Kalb-Nefs-Ruh / Prof. Dr. Robert FRAGER

KALB – NEFS – RUH

Prof. Dr. Robert  FRAGER

ART-enam59

Üçüncü Bölüm

Kendinizi Dönüştürme

Nefs tıpkı bir alev,
İçinde hem güzelliğin yüzünü
hem de gizli yıkıcı potansiyeli barındırır.
Her ne kadar rengi çok çekici ise de,
Yakıcıdır.

BAHARZİ 1

Bir derviş uzun bir yolculuk yapıyordu. Haftalarca yürüdükten sonra önünde tıpkı yüce bir dağ gibi dikilen dik bir tepeye denk geldi. Ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Biliyorsun, senin aşkına seyahat etmekteyim. Herşeyin ve herkesin dizgini senin elindedir. Lütfen bana bu tepeyi aşmama yardım edecek bir eşek gönder.”

(Bilenler derler ki, ihlas ile aşkıyla hareket edersek, Allah (c.c) ihtiyaç duyduğumuzda bize yardım edecektir).

O anda bir anırma sesi duydu ve çalılıkların arasından bir eşek çıktı. Allah (c.c)’a bu yardımından dolayı şükretti ve tam eşeğe binmek üzereyken bir Arap atına binmiş bir haydut çıkageldi. Haydut iriyarı, zalim bakışlı, kalın bıyıklı, kaşlı bir adamdı ve belinde bir piştol ile bir pala taşıyordu.

Haydut gürledi; “Aha! Bir derviş. Dervişlerden nefret ederim! Daima dürüstlükten, tevazudan ve başkalarına yardım etmekten söz edersiniz. Siz kim oluyorsunuz ki benim yaşama tarzımı eleştirmeye cüret ediyorsunuz? Ve işte bak! Kocaman bir adamsın küçücük bir eşeğe binmişsin. Aslında eşek senin sırtında olmalı. Evet, buldum! Yüklen eşeği sırtına.”

Derviş dehşet içinde hayduda baktı; “eşeği sırtıma mı alayım?”

Haydut elini palasına attı. “Sana eşeği kaldır ve sırtına al dedim!”

Derviş çaresiz uydu bu emre. Sonra haydut gürledi: “Şimdi, eşeği tepeye kadar taşı.”

“Tepenin başına kadar mı?”

Haydut tekrar palasına uzandı; “eşeği tepenin başına kadar taşı” diye emrini tekrarladı.

Derviş sırtında eşekle tepeye tırmanmaya başladı. Her geriye bakışında, haydutun eli palasında beklediğini gördü. Sonunda, harap-bitap düşen derviş tepenin zirvesine ulaştı. Eşeği yere indirdi ve ellerini tekrar semaya kaldırdı: “Ya Rab! Biliyorum Sen her şeyi görüyorsun ve her şeyi biliyorsun!”

Tıpkı zavallı derviş gibi, büyük bir kısmımız sırtımızda eşeklerimizi taşıyoruz.
Onları kendimiz için çalıştırmak yerine, nefsimiz için, benliğimiz için çalışıyoruz.
Allah (c.c) nefsin bize bir vasıta olmasını diledi ve elbette ki bunu tersinden anlayan biziz; Allah (c.c) değil.

Nefs Nedir?

Sufi psikolojisindeki en yaygın terimlerden birisi nefs, yani benliktir. Bu terim bazen “ego” ya da “ruh” olarak da tercüme edilir. Nefsin diğer anlamları arasında “öz” ve “nefes” de yeralır. Ancak Arapça’da nefs en çok “benlik” olarak kullanılır. Örneğin günlük sözcüklerde kendim ya da kendiniz yerine kullanılır. Sufi yazarların büyük bir kısmı nefsi; kötü huylar ve eğilimleri ifade etmek için kullanırlar. En alt düzeyinde iken nefs bizi dalalete götüren güçtür. Hepimiz yapmamız gerektiğini bildiğimiz şeyleri yapmak için mücadele ederiz. Ancak yanlış ya da zararlı olduğunu bildiğimiz şeylerden kaçınmak için daha fazla mücadele ederiz.

Neden mücadele ederiz? Eğer tek bir akıldan ibaret olsaydık, mücadele olmayacaktı. Ancak akıllarımız ayrıdır. Neyin doğru olduğundan emin olduğumuz anlarda bile, bir parçamız bizi aksini yapmaya zorlar. Bu parça alt benlik, özellikle nefsin en alt düzeyi olan nefs-i emmaredir.

Nefs, ruh ve bedenin karşılıklı etkileşiminin yarattığı bir süreç olarak çok statik bir psikolojik yapı değildir. Ne ruh ne de bedende özünde yanlış bir şey yoktur. Ancak ikisinin birleşimini sağlayan süreç sapabilir. Ruh bedene girdiğinde, soyut kökeninden kopar ve nefs şekillenmeye baslar. Böylece ruh maddi varlıkta hapsolur ve onun özelliklerini almaya başlar.

Nefsin kökü hem beden hem de ruhta olduğu için, hem maddi hem de manevi eğilimlere sahiptir. Başlangıçta maddiyat hakimdir; nefs dünyevi zevklere ve ödüllere düşkündür. Maddi olan şeyi doğal olarak maddi dünya cezbeder. Nefs dönüştükçe, daha çok Allah (c.c)’a yaklaşır ve dünyaya bağlılığı azalır.

Bir çok Sufi yazar Kur’an’daki referanslara dayalı olarak nefsin gelişiminin yedi farklı düzeyinden söz ederler. Bu bolum esas olarak Halveti-Cerrahi tarikatinin rahmetli şeyhim Safer Dal’ın açıklamalarına dayandırılmış, çeşitli kaynaklardan materyallerle ve kendi yorumlarımla desteklenmiştir.

İlahi İsimler (Esma-ül Hüsna)

Benliğin her bir aşaması ilahi isim veya sıfatlardan birisiyle ilişkilidir. Allah’ın güzel isimleri arasında meşhur olan doksandokuz isim vardır. Bu isimlerin tekrarı ve anlamlan üzerinde tefekkür edilmesi, her bir istasyonda nefsin hastalıklarının tedavisi için etkili bir ilaç olabilir. Halveti-Cerrahi tarikinde, bireysel zikir aşağıda sayılan isimleri içerir. Haftalık grup uygulamalarına ilave olarak, dervişlere her gün çeşitli isimleri zikretme görevi verilir.

Nefsin Dereceleri    İlahi İsim           Renk

1- Nefs-i emmare2   La ilahe illallah    Açık mavi

2- Nefs-i levvame     Allah (c.c)            Kırmızı

5- Nefs-i mülhime     Hu                         Yeşil

4- Nefs-i mutmaine  Hakk                     Beyaz

5- Nefs-i raziye         Hayy                      Sarı

6- Nefs-i marziye      Kayyum                 Siyah/lacivert

7- Nefs-i safiye         Kahhar                   Renksiz/siyah

Birinci aşama ile ilişkili ilahi isim, Allah (c.c)’tan başka ilah yoktur anlamına gelen La ilahe illallah’tır. Bu ifadenin birinci yarısı olumsuz şart oluştururken, ikinci kısmı teyittir; “Allah (c.c) yoktur, Allah (c.c) vardır”. Bir bakıma bu ifade, Zen Budizm’in sadece mantıkla anlaşılamayan koanları* gibi, tek başına mantıkla tam olarak anlaşılamaz.

* Zen Budizmini öğretme yöntemi. Bu yöntem paradoks seklindeki sorular ve karşılıklarından oluşur.

“Allah (c.c) yoktur”: sınırlı kapasitelerimizle Allah (c.c) olarak görebileceğimiz ya da tecrübe edebileceğimiz veya tasavvur edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. “Allah (c.c) vardır”: Allah (c.c) vardır ve her yerde ve her şeyde hazır ve nazırdır.

La ilahe illallah’ın derin anlamları; tasavvufun en ince hakikatlerini oluşturur. La ilahe illallah ibaresi ayrıca vahidiyet şifresi olarak da bilinir. Allah (c.c) dışında kutsal hiçbir şey olmadığını, bütün güç ve yaratıcılığın Allah (c.c)’a ait olduğunu teyit etmektedir.

Bir çok insan, sanki kendi kişilikleri Tanrı imiş gibi, kendi halet-i ruhiyelerini ve meyillerini izlemektedir. Her an başka bir yöne savrulmaktadırlar. Kur’an bu durumdan heva yani “kapris” olarak söz etmektedir. “Allah (c.c) ‘tan doğru bir delil getirmeksizin sırf kendi hevası peşinden gidenden daha sapkın kim olabilir?” (28.50).

Batı toplumu bireysel özgürlüklere büyük değer atfeder. Ancak bir çoğu için bu özgürlük, kendi yanlış yönlendirilmiş meyillerini izlemekten ibarettir. Paradoksal olarak, aslında manevi disipline tabi olma, gerçek özgürlüğün başlangıcıdır. Çünkü nefsin zulmünden kurtuluşun başlangıcıdır.

Asırlardır tasavvufun temel pratiği La ilahe illallah’ın tekrarı ve tefekküründen oluşmuştur. Nefs-i emmarenin dertlerinin merkezinde dünyevi zevklere düşkünlük ve imanın yokluğu yer almaktadır. Bu durumun çarelerinden birisi Allah (c.c)’in varlığının kavranması, yaşamın bu dünyadan ve onun zevklerinden ibaret olmadığının idrakine varılmasıdır.

Allah (c.c); en yüce isim olarak bilinir ve diğer isimlerin ifade ettiği bütün ilahi sıfatları içerir. Allah (c.c) kelimesinin bir anlamı “ibadete layık olan”dır. Nefs-i levvamenin ana hastalığı olan ikiyüzlülüğün ilacı; Allah (c.c)’a ibadet etmek ve kendi egolarımızı beslemek ya da ceplerimizi doldurmak için çalışmak yerine Allah (c.c) rızası için kainata hizmet etmektir.

Hû; sıfatlarından âri olarak bizzat Allah (c.c)’i ifade eder. Allah (c.c)’a çok yakın bir tarzda hitap etme yoludur. Bazı Sufilere göre; “h”, “Allah (c.c)” isminin son harfi olan “h”dir. Allah (c.c) ile bu çok yakın, sözsüz temas, kalpte bulunur. Nefs-i mülhime derecesinde küçük ve zayıftır ve daha sonraki her aşamada gittikçe buyur. Cenab-ı Hakk’la temas kurma nefs-i mülhimenin ilham kaynağıdır.

Hakk; hakikat anlamına gelir ve Allah (c.c) değişmeyen hakikattir. Bütün diğer hakikatler -zaman içinde değişir ve geçersiz hale gelir. Allah (c.c) dışındaki her şeyin değiştiği gibi- Nefs-i mutmainnenin huzuru dünyanın fani ve sürekli değişen eşyası yerine Allah (c.c) için çabalamaktan gelir. Nefs-i mutmainne derecesi, hakikati anlamaya başladığımız aşamadır.

