allah’ın evliyasından bir veliye intisab eden kimseye, onun tarîkatının esaslarında ve teferruatında da ona benzemesi gerekir. Daha sonra onun inceliklerine doğru seyir başlar.
Sâlik şöyle kanaat eder ki: Muhakkak ki bu kapı, Allah-ü Teâlâ’nın kapılarından bir kapıdır. Bu kapıdan muradına göre rahmet ve esinti gelmesi için bekler. Bu durumda maksadı Allah-ü Teâlâ olsun başkası olmasın. O kapıyı büyükleyerek yüceltir ve bunda Allah-ü Teâlâ’nın rızasını gözetir. Çünkü Allah-ü Teâlâ velisinin bulunmadığı zaman yerine vekalet eder. Allah’ı arayanlar O’nu bulanı bulurlar ve O’nun hazinesinin zenginliğine ererler.

Bilesin ki; Benzemek 3 şeyde olur. 1- Din, 2- Ahlâk, 3- Amel.
Onlara giyinişle benzemek, bazı zararların giderilmesi ve bunun gibi şeyler için caizdir. Âyet meali: “Ey Peygamber; Sen zevcelerine ve kızlarına ve müminlerin kadınlarına de ki; Başörtülerini üzerlerine alsınlar…”

İşte sûfiler içine girmek, onlara benzemek için ve hırka giyinmek başkalarından ayrılmak içindir. Yalnız bu giyiniş ve onların içine girmek, büyük günah ve aşağılık küçük günahlardan sakınmak şartiyledir.

Sonra beğenilen ve kendisine dayanılan kimsenin, sevilmesi ve hürmet görmesi, halk arasında ona makbuliyet havası olması ve kalplerde ona hürmet bulunması gerekir. Hiçbir kimse yoktur ki onu görürse ona ancak hürmet ve tazim etmesin.

CAMİ’UL USÛL / Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (K.S.)
Mütercimi: Hüsameddin Fadıloğlu, s.34-35, İstanbul-2007

***

BİAT:  BEY’AT – İNABE – İNTİSAB / Prof. Dr. M. Esad COŞAN rh.a.

SORU: İnâbe ve bey’at nedir, aralarındaki fark nedir? Dindeki konumları nedir?

CEVAP: İnâbe, Allah’a dönmek demek… Münîb, derler, inâbe eden kimseye… Tevbe de dönmek demek… Tevbe ve inâbe, yanlış yolu bırakıp Allah’ın sevdiği yola yönelmek demektir.

İnâbe, bir insandaki iç değişikliğini sembolize ediyor, onu gösteriyor.

Bey’at ise; bir mürşide, bir şeyhe gidip onun eğitimini kabul ettiğini, onun ustalığını, hocalığını kabul ettiğini bildirip, “Ben sana tâbîyim!” demektir. Bey’at bir anlaşmadır, sözleşmedir. Hattâ el tutularak yapılır.

Peygamber Efendimiz’in sahâbesi (Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn), Peygamber Efendimiz’in yanına gitmiş, elini sıkarak sözleşmişlerdi.
-Nerede?..
Birinci Akabe Bey’ati, İkinci Akabe Bey’ati, Hudeybiye Bey’ati gibi umûmî bey’atler var… Şahsî bey’atler var, grup bey’atleri var… El tutarak söz vermek sûretiyle… Kadınların bey’ati var, erkeklerin bey’ati var…

Bey’at demek, sözleşme demek… Yâni, hukûkî bir form kazandırıyor inâbesine, dönüşüne… Ve birisine bağlandığını ifade ediyor. Fark budur aralarında…

Dindeki konumları:

Peygamber Efendimiz (SAS)’e bey’at etmeyi ayet-i kerimeler bildiriyor:
(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) [Muhakkak ki sana bey’at edenler gerçekte Allah-u Teala’ya bey’at etmişlerdir.]
(İzâ câekel mü’minâtü yübâyi’neke alâ en lâ yüşrikne billâhi şey’en) [Mü’min hanımlar Allah’a hiç bir ortak koşmamak üzere bey’at etmek için sana geldikleri zaman…] gibi ayet-i kerimelerde mübâyaa vardır.
(Lekad radıyallahu anil mü’minîne iz yübâyiûneke tahteş şecereti) [Allah ağaç altında baş eğerek sana bey’at eden mü’minlerden râzı olmuştur.] ayet-i kerîmesi gibi ayet-i kerimeler vardır. Yâni, Kur’an-ı Kerim’den bir hakikattir. Elbette o devrin insanının Peygamber Efendimiz’e bağlanması gerekli idi. Kur’andandır, dinin esaslarındandır.