Hayy; “diri ve devamlı hayat sahibi” anlamına gelir. Var olan her şey bu ilahi sıfatı paylaşır. Çünkü Allah (c.c) bütün eşyadaki yaşamın ve varoluşun kaynağıdır. Kainattaki herşeyin atomları bu isimle titreşir. İnsanların canlılık derecesi ilimlerine ve eylemlerine göre farklılık gösterir. Allah (c.c)’i herkeste
ve her şeyde Hayy olarak gören kimse nefs-i raziye makamına yükselmiş demektir.

Kayyum; “ezelden ebede kadar kaim, daim ve var olan” anlamına gelir. Allah (c.c)’in mevcudiyeti kendisinden başka hiçbir şeye bağlı değildir. Kainatta O’nun dışında her şey, yasamak için kendi dışında bir şeye ya da birisine muhtaçtır. Yalnızca Allah (c.c), ezeli ve ebedidir ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kainat Allah (c.c)’tan gayrı hiçbir şey olarak değil, yalnızca Allah (c.c) olarak görülmeye başlandığında, birey nefs-i marziye makamına ulaşmış demektir.

Kahhar; “her şeye kadir” ya da “her an kahretmeye muktedir” anlamına gelir ve Allah (c.c) ‘in her türlü engeli tamamen yok edebilen, direnilemezlik ve durdurulamazlık sıfatına işaret eder. Allah (c.c)’tan hiçbir şey kaçamaz ve milyonlarca evrenin tamamı O’nun önünde boyun eğer. Nefs-i safiye makamına ulaşabilmek için, ayrı bir “Ben”e dair bütün duyguların yok edilmesi gerekir. Bu nihai makama ancak Allah (c.c)’in sınırsız gücüyle ulaşılabilir.

Renkler

Nefsin her derecesine karşılık gelen renkler sıklıkla şeyhler tarafından dervişlerinin düzeyini değerlendirmek için rüya yorumlarında kullanılır. Örneğin, dervişler rüyalarında sarı giysi giydiklerini görürlerse, bu, onların nefs-i raziye merhalesinde cehd ettiklerine bir işaret olabilir. O zaman şeyh, Hayy virdini de, manevi görevlerindeki diğer değişikliklerle birlikte manevi pratiklerine dahil eder.

Nefs-i Emmare (Zalim Nefis)

Nefs-i emmare derecesi ayrıca “emreden nefs”, “kibirli nefs” veya “kötülüğe teşvik eden nefs” olarak da adlandırılmaktadır. Emmare teriminin sözlük anlamı “doğası itibarıyla ya da tekrar tekrar emreden” anlamındadır; bu nedenle bu aşama “rahat vermeyen nefs” aşaması olarak da adlandırılabilir. Zalim nefs bize egemen olmaya, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi kontrol etmeye çalışır. Ve maalesef genellikle de galip gelir. Genel olarak nefsten söz ederken bir çok Sufi yazar yalnızca nefsin en alt düzeyini kasteder. Kur’an bunu şöyle tanımlamaktadır: “… Çünkü nefs-i emmare, gerçekten ancak kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin esirgediği müstesna!” (12 : 53)

Kur’an’da emare (emretmek) fiili sıklıkla kullanılır. Bu genellikle Allah (c.c)’in emirlerini ifade eder. Örneğin “Allah (c.c) müminlerin yardımlaşırken cömert olmasını emreder”. Fiilin vurgulu hali olan emmare yalnızca bir kez, o da yukarıdaki Kur’an ayetinde kullanılmıştır. Allah (c.c) bize iyiyi yapmayı emrederken, içimizde bir şeyler bizi aksini yapmaya itmektedir. Zalim nefsin etkisi altında, alt benliğin emirleri Allah (c.c) ‘in emirlerinden daha etkili olur.

Nefs-i emmarenin egemenliği altında olanlar, dinin bütün zahiri biçimleriyle meşgul olabilirler; ancak bu başkalarını etkilemek için sergilenen tamamen içi boş bir gösteriden ibarettir. Bir şeyhin ifadesiyle; “Nefs ancak aldatmakla huzur bulur; Allah (c.c)’tan başka şeylerle sakinleşir, nefsler asla Allah (c.c)’in yoluna tabi olmayacaktır.”3

Birinci aşamada zekamız tarafından yönetiliriz. Bu kendimizden başka hiçbir şeye inanmayan zekadır. Ne pahasına olursa olsun mal ve güç kazanmaya ve egonun tatminine adanmıştır. Allah (c.c) sevgisi, vicdani bir uyarıcı ve hatta günah duygusu bile yoktur. Çünkü hiçbir vicdani ahlak bulunmamaktadır. Bunu pişmanlık duymadan aldatan, çalan ve hatta adam öldüren psikopatlarda açıkça görebiliriz.

Nefs-i Emmarenin Taleplerine Bağımlılık

Bu aşamada bulunan bir çok kişi zevkin esiridir. Örneğin cinsel mutluluk için neredeyse her şeyi yapabilirler; sağlığı ya da güvenliği düşünmeden mümkün olan herkesle cinsel temas kurabilirler. Sıklıkla onlara kötü muamele edenleri seçerler. Bu düzeyde, kontrol edilemez bir bağımlılığın egemen olduğu inkara bağımlılık kazanırız. Bir sorunumuz olduğunu kabul etmeyi dahi reddederiz. Gerçekten nefs-i emmaremiz tarafından kontrol edildiğimizi ve yaşamlarımızın aslında kendi kontrolumuz altında olmadığını kabul edene kadar hiçbir değişim ümidi yoktur.

Belki de bu düzeyin en kötü özelliklerinden birisi, uyuşturucular ve alkolden daha tehlikeli olan ve sıklıkla psişede daha derin biçimde kok salan; övülme ve dalkavukluğa bağımlılıktır.

Nefs herkesin dikkatini çekmemizi ve herkesin bizim hakkımızda iyi düşünmesini ister. Hiçbir zaman daha fazlasını istemekten vazgeçmez; hiçbir şey onun için yeterince iyi değildir. Eğer başkaları bizden hoşlanıyorsa, bizi sevmelerini isteriz. Eğer seviyorlarsa, kayıtsız şartsız itaat isteriz. Eğer bize itaat ediyorlarsa, tapınmalarını isteriz. Bu parçamız, kendisini öne çıkarmak için diğer yönlerimizi
yok eder. Sufi mürşidleri nefsin bu en alt düzeyini şu şekilde tanımlamaktadır:

Nefsin gizli kötülükleri ve hastalıklarından birisi takdir edilme aşkıdır. Kim ondan bir damla içerse, göz açıp kapayıncaya dek, yedi kat gökten yedi kat yerin merkezine doğru düşecektir. Bu hastalığın semptomu; nefsin övgüden yoksun kaldığında, tembelliğe ve lakaytlığa düşmesidir.4

Bu tür bir bağımlılık psikoloji literatüründe pek tanınmaz. Çünkü psikoloji teorisyenleri dahil, bir çoğumuz bu hastalıktan mustaribiz. Bu bağımlılığın tam içindeyiz; bu nedenle ne başkalarındaki ne de kendimizdeki bu hastalığı göremeyiz. Tıpkı sudan başka hiçbir şey bilmedikleri için, suyun ne olduğundan da habersiz
olan balıklar gibiyiz.

Hemen hemen hepimizde nefs-i emmarenin en azından bir kıvılcımı bulunur. Onu görebilmek için çok dikkatli bakmamız gerekir; çünkü zalim nefs bilinçtensaklanmada ustadır. Eski bir şeyhin dikkat çektiği gibi, eğer birisi “Sen ne kadar iyi adamsın!” dediği zaman bu sizi “Sen ne kadar kötü adamsın!” sözünden daha fazla mutlu ediyorsa, o zaman bilin ki siz hala kötü bir kişisiniz.

Her birimizin içinde bazen bizi yanlış işlere sevk eden zalim güçler ya da dürtüler vardır. Örneğin başkalarına bağırıp çağırırız; sevdiklerimizi incitiriz ve sahipolduğumuz en kötü düşmanlarmış gibi hareket ederiz. Sonra, neredeyse bunları yaptıktan hemen sonra, yaptıklarımıza gerekçe bulmaya çalışır ve yaşamlarımızın kontrolünün bizde olduğunu ileri süreriz. “Nefs tıpkı ateş gibidir. Bir yerde tam sönerken, daima başka bir yerde yeniden alevlenir. Nefs bir alanda sakinleştirilirse, başka bir bölgede yeniden alevlenir.”5

Zalim nefs genellikle bilinç dışında işler. Bizim sesimizle konuşuyormuş ve en içten gelen arzularımızı ifade ediyormuş gibi görünür. Bu nedenle ona nadiren direniriz; yalın güce nadiren başvuran usta bir hükümdar gibidir. Eğer hükümdarın otoritesi zaten kabul edilmişse, isyan ihtimali çok azdır. Zalim nefs, biz farkında olmadan bize hakim olur ve bu durum gerçekleştiğinde, onun etkisine karşı mücadele etmeyi bile denemeyiz. Ona isyan düşüncesi asla aklımıza gelmez. Çok sayıda insanın yaşamlarının büyük bir kısmını zalim nefsin egemenliği altında geçirmesinin nedeni budur.

Nefs-i Emmarenin Tanımları

Çeşitli Sufi mürşidleri benliğin bu aşamasının dinamiklerini şu şekilde tanımlamışlardır:

Seyr ü sülukun erken aşamalarında, kişi nefsin kontrol ve hakimiyetinde olduğu sürece nefs, nefs-i emmare olarak bilinir. Nefs, hala maddi doğamızda sağlam bir şekilde egemen olduğu bu aşamada, sürekli ruhu ve kalbi yüksek makamlardan aşağı makamlara, yani kendi düzeyine çekmeye çalışır. Kendisini daima başkalarının tapınmalarının nesnesi olarak sunar… Böylece yüce ruhu alçaltır ve safi kalbi hile ile kirletir.6

Bir çok halde, nefsin dışyüzü, içyüzünden farklıdır ve başkalarının huzurunda, yalnız başına olduğu zamandan farklı davranır. İnsanların yanında iken onları över, yüzlerine karşı dürüstlük gösterisi sergiler, onların yokluğunda ise tersini yapar. Bu sıfat ancak ihlas yoluyla nefsten silinebilir.7

 

Nefs, Allah (c.c)’in onu takdir edip etmeyeceğine aldırmaz; ama insanların takdirIerine inatçı derecede takıntılıdır. Sonuç; sahiplenme ve kibirin ve aynı zamanda küstahlık, kendini önemseme ve başkalarını küçümsemenin artmasıdır. Allah (c.c) o fiillerden hoşnut olsa bile insanların takdir etmediği şeylerden kaçınır ve görmezden gelir. Örneğin rnanevi fakr, acziyet ve zafiyet gibi.8

 

Nefs, sürekli sıfatlarının erdemleriyle meşguldür; memnuniyet ve saygı ile kendi hallerini düşünür. Kendisinin başkasına yaptığı en küçük şeyi bile önemli kabul eder; yıllar sonra bile hatırlar. Çünkü kendi nezaketine hayrandır. Ancak başkalarının onun için yaptığı büyük iyiliklere karşılık, yapılanlara hiç önem vermez, çabucak unutur.9

Neye sahiplenmek isterse ve arzuladığı neyse, nefs onu elde eder ve onlara tutunur… Bu sıfat güç kazandıkça, hasedi ve başkalarının malına göz dikmeyi doğurur. Nefs hiç kimsenin hiç kimseden hiçbir şey almasını istemez… Böyle bir haset güçlendikçe gareze dönüşür; Böylece nefs inatla, verilen nimetleri paylaşanları yok etmeye çalışır.10

 

Nefs hiçbir zaman değişmez. Sürekli heves ve kaprislerin esiridir… İstediği her şeyi çabucak bitirmekten ibarettir. Hareketleri keyfi  ve güvenilmezdir; arzularını karşılamada aceleci ve atılgandır. Bazı alimler nefsi bir yokuştan aşağı baş döndüren bir hızla yuvarlanan, sürekli hareket halinde olan bir topa benzetmektedirler. Nefs bu sıfattan ancak sabırla kurtarılabilir.11

 

 

Yukarıdaki alıntılarda sözü edilen nefsin, nefsin en alt düzeyi olduğu unutulmamalıdır. Bazı kimseler bu düzeyde sıkışır kalır. Bir çok insan ise, oldukça etik ve ahlaki yaşamlar sürmeyi becerir ve yalnızca zaman zaman zalim nefsin etkisine tutulur.

 

Negatif Benlik ile Gayret

 

Nefs-i emmare düzeyinde bulunan doymak bilmez negatif egoyu kontrol etmek kolay değildir. Yalnızca inziva ve çile yetmez. Aslında bu tür uygulamalar sıklıkla şişirilmiş bir gurur ya da kibire neden olur. Mutasavvıf Bayezid-i Bestami der ki; “İnsanla Allah (c.c) arasındaki en kalın perdeler irfan sahibi kimsenin irfanı, ibadet edenin ibadeti ve dindarın dindarlığıdır”.12

 

 

Tasavvufun Melami ekolü özellikle negatif egonun kontrolünde yoğunlaşmıştır. Uygulamalarının birisi de ünden ve övgüye veya özel bir tanınmaya neden olabilecek eylemler ve görünüşlerden kaçınmaktır.

Melami yaklaşımı ince bir psikolojik çilecilik, övülme arzusundan ve hatta başkaları tarafından kabul edilmekten vazgeçme disiplinidir. İhlassızlığı yok etmek üzere, Melamiler dindarlığın bütün zahiri işaretlerini ortadan kaldırırlar ve hatta saygıyı, celbetmeyecek bir tarzı tercih ederler. Böylelikle negatif egoyu, onu
besleyen bütün kaynaklardan -özellikle zahiri tanınma ve ödüllendirilmeden- yoksun bırakırlar.

Kendimizi hiçbir zaman nefs-i emmarenin etkisinden tam olarak kurtaramayabiliriz. Yapabileceğimiz en iyi şey; onu kontrol etmek ve onun kapının önünde yatmasını sağlamaktır. Benliğin en arınmış düzeylerinde bile onun izleri kalabilir. (Örneğin, Hz. Musa sert bir mizaca sahipti; hatta bir adama saldırarak, onu
öldürdü. Her ne kadar peygamberler bile nefs-i emmarenin izlerini taşısalar da, asla onun temayüllerini izlemezler. Onlar Rabbin kudret elindedirler, kendi başlarına bir şey yapmazlar.)

   Rumi, bir ejderhaya tuzak kurmak için dağlara giden bir ejderha avcısından söz eder. Sonunda yüksek bir dağın zirvesindeki bir mağarada haşmetli bir ejderhanın donmuş bedenini bulur. Cesedi Bağdat’a taşır ve nehir havzasında sergilemeye başlar. Yüzlerce insan onu görmeye gelir. Güneş yavaş yavaş ejderhanın bedeninin ısıtmaya başladıkça, ejderha kış uykusundan uyanmaya başlar.
İnsanlar çığlıklar içinde kaçışır ve bu arada bir çok kişi ezilerek olur. Ejderha, dehşet içinde donakalan ejderha avcısını da bir lokmada yutar.

 

Böylesine bir vahşet onun için kolaydır; Çünkü o kanlı bir zalim.
Nefsiniz böyle bir ejderha: Nasıl ölebilir?
Sadece teçhizat yokluğundan donmuştur.

………………

Bırakın ejderhanız uyumasına devam etsin.

Eğer serbest kalırsa sizi bir çırpıda yutacak.13


Rumi dramatik bir biçimde bizi nefs-i emmaremizi emrimiz altında sanmamamız için uyarmaktadır. Öfkemizle, gururumuzla, alışkanlıklarımızla ve benzeri duygularımızla başa çıkabileceğimizi sanabiliriz; ancak ani bir olay onları uyandırabilir. Tek gerçek çözüm nefsi dönüştürmektir.

 

Bir derviş seyahat ediyordu ve şeyhinin sohbetinden yoksun kaldığına üzülüyordu. Geri döndüğünde şeyhi ona üzülmesine gerek bulunmadığını söyledi. Şeyhin derslerini on yıl boyunca kaçırsa da fark etmezdi. Çünkü o daima tek bir şeyi anlatıyordu: “Yalnızca benliğinizi kurban edin, başka hiçbir şeyi değil!”

 

İçimizdeki Firavun ve İçimizdeki Musa

 

Nefsin bu ilk düzeyi tıpkı kibirli, zalim bir firavun gibidir. Mısır’ın firavunlarına yeryüzündeki en gelişmiş ve en güçlü medeniyetin mutlak hakimleri olmak yetmiyordu. Ayrıca kendilerine tapılmasını istiyorlardı. Güç, övgü, hayranlık ve hatta tapınma nefsin bu derecesinin tipik özelliklerindendir.

 

Rumi, bizi Hz. Musa ve firavunu, ilgisiz tarihi şahsiyetler olarak değil, yaşayan Batıni realiteler olarak görmemiz konusunda uyarmaktadır:

Musa da sen de, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen. Musa kıyamete
kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil… Değişen yalnız kandil. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o alemden. Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış kandile göredir. Fakat nura baktın mı ikilikten de geçtin.14

 

İsrailoğullarını kölelikten kurtaran Hz. Musa öyküsü, bir düzeyde kendimizi zalim nefsin elinden kurtarma sürecimizin alegorisidir. Her birimiz içimizde bir firavuna ve Musa’ya, bizi kölelikten özgürlüğe ulaştırabilecek ilahi elçiye sahibiz. Allah (c.c)’in İsrailoğullarını Hz. Musa aracılığıyla özgürlüğe ulaştırdığını hatırlayın. Biz de zalim nefsimizin gücünü yenmek için İlahi inayete ihtiyacımız bulunduğunu hatırlamak zorundayız. Her birimiz içimizde bir batıni Musa’ya sahibiz. İçimizdeki bu kurtarıcı ve kutsal hizmetkarı beslemeli ve ona itibar etmeliyiz.

 

Hz. Musa ve firavun öyküsünde hepimizin alacağı bir çok ders vardır. Örneğin Hz. Musa, İsrailoğullarını özgür bırakmasını istemek üzere tekrar tekrar firavuna gitmek zorundaydı. Firavun Hz. Musa’daki ilahi gücü tanımış ve isteğini kabul etmişti. Ancak sonra, tara Hz. Musa ayrılmak üzereyken fikrini değiştirdi.
Biz de manevi prensipler ve ideallerin hakikatini kabul ediyoruz ve yaşamlarımızı farklı yaşamaya yemin ediyoruz. Ancak daha neredeyse verdiğimiz kararın mürekkebi kurumadan, eski huylarımıza geri dönüyoruz. Sanki nefs-i emmaremiz bizi hipnotize edecek güce sahipmiş ve tekrar bilinçsiz hale getiriyormuş gibidir.

(İsrailoğulları firavunun kontrolden kurtulur kurtulmaz, geri dönüp onları boğacağı korkusuna rağmen Kızıl Deniz’e girmek zorundaydılar.) Bu muazzam bir iman ve cesaret gerektiriyordu. Yaşamınız üzerinde hiçbir güce ve kontrole sahip olmadan, bir köle gibi yasadığınızı tasavvur edin. Sonra aniden size uçsuz bucaksız bir denizi, ıslak deniz tabanında dev dalgalar etrafınızda zor zaptedilmiş haldeyken geçmeniz söyleniyor. Az önce işittiğiniz, Allah (c.c)’ın suları sizin için kontrol altında tutacağına dair verdiği söze güvenmeniz emrediliyor. Bir rivayete göre, Kızıl Deniz, ilk İsrailli denizin ayrılacağına inanarak ilk adımını atana kadar
ayrılmamıştır.

 

Zalim nefsin boyunduruğundan kaçmak kolay değildir. Bu süreç genellikle yeni ve bilinmeyenin korkusunu içinde barındırır. Gerçek dönüştürücü değişim; yalın anlamıyla eski yasam biçimimize sırtımızı dönüp oradan uzaklaşma sürecidir.

 

Tıpkı firavunun ordusunun sayı ve güç bakımından İsrailoğullarından kat kat üstün olması gibi, genellikle eski alışkanlıklarımız ve yaşam biçimimiz de ezici bir üstünlüğe sahip görünür. Mısır ordusu dünyanın en büyük ordusuydu, İsrailliler ise kuşaklardır esir idiler ve büyük bir kısmı eline hiç silah almamıştı. Bu durum genellikle ilk manevi değişimden sonra ortaya çıkan bir krizi temsil etmektedir. Psişemizin değişik bölümleri bizi geriye eski, rahat yaşam biçimlerimize döndürmeye çalışırlar ve eğer geri, gitmezsek, felaket riskiyle karsı karşıya olduğumuz tehdidiyle korkutur. Ancak adımımızı ihlasla, değişim üzere nefsimizin Kızıl Deniz’ine attığımız anda eski alışkanlıklarımız üzerimizdeki güçlerini kaybedeceklerdir. Allah (c.c)’in inayetiyle, geçmişin dayanılmaz derecede çekiciliği cazibesini yitirecektir.

 

İsrailogulları başlangıçta Hz. Musa ve onun öğretilerini anlayamadılar. Hatta tapınmak üzere altın bir buzağı bile yaptılar. Hala disiplinsiz bir insan sürüsü halindeydiler. Kölelik zihniyetiyle ve şartlandırmasından kurtulmaları zaman –iki kuşak, ya da çölde kırk yıl- aldı. Biz de de gerçek değişim zaman alacaktır. Disiplinsiz, odaksız düşünceler, duygular ve eylemler yığını ile ise başlarız. Negatif egomuz ve zevk düşkünü güdülerimiz hala güçlü bir biçimde içimizdedirler. İçsel (Batıni) değişime entegre olurken, sıklıkla hiçbir şey değişmiyormuş gibi görünür. Hatta bu donem bize çölde geçirilen kırk yıl gibi bile gelebilir!

Ancak bu kırk yıl ayni zamanda peygamberlerine yöneliş zamanıydı. Geleneksel olarak bir derviş şeyhi ile yıllar geçirir; birlikte yaşar, ibadetten alışverişe, çamaşır yıkamaya ve diğer güncel işlere kadar, günün bütün farklı faaliyetleri yoluyla eğitilir. Her bir faaliyet en köklü derslerin öğrenilmesi için bir fırsat olabilir.
Şeyh Safer Efendi bir defasında, şeyhiy!e gecesi ve gündüzüyle on dört yıl birlikte geçirdiğini anlatmıştı, İşten çıkar çıkmaz onu görmeye gider ve tekrar işe gitme vakti gelene kadar zamanını onun yanında geçirirdi.