Bu zamanın insanı ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz var iken, bir müslümanın Peygamber Efendimiz’e bağlanması gerektiğini hepimiz kabul ediyoruz, itiraz duygusu gelmiyor içimizden… Peygamber Efendimiz’den sonra ne olacak?..

Ne olduğuna bir bakalım: Peygamber Efendimiz’den sonra Ebûbekir Sıddîk Efendimiz’e bağlanılmıştır. Ondan sonra, Hulefâ-yı Râşidîn’e bağlanılmıştır. Ondan sonra, bir zorbalık devri gelmiştir. Medine-i Münevvere’nin mescidinin kapılarında silâhlı askerlerin durup, “İlle Emevî hükümdarına bey’at edeceksiniz! Etmezseniz kafanızı keseriz!..” diye zorbalıkla, zorla tâbî kılmaları olmuştur. Tabii, bu esas bey’at değildir.

Bu bakımdan, alimler ile yöneticiler arasında zaman zaman çeşitli ihtilâflar çıkmıştır. Haccâc-ı Zâlim Mekke-i Mükerreme’yi muhasara edip, Abdullah ibn-i Zübeyr’i şehid etmiştir. Yezid ibn-i Muâviye zamanında, Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hüseyin Irak’a çağrılmışken, çoluk çocuğu ile beraber katliama uğratılmıştır.

Tabii, o zaman onlara yapılan bey’at, sağlam, hakîkî ve kalbi rahatlatan bir bey’at olmuyor. O zamandan itibâren evliyâullaha, din alimlerine bey’at etmişlerdir ve edilmesi gerekir.

SORU: İslâm ümmetinin bir tek lidere bey’at etmesinin hükmü nedir?

CEVAP: Bütün ümmetin bir lidere bey’at etmesi gerekir. Buna imâmet-i kübrâ veya hilâfet makamı derler. İslâm’ın ilk zuhurunda öyle oldu. Asırlar geçtikten sonra bir ara öyle olmuş gibi idi. Sonra halifelik lağvedildi.

Bu durum şimdi fiilen öyle değil… Namaz kılmak farz olduğu halde, insanların namaz kılmadığı gibi bir durum… Böyle bir lideri müslümanların mutlaka edinmesi lâzım!..
Bu bağlanılan şahıs, alim olacak, kâmil olacak, fâzıl olacak, bilgin olacak… Bir çok vasıfları olması lâzım!..

SORU: Bey’at kimlere yapılır, intisab kimlere yapılır; açıklar mısınız?

CEVAP: Kur’an-ı Kerim’de bu kelimelerin hepsi de Peygamberimiz hakkında kullanılmış olabiliyor:
(Ellezîne yettebiûner rasûlen nebiyyel ümmiyye) ayet-i kerimesinde ittibâ kelimesi geçiyor.
(İnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) “Sana bey’at edenler Allah’a bey’at etmişlerdir.” diye bey’at kelimesi geçiyor.
Demek ki, ittibâ olabilir, iktidâ olabilir, bey’at olabilir, mübâyaa olabilir. Kelimeler muhtelif kelimeler olabilir.

Şair şöyle diyor:
Kadd-i dildâra kimisi ar’ar dedi kimisi elif,
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif…

Uzun boylu kimseye kimisi elif boylu der, kimisi selvi boylu der, kimisi kavak gibi der; hepsi uzun boylu olduğunu demek istiyor.