 

Hz. Musa ile geçirilen kırk yıl, İsrail oğullarına, baskı altında kölelikten hür müminlere olmaya doğru köklü bir dönüşüm fırsatı verdi. Bir bakıma bu kırk yıllık sürgün yalnızca manevi bir irşad değil, Allah (c.c)’in sevgili peygamberlerinden birisiyle geçirilen hoş bir dönemdi. Yaygın bir Sufi geleneği olan kırk gün itikaf, dünyadan uzaklaşma ve Allah (c.c)’a yakınlaşma zamanıdır (-tıpkı Hz. Musa’nın Sina Dağında kendi başına kırk gün geçirmesi gibi-).

 

İsrail oğulları çölde açlıktan öleceklerinden şikayet ettikleri zaman, Allah (c.c) Hz. Musa’ya onları beslemek üzere gökten bıldırcın yağdıracağını bildirmişti. Ancak İsraillilerin bir defada yalnız bir günlük ihtiyaçlan kadar toplamaları gerekiyordu. Bu onların disiplinlerinin ve Cenab-ı Hakk’ın Razik olduğuna olan imanlarının sınanmasıydı. Bazıları fazla bıldırcın eti toplayarak ertesi güne sakladığı zaman, etler çürüyor ve kurtlanıyordu. Bu olay, ruhun hediyelerine karşı açgözlülük gösterme ve aşırı gitmenin tehlikelerine dair canlı bir uyarıdır.

 

Ayrıca kırk yıl, iki kuşağı temsil etmesi bakımından psikolojik bağlamda önemlidir. Çöldeki sürgün hayatının sonunda, Kenan ülkesine girenlerin büyük bir kısmı köleliği hiç tanımamışlardan oluşuyordu. Bildikleri tek yaşam, Peygamberleriyle birlikte geçirdikleri yasamdı. Bunun gibi bizim eski huylarımız, düşüncelerimiz ve eylemlerimiz de zamanla yeni, daha sağlıklı alışkanlıklarla değişecektir.

 

Üç grup peygamber vardır: Birincisi; yasayı, dinin zahiri biçimleri ve ahlak uygulamalarını getiren peygamberlerdir. Bunların en güzel örneği Hz. Musa’dır. İkinci grup; bize yasanın arkasındaki batıni ruhu getirir. Hz. İsa bunun harika bir örneğidir. Son olarak zahir ve batının birliğini öğretmek üzere gelenler vardır. Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed bu grubun temsilcileridir.15

 

Hz. Musa ayrıca, zaptı için yasaların açık sınırlarını gerektiren nefs-i emmareden kurtuluşla ilişkilidir. Herhangi bir dini yasaya inanmayan insanlar, ancak ceza korkusuyla sınırlanabilir.

 

Nefs-i Emmare şehri

 

Yaklaşık 150 yıl önce yaşamış bulunan bir Nakşibendi şeyhinin nefs hakkında yazdığı yayınlanmamış harika bir eser bulunmaktadır. Şeyh bu eserin kendisi hayata gözlerini yumana kadar yayınlanmamasını istemiştir.16  Bu eserde şeyh benliğin istasyonlarını birbiri içine geçmiş birer kent olarak tanımlamaktadır.

Şeyh Safer, bu kitabın tasavvuftaki en yararlı ve en önemli eserlerden birisi olduğunu ve bütün Cerrahi dervişlerinin sık sık okumaları gerektiğini bildirmişti.(*)

(“)  Sözü edilen kitap “Hz. Şeyh Sadık Efendi Risalesi” adıyla bilinir ve Alaca Minare Tekkesi şeyhi Muhammed Sadık Efendi (ölümü H. 1209) tarafından yazılmıştır. Buraya yapılan alıntılar bu Risalenin Doç. Dr. Süleyman Uludağ tarafından (kısmen) sadeleştirilerek Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfına hediye edilen edisyondan alınmıştır. (Çev. Notu)

 

Benim Canım! Varlık ilminde seyr ve sefer, fena sahrasında seyahat ettiğimiz esnada, şâh-i bekâdan dosdoğru bir yol ihsan olundukta, bu uyku ile uyanıklık arasına benzeyen bir hal idi.

Bu hal içinde büyük ve muazzam bir fena şehrine vardım. Bunun enini ve boyunu gözle ihata etmek mümkün olmaz. Kent halkı o kadar kalabalık idi ki, hiçbir çarşısına rahat girilmez. Ahalisi ise, dünyadaki çeşidi kavimlerden meydana geliyordu. Kimi Arap, kimi Acem, kimi Türk, kimi Rum. Kafirlerin her türlüsü burada mevcut olduğundan hayretler içinde kaldım. Acaib bir gezintiye çıktım. Şehrin ortasında muazzam bir kale inşa olunmuş, kalenin burçları göklere dayanmış. Surların dışında kalan bu şehre ezelden beri hakikat güneşinden bir ışık düşmemiş ve düşmemekteydi. Ahalisini görünce anladım ki; kent halkının semaları bile karanlık bir ülkedir. Zira meşrepleri köpekler gibi; bir lokma için birbirleriyle hırlaşıp basit bahanelerle birbirini parçalarlar. Şehvet ve gazapları galib olduğundan, ateş unsurundan olan tabiatları icabı mağlup ettiklerini katlederler. Zinaya istekli ve düşkün olduklarından bir fahişe avradın ardına düşerler. Üçü-beşi onun ardına düşünce, bazen kıskançlıkla birbirlerini helak ederler. Livatadan fazla haz alırlar. Hırsızlık, çekiştirme, iftira, içki, yalan ve gıybet sürüp giden adetleri olup, zerre kadar Allah(c.c)’dan korkmazlar. Bu büyük günahları işleyenlerin çoğu Müslüman, hatta bazıları da alimler olup iyiyi emr, kötüyü men (emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker) eden alimler, vaizler ve iyi insanlar dahi bu kentte zuhur etmiş olup, amma bu Nefs-i Emmare şehri ahalisiyle hiçbir şekilde uyuşamayıp, bahis konusu şehrin ortasındaki kaleye hicret ederlermiş. (şehrin alimleri)… bana “Bu şehrin ismi Nefs-i Emmaredir. Burası gaflet ve karanlıklar ülkesidir. Sultanımıza AKL-I MEAŞ (dünya refahı için düşünen akıl) derler. Alimdir, idarecilikte mahir bir müneccim ve mühendistir, akıllı bir tabibdir. Her şeyden haberi var. Yeryüzünde onun gibi yoktur” dediler. Sonra “Padişahın veziri kimdir?” diye sorduğumda dediler ki: “Veziri, idrak kuvvetidir. Kethüdası sağduyudur. Vekil Harcı vehim ve vesvese kuvvetidir.

 

Tebaasını sordum. Onların bana haber verdiğine göre anladım ki; tüm kötü huylar ve kötü huylular, Akl-ı Meaş denilen padişahın hizmetçileri ve sırdaşları olmuşlar. ( bütün bu vatandaşlar hükümdarlarına tamamen sadıktılar. Yalnızca ona ve hükümetine saygı duymak ve takdir etmekle kalmıyorlar, doğalarında, adetlerinde ve davranışlarında bir benzerlik hissettikleri için ona büyük bir sevgi besliyorlardı…)(**)…

(** ) Parantez içindeki bu bölümler risalenin Türkce metninde yer almayan, çevirisi yapılan eserde yararlanıldığı belirtilen İngilizce edisyonda bulunan bölümlerdir. Çev. Notu.

 

Bir gün Akl-ı Meaş’ı arifane ağırlayıp, kendisine dedim ki: “Padişahım! Senin bu
şehrin bilginleri ilimleriyle amel etmiyorlar, Allah (c.c)’tan korkmuyorlar. Cahilleri
de tevbe ve istiğfar etmiyor, gönüllerini iman nuru ile ışıklandırmıyorlar. Mutlak
olarak şekil yönünden insan, ama hal ve hareket tarzı bakımından hayvandırlar,
hatta onlardan da aşağıdırlar. Bu ne hikmettir açıklar mısınız?”

 

Dedi ki: Bunlar benim tebaamdan değillerdir. Eskiden şeytan bu kent halkını baştan çıkarmış, vesvese ve desisesi ve bütün avanesi ile bu Emmare şehri halkıyla ülfet etmiş, halk onların fesadına maruz kalmış. Fesadlarını ortadan kaldırmak için
bir çare bulamadım.” (“Ben- benim kazancım başkalarının kaybı anlamına gelse bile, dünyadan kişisel yarar sağlamayı başarabilen ben- onların idealiyim. Her birinde benim bir temsilcim var. Onlar benim ve içlerindeki benim temsilcimin hizmetkarlarıdır. Ayrıca benim de bana rehberlik eden bir efendim var; şeytan!”)

 

Nefs-i Emmareyi Kontrol Etme

 

Aynı zamanda bir psikiyatr olan şeyh Nurbahşi’n-Neccar*,  *Şeyh Nurbahşi’n-Neccar, Tarik-i Kübreviyye’nin kurucusudur. nefs-i emmareninasla tamamen yok edilmemesi gerektiği konusunda önemli bir uyarı yapmaktadır. Onun iyi niteliklere ve eylemlere dönüştürülmesi gerekir. Nefs-i emmareyi yok etmek, kendimizi yok etmektir.

 

Sufiler nefsin yok edilmesi gerektiğinden söz ettikleri zaman… “Nefsin yenilmesi” ifadesini kullanırlar. Bu ifade; nefse dair özelliklerin yenilmesi ve onların hakiki insanoğlunda olması gereken niteliklere dönüştürülmelerine işaret eder. Ancak nefsin kendisi yok edilemez… Sufiler “falan ve filan”ın nefse sahip olmadığını söylerken, o kişinin nefsinin karakteristiklerinin pozitif insani niteliklere dönüştürüldüğünü ve onlarda nefsin görünür hiçbir izinin kalmadığını kastederler.17

 

Kendimizi kontrol etmeyi ve zalim nefsin bu aşamasından kaçmayı nasıl öğrenebiliriz? Negatif karakteristiklerimizi pozitif niteliklere nasıl dönüştürebiliriz? (Bir huyu bir defada değiştirmek, örneğin, cimriliği cömertliğe, öfkeyi hoşgörüye ve açgözlülüğü kanaatkarlığa anında dönüştürmek mümkün müdür?)

Ayrıca mutlaka kalbimizi arındırmalı ve açmalıyız.

Kalbimizi arındırmanın bir yolu dünyadan istiğna ve zikrullahtır. Bu kalbin nurlarını dışarıya çıkarır ve bizi nefsin işleyişinden haberdar eder. şeyh Nurbahşi’n-Neccar şunları yazmaktadır:

İlgiyi sürekli Allah (c.c)’a çevirmek Allah (c.c)’i zikretmeye sevk eder, bu da kişinin bilincindeki diğer şeylerin idrakine varma uyanıklığını sağlayarak, nefsin arzularının zamanla unutulmasına yol açar.

İlgiyi sürekli Allah (c.c)’a çevirmek müridin nefsi sıfatlarının zamanla İlahi sıfatlara dönüşmesini sağlar.18

Kalp ayrıca şefkat ve hizmetle açılır. Şeyh Muzaffer Efendi sürekli olarak, her bir tebessüm ve her bir şefkat dolu sözün kalbi yumuşattığını, her bir incitici söz ya da eylemin ise kalbi katılaştırdığını söylerdi. Aslında eylemlerimizin bizi aşan yansımaları vardır. Şeyhimiz iyi muamele etmenin de bir mücadele olduğunu izah ederdi:

Benlik, alt benlik ve ruh arasında sürekli bir mücadele vardır. Bu mücadele yaşam boyu sürecektir. Burada sorulması gereken soru kimin kimi eğiteceğidir. Kim kimin sahibi olacaktır? Eğer ruh sahip olursa, o zaman siz bir mümin, yani Hakikate ulaşan bir kişi olursunuz. Eğer alt benlik ruhun sahibi haline gelirse, siz Hakikati inkar eden kişi olursunuz.19

 

Şeyh Nurbahşi ise nefs-i emmareyi kontrol etmek için bir başka vasıtadan söz etmektedir: Kişinin şeyhine bağlılığı.

 

Mürşide bağlılık Sufinin efendisinin memnuniyetini nefsinin memnuniyetine tercih
etmesini, Böylece nefse ve onun arzularına ilginin azalmasını sağlar. Ayrıca nefsin
enerjisinin efendisine hizmette ve efendisinin isteklerinin karşılanması arzusunda
harcanmasına neden olur. Böylece nefsin gücü azalır.

 

Şeyh Tosun Bayrak nefs-i emmarenin geceleyin değerli ne varsa çalmak üzere evinize giren hırsıza benzediğini açıklamaktadır. Bu hırsızla doğrudan savaşamazsınız, Çünkü ona karşı ileri süreceğiniz her güce ayni şekilde karşılık verecektir. Eğer bir silaha sahipseniz o da bir silaha sahip olacaktır. Eğer bir bıçağınız varsa, hırsızın da bir bıçağı olacaktır. Hırsızla mücadele etmek felakete davetiye
çıkarmaktır. Tek pratik çözüm ışıkları yakmaktır. (Aslında bir korkak olan hırsız, o zaman koşarak evden kaçacaktır.)

Yaşamlarımızdaki lambaları nasıl yakabiliriz? Bu zikir, şuur ve dikkatle mümkündür. Daha önce sözü edildiği üzere, Bati psikoloji teorilerinin büyük bir kısmında nefsin bu düzeyi görmezden gelinmiştir. Manevi sistemlerin genellikle yalnızca insan doğasının yüksek alemlerine odaklandığını düşünürüz. Paradoksal olarak; “normal” hallerin gerçek sorunlarını ve sınırlarını da, ancak yukarıdaki gibi manevi kökenli teoriler doğru bir biçimde tanımlayabilir. Çünkü bu gibi teoriler artık negatif egolarının kontrolünde olmayanlar tarafından geliştirilmiştir. Şeyhler bizim normal haller olarak adlandırdığımız hallerimizi görebilecekleri ve anlayabilecekleri bir perspektif kazanmışlardır. Çünkü şeyhler kendileri o halleri aşmışlardır.

 

Bir Nefs-i Emmare Diyagramı

 

 

Şekil-1 : Nefs-i Emmare

 

Sufi nefs dönüşümü modeli ile örtüşen bir psişe diyagramı bulunmaktadır. Bu diyagramın orijinali bir İtalyan psikiyatr olan ve Freud ve Jung’ı araştırmış bulunan Roberto Assagioli tarafindan geliştirilmiştir. Bu diyagramı benliğin yedi derecesi modeline adapte ettim. Bu basit diyagramda; ovalin üçüncü üst düzeyi olan yüksek bilinçaltı, psişenin manevi, aşkın ya da kişilik ötesi kısımlarını temsil eder.

Orta bilinçaltı uyanıklık alanını ya da psişenin halen uyanık olan kısmını içerir. Bu daire dışındaki alan halihazırda uyanık olmayan, ancak kolaylıkla canlandırılabilen hatıraları, örneğin annenizin kızlık adını, içerir. “Ben” orta bilincin merkezine yerleşiktir. Bilincimizin, kim olduğumuza dair sinirli duygumuzun merkezidir. “Ben”, kişisel tecrübemizi, bilincimize odaklanarak, onu genişleterek ya da daraltarak etkileme yeteneğine sahiptir.

Alt bölüm Freud’un bilinçaltı kavramına karşılık gelir. Alt bilinçaltı bastırılmış travmatik hatıralar ve güçlü, sıklıkla kabul edilemez dürtülerle doludur. Günlük bilinçle, geçmiş travmatik tecrübeler ya da derin acı dolu hatıralar arasında bir ayrımı sağlayan güçlü bir baskı bariyeri vardır. Eğer alt bilinçaltında bulunan materyal bu bariyeri geçerse, ani acı ya da öfke dolarak şaşırabiliriz. Ayrıca alt bilincin açgözlülük ya da şehevi dürtüleri aniden davranışlarımıza karışabilir ve onları bozabilir.

Yüksek altbilinç, en dramatik bir biçimde mistik ya da derin manevi tecrübelerde görülebilecek insani tecrübe alemidir. Bu gibi zamanlarda, Allah (c.c) ile aramızda bulunan perdelerin aniden kaldırıldığını hissedebiliriz. İlahi huzuru her zamankinden daha derin bir biçimde, Allah (c.c)’in sevgi, şefkat, güzellik ya da
birlik gibi sıfatlarını en derin biçimde hissetme şeklinde duyarız.

Nefs-i emmare aşamasında üst bilinç altı ile bilinci birbirinden güçlü bir bariyer ayırır. Yaşam ilhamsız, sevgi, anlam ya da mutluluk duygusundan kopuktur. (Eğer yüksek bilinçaltından materyal bilince sızmayı başarırsak, ani, ürkütücü bir zirveye tırmanış yaşarız.) Aniden mutlulukla dolabiliriz.

 

Bütün psişenin merkezinde yer almasına karsın Ruh, ovalin en üstüne yerleşiktir. Ruhun ovalin her yerini kapsadığı, psişenin geri kalan kısmından farklı, ancak ayrı olmadığı söylenebilir. (Psişe gibi karmaşık bir şeyi yalnızca iki boyutlu bir diyagrama aktarmak çok güçtür ve bazı tavizler kaçınılmazdır). Birey bu
bağlantının bilincinde olmasa bile Ruh, Allah (c.c) ile doğrudan ilişkilidir. Ruh derin hikmet kaynağı ve kılavuzdur ve bilinçli kişiliğin uyanık kontrolunun dışında faaliyet gösterebilir. Sufi psikolojisinin temel prensiplerinden birisi; Allah (c.c) ile bu temasın her zaman ve herkeste mevcut olduğu ve bu nedenle her bireyin saygı ve şefkatle muamele edilmeyi hak ettiğidir.

 

Birinci aşamada, psişenin manevi kısımları büyük oranda kopuktur. Orta ve yüksek bilinçaltı arasındaki sınır kalındır ve neredeyse hiçbir geçişe için vermez. “Ben”, hatalı olarak kendisini psişenin merkezini oluşturduğunu düşünür, Çünkü meşru merkez olan ruh tamamen devre dışıdır.

Orta ve alt bilinçaltı arasındaki sınır da çok kalındır; ancak tamamen geçilmez değildir. Bu durum bireyin içgüdüsel dürtülerinin farkında olmaması halini yansıtır ve sonuç olarak bilinçte ani patlamalara neden olabilir. Bu dürtülerin ne kadar az farkında olursak, onlar o kadar büyük güce sahip olurlar. Bu nedenle birey en fazla içgüdüsel dürtülerin egemenliği altındadır. Ego (yani “ben”) da güçlüdür; Çünkü bu aşamada psişenin manevi ya da bilinçaltı boyutlarını hissetmeyiz.

 

Nefs-i Levvame

 

Nefs-i emmarenin hükümranlığı altında temelde habersiz ve bilinçsiz bir durumdayızdır. İçinde bulunduğumuz durumu göremeyiz ve kendimize ve başkalarına verdiğimiz zararı fark etmeyiz. Başlangıçta zayıf ve soluk olmasına karşın, iman ve batıni idrak ışığı güçlendikçe, kendimizi, belki de ilk defa, açıkça görmeye başlarız.

Kur’an’da kınayan nefse, yani Nefs-i lewameye yapılan ilk atıf “Nefs-i levvameye yemin ederim (ki öldükten sonra dirileceksiniz)” (75.2) ayetindedir.
Arapça bir sözcük olan levvarnenin anlamı; günaha karşı direnen ve günah işlediğinin bilincine vardığında Allah (c.c)’a tövbe edendir. Bu aşamada, henüz değişme yeteneğine sahip olmasak da, dünyaya yönelik alışılagelmiş ben-merkezli yaklaşımımızın olumsuz etkilerini anlamaya başlarız. Kötü davranışlarımız bize
iğrenç gelmeye başlar. Hata yapma, hatalarımızdan pişman olma ve sonra tekrar hata yapma devr-i daimine gireriz.

Kınayan (pişman) nefs kalbin nuru ile aydınlanan nefstir. Allah (c.c)’ı zikretme, kötülüğü emreden nefste yerleşirse, tıpkı karanlık bir evdeki lambaya benzer ve bu noktada nefs kınama’ya başIar, Çünkü evin pislikler, köpekler, domuzlar, kaplanlar, panterler, eşekler, filler, kısacası kusurlu olan her şeyle dolu olduğu dikkatini çeker. Bunları gözlemledikten sonra, pisliği ve hayvanların vahşi mevcudiyetini evden uzaklaştırmak için çaba göstermeye başlar. Sonunda bu şeylere üstün gelip onları dışarı atana kadar, bu çabalara zikrullah ve pişmanlık eşlik eder.20

 

Bu derecede bulunanlar; tıpkı sonunda bağımlılıklarının boyutu ve etkilerinin farkına varan bağımlılar gibidir. Ailelerine zarar vermişler, kariyerlerini mahvetmişler, dostlarını uzaklaştırmışlar ve kendi bedenlerine hasar vermişlerdir. Maalesef, ne kadar aşikar ya da üzücü olursa olsun, bu fark etme bağımlılığın zincirlerinden kurtulmak için yeterli değildir. Bu daha güçlü bir ilaç gerektirir,

 

Bu aşamanın hakimi hala dünyevi zeka (akl-ı meaş) dır ve başbakanı hala egoizm ya da ben-aşkıdır. Ancak sıfatları nefs-i emmarenin vasıflarından daha yumuşaktır. Bu vasıflar; manevi gurur, iki yüzlülük, inanç katılığı, alkol ya da uyuşturuculara güvenme, baştan çıkarılıcılık ve dünyevi hazlar peşinde koşmaya
düşkünlüktür.