Bu bey’attan, intisâbdan, ittibâdan, iktidâdan maksad, bir insanın bir başka insana bağlanmasıdır. Bu bir tane olur. Zâten bir kaç tane yere bağlılık olsa, bağlılık olmaz, arada kalır. Bir kolundan birisi çekiştirecek bu tarafa, öteki kolundan ötekisi çekiştirecek şu tarafa; olmaz böyle şey!.. İttibâ, iktidâ, bey’at, intisab hepsi bir yeredir. Tektir, bir tanedir. Peygamber Efendimiz’in zamanında da bir taneydi.

Peygamber Efendimiz’den sonra Hulefâ-i Râşidîn geldi, insanlar onlara bey’at ettiler. Hazret-i Ali Efendimiz’den sonra ihtilâflar çıktı. Ondan sonra Emevîler geldi, ondan sonra Abbâsîler geldi. Şöyle oldu, böyle oldu, derken işler karıştı. Zalimler ve kendisine ittibâ, iktidâ, intisab ve bey’at edilmesi hakları olmayan kimseler zorla bu işi yaptırdılar.

Zalim valinin adamları Medine-i Münevvere’nin kapılarına dikilmişler, ashâb-ı kirâmı tehdit etmişler: “Emevî hükümdarına tâbî olmazsanız sizi keseriz!” diye…

Şimdi bu gibi durumlar, zorbalık durumlarıdır. Aslında Peygamber Efendimiz’in varisleri İslâm’ı en iyi bilen alimler olduğu için, bey’at da, ittibâ da, iktidâ da, ittibâ da; ne kelime ile olursa olsun bağlanmak alimlere olacak. O da Allah rızâsı için, onlar Allah’ın dinini anlattıkları için olacak.

Böyle çeşit çeşit farklar ortaya atmak yeni çıktı. “Evvel yoğ idi iş bu rivâyet yeni çıktı.” Yoktu böyle bir şey, sonradan sonraya bir şeyler çıktı. Kendisi derviş, bu sefer kendisi bey’at almağa kalktı. Öyle şey olmaz ki! Şeyhi varken dervişin bey’at almaya hakkı yok ki!.. Yanlıştır.

(Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan rh.a.den nakildir.)
***

ZİKİR: Özet tevbeden sonra, mürşid tâlibe (mürîde) onun kâbiliyetine ve karakterine uygun bir zikir öğretir.

EĞİTİM: Onun işine yani mânevî gelişimine teveccüh edip ilgilenir, hâline iltifat eder, gözetir. Yolun (tarîkatın) âdâb ve şartlarını ona anlatır.

Kur’ân, sünnet ve selef-i sâlihînin görüşlerine tâbi olmaya teşvik eder. Bunlara tâbi olmadan maksada ulaşmanın imkânsız olduğunu bildirir. Kur’ân ve sünnete bir kıl kadar bile (azıcık) aykırı olan rüyâ ve keşiflere itibar etmemesini, aksine tevbe etmesini söyler. İnanç esaslarını, kurtuluşa erecek fırka olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ın görüşleri doğrultusunda düzeltmesini öğütler. Bilinmesi zarûrî olan fıkhî hükümleri (ilmihâl bilgilerini) öğrenmesini ve gereğince amel etmesini ısrarla belirtir. Çünkü bu tasavvuf yolunda inanç ve amelin iki kanadı olmaksızın uçmak ve ilerlemek mümkün değildir. Haram ve şüpheli lokmadan sakınmasını vurgulayarak söyler. Şeriatın fetvâsı izin vermediği sürece, her bulduğunu yememesini, her gittiği yerde sofraya oturmamasını söyler. Özetle, bütün işlerinde “Size peygamber neyi verdiyse onu alın, sizi neden men etmişse ondan da sakının” (el-Haşr, 59/7) âyet-i kerîmesini gözünün önüne diker, unutmaz.

HAL: Tâlipler iki hâlde bulunur. Ya keşf ve mârifet ehlidirler ya da cehl (bilememe) ve hayret.