 

Nefs-i Levvame şehri

 

Nefsin aşamaları arasında seyahat eden seyyah, padişahtan şehrin ortasındaki büyük kaleye gitmek üzere izin istedi:

 

Padişah dedi ki; “O kaleye Nefs-i Levvame Sahası adı verilmektedir. O kale dahi benim hakimiyetim altındadır… O şehre şeytanin vesvesesi tam olarak hakimiyet kuramaz. Bu kentte oturanlar da büyük günah işler, zina, livata, içki, gıybet ve hırsızlık gibi kötü şeyler yaparlar; ama derhal pişman olup, tevbe ve istiğfar ederler…

Levvame şehrinde ikamet edenlerden, şehrin padişahının ismini sordum. Dediler ki:

“Padişahımız Akl-ı Meaştır, şu kent onun hükmü altındadır. Ancak onun kibir, riya, taassub, zühd-i ham adlı vekilleri vardır”…

Bu kentteki alimler, abid ve zahid ama meşrebleri cimrilik, hased, kibir, taassub, nefsaniyet, gıybet, tamah, aşağılık ve münafıklık idi. Son derece faziletli olan salih kişilerle de ülfet ettim. Fazilet ehlini gördüm ki, cehennem korkusundan afv ve mağfiret ümidiyle ibadet ve taatta bulunurlar…

Levvame şehrinde ki abidlerden bir şahsa kendi kentlerindeki iç kaleyi sordum. “O kalenin ismi Nefs-i Mülhime (Sevgi ve ilham şehri)dir. Padişahlarının ismine de Akl-ı Mead derler. Vezirlerine de Aşk Sultanı adı verilmektedir. Bu Mülhime şehrine bizden hiç kimse gitmemiştir. Bazıları göç edip oraya gidecek olsa, bir daha onu Levvame şehrine koymayız. Çünkü onlar o mülhime şehrinin veziri olan Aşka gayet sıkı bir şekilde bağlı kalır, onu son derece sever, onun uğrunda canlarını, başlarını, mallarını ve ailelerini bile hiç çekinmeden feda ederler. Bizim padişahımız olan Akl-ı Meaş’ın aldığı tedbirlere ve gösterdiği faaliyetlere itibar etmez, ona teslim olmaz, ırzı, namusu, vakar ve zühdü terk edip tasavvuf hakkındaki eserleri okur, bazı kitapları da yazarlarmış ki, -Allah (c.c) korusun- bir harfi bile şer’i şerife uygun değildir… (Bizim padişahımız Akl-ı Meaş, bu niteliği tamamen kabul edilemez bulmaktadır. Bu niteliğe sahip olanların etkisinden korkuyor. Çünkü onların hem sadakatleri hem de eylemleri mantıksız görünüyor ve sağ duyu ile anlaşılması mümkün değil.)…

“O şehrin ahalisi saz, söz, nağme, tambur, ud, ney, kudüm ile zikreder ve “Allah (c.c)” derler… (bunu yaparken şuurlarını kaybedip kendilerinden geçiyorlar. Bunlar zikreden Sufiler’dir…) … alimlerimiz bunu kabul edilemez buluyorlar… Bizdeki alim, salih ve zahidlerin Mülhime şehrinde bulunması, hiçbir şekilde mümkün değildir.”

 

İkiyüzlülük. Bu aşamadaki negatif eğilimlerin en güçlülerinden birisidir. Bu nedenle yaşamın doğru yolu (sırat-ı müstakim) hakkında kısmen bilgimiz olur.
Bazı ideallere zaten ulaştığımızı düşünme eğilimi gösteririz. Nefs-i emmarenin utanmaz haline karşıt olarak, bu aşamadaki insanlar, başaramasalar bile iyiye meylederler. Mücadele ettiğimizi itiraf etmek kolay değildir ve bunda sıklıkla başarısız oluruz. Bu nedenle bir şeyler başarmış, olmamız gereken irfan sahibi, iyi
kişilermişiz gibi davranırız.

Bu aşamada, maneviyatı bütün kalbiyle sevdiğini söyleyen ancak hala başka ihtimallere göz gezdiren sahte aşık gibiyiz. Şeyh Muzaffer Efendi aşağıdaki öyküyü anlatırdı:

 

Adamın biri çok güzel bir kıza sevdalanır. Sonunda ölümsüz aşkını en güzel sözlerle ilan eder. Aşkını, kız sözünü kesene kadar ona anlatır da anlatır. Kız; “Sözleriniz çok tatlı, ancak kız kardeşim arkadan geliyor. Benden çok daha güzel. Eminim onu bana tercih edersiniz.

Bunun üzerine adam güzel kız kardeşi görmek için başını çevirince, kız ensesine ani bir şamar indirir; “Az önce ölümsüz bir aşkla yanıp kül olduğunu söylediğini sanıyordum,” diye haykırır, “daha güzel bir kızdan söz eder etmez, onu görmek için benden yüzünü çevirdin. Sen aşkın anlamını bile bilmiyorsun!”

 

Gerçek ihlas çok nadir başarılır. En yüce Sufi mürşitlerinden birisi bir zamanlar şöyle demişti: “Eğer ihlas yolunda tek bir adım bile atmış olduğumu öğrenseydim, başka hiçbir şeye değer vermezdim”.

 

Nefs-i Levvamenin Diyagramı

 

 

Şekil-2 : Nefs-i Levvame

 

Psişenin oval modelindeki, psişenin manevi yönlerini ayıran bariyer, bu aşamada incelir. Yüksek bilinçaltının ışığı bilincimize girdikçe, kim olduğumuzu ve hatalarımızın neler olduğunu daha iyi görmeye başlarız. Artık mutluluk dolu cehalet ve toptan inkar halinde daha fazla kalamayız. Bu nedenle alt benliğin dürtülerini daha fazla fark eder ve bu farkındalık onların gücünü azaltır. Ancak bu bilinçaltı dürtüleri hala oldukça güçlüdür ve artan batıni uyanışa karşın, egonun kibiri hala pek el değmemiş haldedir.


Nefs-i Mülhime

 

Bu üçüncü derecede, ibadetten, tefekkürden ve diğer manevi faaliyetlerden gerçekten zevk almaya başlarız. O zamana kadar yalnızca işittiğimiz veya okuduğumuz dini ve manevi hakikatleri bizzat tecrübe etmeye başlarız. Yaradan’a ve yaratılanlara karşı gerçek bir sevgi hissetmeye başlarız. Bu ayrıca gerçek tasavvuf uygulamasının da başlangıcıdır. Bu ana kadar en fazla yapay bir idrak ve mekanik bir ibadeti başarabiliriz. Bu aşamanın hakimi hikmet ve hükümdarı sevgidir. Bu düzeyin özellikleri arasında cömertlik, küçük şeylerle tatmin olma, Hakk’a teslimiyet, tevazu ve tövbedir.

Tövbe. Tövbe kendini suçlama ve bu aşamadan önceki pişmanlıktan çok farklıdır. Tövbede, hata yaptığımızı anlar ve bir daha asla yapmamaya yemin ederiz.

Samimi tövbenin üç yönü vardır. Geçmişten tövbe; hatalarımızı, kendimizi haklı çıkarmaya gayret etmeksizin ya da mazeret bulmaksızın açıkça görebilmektir,
Halihazırdan tövbe; geçmiş hatalarımızla zarar verdiğimiz kişi veya eşyanın zararını telafi etmektir. Gelecekten tövbe ise o hatayı bir daha asla tekrarlamamaya yemin etmektir. Allah (c.c)’in tövbemizi kabul ettiğinin işareti ise; geçmişte bize çok çekici gelen şeylerin artık çekici gelmemesidir: Cenab-ı Hak kalbimizden o baştan çıkarmayı çıkarıp atmıştır.

Hepimiz zaman zaman eski huylan değiştirmede başarısız olma tecrübesi yaşarız.
Sonra aniden bu alışkanlıklar üzerimizdeki etkilerini yitirirler. Çok cazip gelen, birden cazibesini yitiriverir. Bu Allah (c.c) ‘in tövbemizi kabul ettiğinin bir işaretidir. Bu noktada, şeyhim artık o eski günahlardan sorumlu olmadığımızı söylerdi. Artık gerçekten değişmişizdir ve şu anda o fiilleri işlemeye asla kışkırtılamayacak birisi olmuşuzdur.

 

Tövbenin gücünün klasik örneklerinden birisi, Hz. Musa öyküsünde görülebilir. Hz. Musa ve İsrail oğulları nihayet Mısır’ı ve firavunu terk ettiği zaman, bu durum gerçek bir tövbeyi sembolize ediyordu. Kararlarını uygulamaya koyduklarında Allah (c.c), Kızıl Denizi ikiye ayırarak son engeli de kaldırdı. Bu samimiyetle tövbe ettiğimiz eski baştan çıkarmaların yok edilişini sembolize etmektedir. Bu aşamaya Kur’an’da şu şekilde işaret edilmektedir:

 

Nefse ve onu düzenleyene.
Sonra da ona, fenalığı ve ondan sakınmayı bildirene yemin ederim ki;

Muhakkak o Nefsi temizleyen felaha ermiştir.
Onu kirletip gömen ise hüsrana uğramıştır ( 91.7-10 ).

 

İlham. Kişi içten gelen bir kılavuz sesi işitmeye başlar. Bir şeyhin yazdığı gibi; “İlahi lütfun güneşi, sırat-ı müstakim ufkunda yükselmeye başladığında, nefs o güneş tarafından aydınlatılır ve o güneşin ilhamına muhatap olur. Böylece doğru ile yanlışı ayırt edebilir.”21

İlham yalnızca kendi kalp ya da vicdanımızın batıni sesini işitmekten ibaret değildir. Şeyhlerinin ritmine kendilerini ayarlayan dervişler ayrıca işlerinde de şeyhlerinin sesini duyarlar. Çok uzaklarda olsa bile şeyhlerinden ilham alır ve irşad olurlar. Bu şeyhin bir konuşmasını ya da ibretli öykülerinden birisini aniden hatırlama ya da sanki şeyhin huzurunda imiş gibi hissetme şeklinde gerçekleşebilir.

 

1980 yılında psikoloji okulumun şeyh Muzaffer Efendi ve dervişlerini konuk olarak ağırladığı günlerde, Türk damak zevkine uygun yemek hazırlamak dahil, iyi ev sahipliği yapmak için büyük çaba gösterdik. Türk dervişlerden bazıları mutfakta bize yardım etmeye başladılar. Mükemmel ahçı idiler ve Türk mutfağını haliyle bizden çok daha iyi biliyorlardı. Ancak bu durum mutfaktan sorumlu bazı müridleri mutsuz etti.

Bu karışıklığın ortasında, şeyh Muzaffer Efendi’nin tercümanı mutfağa geldi.
Hizmetin doğası ve egonun rolü konusunda kısa ve irfan dolu bir konuşma yaptı. Konuşma tamamlandığında ben; “İşte maskeniz düştü. Siz basit bir tercüman olamazsınız. Yaptığınız konuşma tasavvufun en önemli prensiplerinden bazıları hakkında yapılmış harika bir hitap idi” dedim. O zat şöyle cevap verdi: “Hayır, ben yalnızca bir tercümanım. Bunlar şeyhimin sözleriydi. Yalnızca o şimdi burada değil”.

(Sonradan tercümanın aslında tarikatımızın Amerika’daki ilk şeyhi olan şeyh Tosun olduğunu öğrendim.)

 

Nefs-i Mülhime şehri

 

Sevgi ve ilham şehri, pozitif ve negatif bölgeleriyle karmaşık bir yerdir. Egoizm, taklit ve iki yüzlülük bu aşamada hala tehlikelidirler.
Seyyah bu kente şu ilahi sözü söyleyerek girer: La ilahe illallah.

 

Başlangıçta bir Nakşbendiye tekkesinde ikamet ettim. Sevk, şevk, saz, söz, nağme ve ağaze ile ahalisi her dem safada olup, aralarında hiç anlaşmazlık, fesad, hased, nefret, düşmanlık yok. İleri gelenleri ile aşağı tabakadakiler birbirine hürmet, ikram, i’zazda bulunur, yekdiğerine değer ve kıymet verirler. Meclislerinde sohbetleri, dilber, didar, zikrullah üzere olup, daima ruhani safa ile ahalisi cefadan uzak kalır, cennet safasından haz alır… Meclis-i şeriflerine katildim, sohbetleriyle müşerref oldum. Gerek cismani, gerek ruhani her çeşit safa burada hazır bir vaziyette olduğundan, ben fakir dahi hayran oldum.

İyi hal sahibi olduğuna inanılan oradaki yaşlı arif ve esrara vakıf bir candan sual edip dedim ki: “Azizim! Ben bir fakir seyyahım. Gönül hastalıklarından gaflet ve zulmet denilen hastalıklara yakalandım. Şu Mülhime şehrinde (Sevgi ve İlham şehrinde) gönül hastalıklarını tedavi eden ehliyetli bir tabib bulunur mu? Lütfen bana söyler misiniz? Sizin isminiz nedir?”

O şahıs (bir süre suskun kaldıktan sonra) adının Hidayet olduğunu söyledi; “Ta ezelden bu ana gelene kadar benim yalan söylediğim, hiç duyulmamıştır (benim göbek adım Doğru Sözlulüktür). Benim görevim samimi bir şekilde vuslat şehrinin yolunu soran didar taliblerine doğru haber vermektir.”

 

Sonra kılavuz seyyaha Sevgi ve İlham şehrinin içinde bulunan taklitçiler mahallesini tarif etti. Burası ibadetin zahiri formlarını ve manevi öğretileri enfüsi bir idrak olmaksızın taklit eden kişilerin, iki yüzlülerin mahallesiydi.

 

“Birinci mahallenin ismine Mukallidler Mahallesi derler. Senin aradığın ehliyetli tabib, Mukallidler Mahallesinde oturmaz ki, sendeki gafleti, gönül zulmetini ve gizli şirki tedavi ede. (Çünkü onlar kendi hastalıklarıyla hastadırlar. Allah (c.c)’a şirk koşarlar ve yalnızca taklitte ustadırlar).

“Kötü huylarda, gizli şirkte, şöhret kentinde, şehvet hastalığında, yeme, içme, cinsel ilişki, oynama, eğlenme ve unutmayla meşguldürler. Mukallid arifler, gayet gizli bozgunculuk yaparlar, müdrik, rind ve zeki olurlar. Anlayışları ve sezgileri güçlü olur. Dilleri daima zikirdedir, ama ilahi isimlerin tesirini göremediklerinden bu mahalde senin kalp hastalığına şifa olarak bir merhem verecek ehil bir tabib bulamazsın.”

 

Nefs-i Mülhimenin Tehlikeleri

 

Bu düzeyde, nefs-i mulhime kritik bir dönüm noktasındadır. Nefs-i emmarenin büyük hataları ve nefs-i levvame ile bitmek bilmeyen mücadeleleri sona ermiştir. Ancak yine de güvende değiliz. Negatif ego
hala hayattadır ve ikiyüzlüler ya da taklitçiler mahallesiyle açıkça gösterildiği üzere, bizi yanlış yola sevk edebilir. Bir şeyhin ifadesiyle:

Nefs, hiçbir istasyonda ilham istasyonunda olduğu kadar aciz ve tehlike içinde değildir. Çünkü henüz benlikten tamamen kurtulma tecrübesini yaşamamıştır… Hatta mükemmeliyet istasyonuna ulaştığı aldatmacasına ve şeytanın, kendisiyle gurur duyma, övgüye düşkünlük, kendisini önemseme ve kendisini yüceltme tuzaklarına düşme tehlikesi içindedir.22

 

Sufi silsilesinin önemli işlevlerinden birisi; yarı eğitimli dervişlerin kendilerini mürşid ilan etmelerini önlemektir. Hiç kimse kendi şeyhinden resmi bir berat almadan kendisini şeyh olarak ilan edemez. Bir şeyh, aşırı ihtiraslı dervişleri daha fazla Batıni eğitime ihtiyaçları olduğu konusunda mutlaka uyarır. Bazen
şeyhler dervişlerin hatalarını doğrudan gösterir. Bazen de bir şeyh olmak için kazanılması gereken manevi düzeyi açıkça gösteren öyküler ve anekdotlar anlatırlar.

Bu aşama nefsin gelişimindeki en tehlikeli aşama olabilir. İlk kez, gerçek manevi tecrübeler ve idrak sergileme yeteneğine sahip olunur. Ancak eğer bu tecrübeler ve idrak ego süzgecinden geçerse, aşırı derecede kibir vücuda gelir.

Bu durum yaratıcı sanatçılar, yazarlar, müzisyenler ve bilim adamları arasında görülür. Böyle kişiler ilham halleri veya yaratıcı patlamalar yaşayabilirler. Buradaki tehlike; ilhamın kaynağının kendileri olduğunu sanmalarıdır.

Terapistler ve mürşidlerin büyük bir kısmı kibirlenme, ün ve istikbal arzusu sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalırlar. Psiko-ruhsal rehberleri değerlendirirken, kendi sezgilerimizi ve ayrımcılık yapmama gücümüzü ve gerçeği sahtesinden, yetenekliyi şarlatandan, alimi, yarı-bilgiliden ayırma ferasetimizi kullanmalıyız. Bu aşamaya özgü bir tehlike de; insanların eğitimlerini tamamladıklarına, daha fazla manevi eğitime ihtiyaçları kalmadığına inanmalarıdır. Bu aşamaya ulaştıklarında tamamen aydınlanmış hale geldiklerine karar veren bir çok karizmatik, fakat yanlış yolda olan, kendisini manevi mürşid ilan etmiş kişiler vardır.

 

Nefs-i Mülhime Diyagramı

 

 

Şekil- 3. Nefs-i Mülhime

 

Oval diyagramda, yüksek altbilinçten enerji ve ilhamlar gelmesi daha çok görülür. Kişinin psişesindeki hem yüksek hem de alçak altbilincin güçleri konusunda daha fazla uyanık olması nedeniyle, orta bilinçaltı
genişlemiştir. Ancak “Ben” hala psişenin merkeziymiş gibi hareket eder ve alçak altbilincin dürtüleri hala güçlüdür. Bu nedenle yüksek altbilinçten gelen dürtüler saptırılabilir ve manevi gelişme ve olgunlaşma yerine egonun hizmetinde kullanılabilir.

Her ne kadar ruh ile “Ben” arasında henüz doğrudan bir bağlantı yok ise de, şeyh kutsalla dolaylı bağlantı olarak hizmet verir. İdeal olanı; bu tecrübeyi içimizdeki kutsalı bulmanın bir habercisi olarak görmektir. Yani zahiri şeyh kendi içimizdeki kutsalı bulmadan önceki gerekli bir ara adımdır. Tasavvufta fenafişşeyh, ya da kişinin (negatif karakteristiklerimizin yok olması) şeyhinde “fani olması” fenafillah aşamasından önce gelir.

 

Nefs-i Mutmainne

 

Bu aşamanın hükümdarı hikmet ve başbakanı da sevgidir. Nefs-i mutmainnenin özellikleri arasında Allah (c.c)’a güvenmek, iyi ameller, manevi zevk, ibadet, şükür ve rıza bulunur. Şeyh Safer’e göre; ancak bu dereceye ulaştığımız zaman negatif egonun belli başlı çarpıklıkları karşısında güvende oluruz ve hatta bu
ve daha sonraki aşamalarda bile negatif ego, anlık bile olsa, bizi hala etkileyebilir. Allah (c.c) bu nefs derecesine aşağıdaki ayette doğrudan hitap etmektedir:

 

“Ey nefs-i mutmainne (huzurlu nefs)! Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olarak,
Rabbine dön!” (89. 27-30.)

 

Daha önceki aşamalardaki mücadele genel olarak sona ermiştir. Kişi gafletten kurtulmuştur. Nefs-i emmarenin sıfatları artık çok çirkin ve iğrenç görünmektedir. Artık kalpte onlara karşı bir arzu kalmamıştır.

 

Seyyahın nefsin manevi derecelerindeki ilerleyişi aşağıya doğrudur. Yani başlangıçta nefs-i emmare sert bir yapıya sahiptir. Sertlikten pişmanlığa, nefs-i levvameye geçtiğinde, havaiye dönüşür. Nefs-i mülhimeye geçtiğinde havailikten sululuğa iner. Bu sulu yapıdan indiğinde nefs-i mutmainnede topraklık tarafından yönetilir, istikrar kazanır, tevazu, asalet, uysallık ve itaat kazanır. şeytani, hayvani ve vahşi özellikler, insani vasıflara dönüşür. Kişi, müminler, münzeviler, hayırlı işler yapanlar, dürüst insanlar, barışı temin eder, safi insanlar, ibadet edenler ve nefs-i mutmainne sahipleri gibi insanların sık gördükleri rüyaları görür olur.23

 

Mutmain olma genellikle içinde bulunduğumuz durumdan çok farklıdır. Ne olursa olsun, Allah (c.c) ne verirse versin, halimizden memnun olmak şeklindeki gerçek bir manevi başarıdır. Bu memnuniyet ve dinginliğin kökeni Allah (c.c) sevgisine dayanır. “Nefs-i emmare çok güçlü sevgi şoku ile sarsıldığı zaman, nefs-i mutmainneye dönüşür.”24

 

Bu aşamanın temellerinden birisi kalbin açılışıdır. 2. bölümde tartıştığımız gibi, kalpten gelen nur nefsin alt derecelerinin negatif, aldatıcı eğilimleriyle çatışır.

Nefs-i mutmainne bütün kötü sıfatlardan arındırılacak ve iyi sıfatlarla karakterize edilecek hale gelene kadar kalp nuru ile aydınlanarak, bütün ilgisini kalbe yöneltir ve ona kutsallık aleminde bütün kusurlarından temizlenip, sadakatinde daim hale gelirken eşlik eder.25

 

Nefs-i mutmainnenin bir örneğini, şeyh Muzaffer Efendi şu öykü ile anlatırdı:

 

Halife Harun Reşid’in gözde hanımı çok sıradan bir kadındı; ancak halife onu bütün çok güzel rakiplerine tercih ederdi. Bunun nedeni sorulduğunda, halife bir gösteri düzenledi.

         Bütün eşlerini topladı ve sonra altın ve mücevherlerle dolu olan özel hazine odasının kapısını açtı. Kadınlara içeri girip istediklerini         alabileceklerini söyledi. Hepsi koşup toplayabildikleri kadar altın ve mücevher toplarken, gözde eş hazine odasına girmemişti bile.