Mertebeleri aştıktan ve önlerindeki perdeler kalktıktan sonra her iki grup da vâsıl yani Hakk Teâlâ’ya ulaşmış olur. Bu ulaşmada (vuslatta) biri ötekinden daha üstün değildir. Tıpkı birçok konakları ve durakları aştıktan sonra Ka‘be’ye ulaşan iki kişi gibi. Birisi yoldaki konaklama yerlerini izleyerek ve kâbiliyeti nisbetinde her birini bilerek gitmiş, diğeri ise yoldaki konaklardan gözü kapalı olarak geçmiş ve detaylı olarak öğrenmemiş, bu şekilde Ka‘be’ye ulaşmıştır. Yoldaki durakları bilme konusunda farklı olsalar bile, her iki şahıs da Ka‘be’ye varma yönüyle birbirine eşittir, birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Maksada ulaştıktan sonra her ikisinin de cehl (bilgisizlik, önceki bilgileri unutma, idrâk edememe) hâlinde olması gerekir. Çünkü Allah’ın zâtı hakkında bilgi sâhibi olmak, bilgiden âcizlik ve câhilliktir.

MANEVİ YOLCULUK: Şunu bilmek gerekir ki, seyr u sülûk (tasavvufî yolculuk) merhalelerini aşmak, on makâmı kat etmekten ibârettir. On makâmı aşmak da üç tecellîye yani ilâhî fiil, sıfat ve zât tecellîlerine bağlıdır. On makâmdan “rızâ” hâriç diğer dokuzu fiil ve sıfat tecellîlerine (tecellî-yi ef‘âl ve tecellî-yi sıfât) bağlıdır. Rızâ makâmı ise zât tecellîsi ve zâtî muhabbet ile elde edilir. Zâtî muhabbet (Allah’ı bir sebebe bağlı olmadan sırf O olduğu için sevmek) hâsıl olunca âşığın nazarında sevgilinin nîmeti ve elemi eşit olur (“kahrın da hoş, lütfun da hoş” der). Sonunda rızâ makâmı elde edilir ve (olayları) çirkin görme hâli ortadan kalkar.

Bu on makâmın tümüne tam anlamıyla ulaşmak, tam fenânın (yokluğun) kendisine bağlı olduğu zâtî tecellînin hâsıl olma vaktinde olur. Ancak dokuz makâma fiil ve sıfat tecellîlerinde ulaşılır. Meselâ tasavvuf yolcusu Cenâb-ı Hakk’ın kudretini kendi üzerinde ve bütün eşyâda müşâhede edip izleyince mecbûren tevbeye yönelir, korkar. Vera’ (yani haram ve şüphelilerden sakınma) yolunu tutar. O’nun takdîrine sabr eder, hiçbir şeye gücünün yetmediğini anlar. Nimetlerin gerçek sâhibinin O olduğunu bilip verenin ve alanın O olduğunu idrâk edince, çâresiz şükür makâmına gelir ve tevekküle ayak basar. Allah’ın lütuf ve şefkati tecellî edip ortaya çıkınca recâ (umut) makâmına gelir. Onun azamet ve büyüklüğünü müşâhede edip alçak dünyâ kendi gözünde hor ve îtibarsız olunca dünyâya îtibâr etmeme hâli ortaya çıkar ve fakrı (fakirlik ve Allah’a muhtaç olduğunu idrâk etme hâlini) tercih eder. Zühdü (dünya malına önem vermemeyi) alışkanlık ve karakter hâline getirir.

Şunu da bilmek gerekir ki, bu makâmları detayları ve sırasıyla aşmak, sâlik-i meczûb (yani önce tasavvuf yoluna giren sonra cezbe ile Allah’a yaklaştırılan) kişilere mahsustur. Meczûb-i sâlikin (önce cezbeye kavuşup sonra tasavvuf yoluna giren kişinin) bu makâmları aşması özet yoluyla ve topluca olur. Çünkü ezelî inâyet ve ilâhî yardım onu bir muhabbete bağlamıştır ki, o makâmları detaylı olarak ele alıp meşgul olamaz. O muhabbet ve ilâhî aşk içinde bu on makâmın özü ve hulâsasını en güzel şekilde elde eder. Öyle ki, onun elde ettiği şey, bu makâmlara tafsîlâtıyla sâhip olan kişiye bile müyesser olmamıştır.

Selâm, hidâyete tâbi olanlara.
_________________

KAYNAK: Prof. Dr. Necdet TOSUN
MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR) / İMÂM-I RABBÂNÎ / 10. Bölüm
SUFİ Kitap

***