“Sen niye kendin için bir şeyler almıyorsun?” diye sordu Halife.

       Kadın şöyle cevap verdi: “Benim bütün istediğim sana hizmet etmek. Bütün ihtiyacım olan sensin. Sevdiğim sensin ve tek istediğim armağan senin hoşnutluğun”.

Halife maiyetindekilere döndü ve dedi ki; “Şimdi gördünüz mu niye bu kadını ötekilerin hepsine tercih ediyorum? Onu iç güzelliğinden

dolayı seviyorum ve onun her isteği benim için bir emirdir!”

 

 

İşte Allah (c.c)’i, bu eşin efendisini sevdiği şekilde sevdiğimiz zaman, nefs-i mutmainne istasyonuna varmış olacağız.

 

Kişinin biri acıdan memnundur, diğeri çareden;

Birisi birlikten memnundur, diğeri ayrılıktan;

Ben her ne olursa olsun Sevgilinin arzularından memnunum,
İster çare olsun ister acı, ister birlik olsun isterse ayrılık.

BABA TAHİR26

 

Nefs-i Mutmainne Bölgesi

 

Bu aşamada gerek duyulan batıni gayret; Allah (c.c)’tan gayrılık duygusunu azaltma ve geliştirdiğimiz çeşitli eğilimler ve kimlikleri birleştirmeye başlamadır.
Seyyahın el yazmasında, mürşid onu maneviyat savaşçılarının bölgesine göndermektedir.

 

Onun tavsiyesine uydum ve Mücahidler Mahallesine varıp, misafir oldum. Gördüm ki ahalisi zayıf, edebli, zikir halinde şükrediyor, mücahedede bulunuyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor, ibadet, taat ve riyazet üzereler ve sukut ediyorlar. (Onların gücü bildiklerini fiiliyata dökmelerinden geliyordu.) Anladım ki; bunların her türlü hareketleri, kötü huylardan, gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak, Böylece
Mutmainne Kalesi’ne girmek için kabiliyet kazanmak, “Ey mutmain nefs, dön Rabbine” hitabına müstahak olmak ve rıza kapısında durup beklemek imiş.

 

Ben de nice seneler onlar gibi hareket edip, bir an bile zikri ve fikri terk etmeyip, sabır, gayret, tahammül ve kanaat ettim. Ancak gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak için çare bulamadım. (Kendi egomla savaştım; ancak hepsi tek Allah (c.c)’a yüzlerini dönmüş olmasına rağmen birbirleriyle çatışan bir çok “benler”in ve “benlikler”in çok ilahçılığı hala beni terk etmemişti. Bu Allah (c.c)’a eş olarak bir çok “ben”ler oluşturma hastalığını, kalbimin üzerine ağır gölgeler düşürdü, hakikati sakladı ve beni gaflet içinde bıraktı…) (Doktorlara) “Benim hastalığım gizli şirk ve gaflet karanlığıdır. Lütfen şifalı bir merhem verin” dedim. Dediler ki:

“Burası Mücahede Mahallesidir. Senin derdinin devası burada yoktur”. Bana “Mutmainne Kalesine yakın bir yerde Murakabe Mahallesi ve Münacaat Mahallesi denilen bir semt var. Senin derdinin devasını bilen tabib orada bulunur” dediler.

 

Nefs-i Mutmainne Diyagramı

 

 

Şekil- 4. Nefs-i Mutmainne

 

Oval diyagramda, yüksek bilinçaltının enerjileri öncesine nazaran daha çok istifadeye hazırdır ve alçak bilinçaltının dürtülerinin gücü ve etkileri azalmıştır. Bilinç alanı şimdi hem yüksek bilinçaltına hem de alçak bilinçaltına komşu olmuştur; kişi kendi psişesinin derinliklerinin daha çok şuurundadır. İçsel (batıni) hoşnutluk ve huzur bu yeni idrak düzeyinden gelir.

“Ben”-Ruh ekseni gelişir. İlk halinde iken fani ve geçici kaygılarla tamamen işgal edilmiş bulunan “ben”, şimdi artık ruhun ebedi ve olumsuz perspektifiyle özdeşleşmiştir. Artık ruhun batıni rehberliği “ben”in daha çok hizmetindedir ve “ben” artık psişenin merkezi olarak görülmez. İçgüdüler zayıflamış ve “ben” dönüşmüştür. İlk kez kişi artık onların gücüne karşı oldukça güvendedir.

 

Nefs-i Raziyye

 

Şeyhin el yazması manevi gelişimin daha yüksek aşamalarına ilerledikçe, daha ince ve daha içe doğru hale gelecektir. Bu Kur’an ayetinin gösterdiği gibi nefs-i mutmainne, nefs-i raziye ve nefs-i marziye birbiriyle yakından ilişkilidir.

 

“Ey nefs-i mutmainne (huzurlu nefs)! Sen Rabbinden, Rabbin de sen den razı olarak,
Rabbine dön!” (89. 27-30.)

 

Bu aşamada yalnızca hakkımıza razı olmakla kalmayıp, yaşamın Allah (c.c)’tan gelen güçlükleri ve sınamalarına bile razı oluruz. Razı olmuş nefs aşaması, dünyaya genellikle baktığımız tarzdan çok farklıdır. Sürekli olarak Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve inayetiyle çevrili olduğumuzu fark ederiz.

 

Sultan Gazneli Mahmud bir defasında en sadık ve güvenilir tebaası olan Ayaz ile bir salatalığı paylaşır. Ayaz salatalığın kendisine düşen yarısını memnuniyet içinde yemeye baslar. Ancak sultan kendi parçasını ısırdığı zaman, o kadar acı gelir ki, hemen geri çıkarır.

       “Bu kadar acı bir şeyi nasıl yiyebiliyorsun?” diye sorar Sultan, “Tadı tıpkı zehir gibi”.

       “Sevgili Sultanım” der Ayaz, “senin elinden o kadar çok iyilik ve cömertlik gördüm ki, sen ne verirsen ver, bana tatlı geliyor”.

 

Allah (c.c)’a karşı şükran duygumuz ve sevgimiz sebebiyle O’nun verdiği en acı şeyler bile tatlı gelmeye başladığında, nefs-i raziye aşamasına ulaşmışız demektir. Bu derecenin diğer özellikleri, istiğna, ihlas, tefekkür ve zikirdir. Cenab-ı Hak, bu dereceye ulaşan kişilerin samimi dualarına cevap verdiği için, kerametler görülebilir. Örneğin şifa dualarına cevap verilen bir çok veli bulunmaktadır.
Artık bu dünyadaki hiçbir şey bize çekici gelmediği için, istiğna ortaya çıkar. Artık yalnızca kendi içimize ve Allah (c.c)’a odaklanırız.

 

Murakabe (Meditasyon) şehri

 

Seyyah daha sonra murakabe (meditasyon) mahallesine ya da razı nefslerin
mahallesine varır.

 

Murakabe mahallesine vardığımda, gördüm ki ahalisi kalp zikrinde ve veled-i kalp sahipleri olup başlar yerde, tevazu, huşu ve huzur içindeler. Kaygılı ve üzüntülü bir haldeler. Zahirleri harab olmuş ama batınları mamurlaşmış.

Meşrebleri halim-selim olmak, teslimiyet göstermek ve Allah (c.c)’tan korkmaktır.
Birbirleriyle ülfet ve sohbet etmezler. İlim ve hikmetle asla birbirlerini murakabeden mahrum etmezler. Birbirlerinin huzuruna mani olmazlar. Zerre kadar birbirlerine yük olmazlar.

Murakabe (rabıta ve tefekkür) mahallesinde yıllarca ikamet ettim. … Ancak gizli şirkten (“Ben” ve “O”dan) ve gönlümdeki karanlıktan kurtulamadım.

Gözyaşı akıtan ve sızlayan, gam denizine batmış, her an ölmeyi arzu eder bir hale geldim…

Kaygılı ve hüzünlü olarak murakabe halinde bulunurken, yine evvelce bana öğüt veren Hak Mürşidi isimli kamil (hidayet) ortaya çıktı… Perişan halime acıdı ve dedi ki: “Ey gurbette ağlayan ve sızlayan esir! Bu hal ile derdine derman bulamazsın.
Bu Murakabe Mahallesinden geç, git. Mutmainne Kapısı önünde bir mahalle var.
Fena denilen o mahalleye göç. Orada “Fani oldular, sonra yine fani oldular, sonra yine fani oldular da baki oldular” sırrı, sana açık bir şekilde malum olur. Gizli şirk, gaflet ve gönül karanlığı gibi hastalıkları, orada, mahv içinde, fani ve vücudsuz olan ehil tabibler tedavi ederler; sen de kurtulursun”.

 

Nefs-i Raziyye Diyagramı

 

 

Şekil-5. Nefs-i Raziyye

 

Oval diyagramda, şimdi artık sürekli olarak hem yüksek hem de alçak altbilincin çeşitli yönlerinin farkındayız. Yani sürekli bir zikir ve idrak düzeyine ulaştık. “Ben”-Ruh ekseni derinleşti ve biz şimdi daha önce bilinçaltı olanı bilinçli olarak biliyoruz.
Allah (c.c)’i asla unutmayanlar için, bu dünyanın acıları ve sınamaları tıpkı bir rüya gibidir. Bu dereceyi kazananlar Allah (c.c) ‘i hatırlar ve kendilerine ne olursa olsun Allah (c.c)’a müteşekkir kalırlar.

 

Nefs-i Marziyye (Allah (c.c)’i Razı Eden Nefis)

 

İbni Arabi bu aşamanın nefs ile ruhun batıni evliliği olduğuna işaret etmektedir. Arapça’da nefs dişildir, ruh ise eril. İbni Arabi bu batıni evliliğin kalpte yerleşik bir çocuğu meyve vereceğini belirtmektedir. Ruh benliğin kendisini yüceltmesi için ona ilham verir ve sonra kalp onu izler. İçsel (batıni) mücadele ve çokluk duygusu yok olmuştur. Artık maddi arzularımızla manevi arzularımız arasında ayrılık kalmamıştır. Bu aşamada gerçek bir batıni birlik ve bütünlüğü gerçekleştiririz; dünyayı bütün ve birleşik olarak görürüz. Gerçek insanoğlu oluruz.

Şeyhin birisi bu batıni vahdet düzeyini şu şekilde izah ediyordu: “Allah (c.c) benim için hangi dereceyi seçer ve beni içinde tutarsa, ben de onu seçerim. Eğer Allah (c.c) beni zengin kılarsa gaflete düşmeyeceğim ve eğer Allah (c.c) benim fakir olmamı dilerse, tamahkar ve isyankar olmayacağım.”

Bu aşamada bütün hareket gücünün Allah (c.c)’tan geldiğini, kendi başımıza hiçbir şey yapamayacağımızı idrak ederiz. Artık hiçbir şeyden korkmaz ve hiçbir şey istemeyiz. Konuşmak ya da iletişim kurmak için hiçbir istek duymayız. Zahirimiz yok edilmiş, ancak batınımız saraya dönüşmüştür. Kalplerimiz vecd içindedir.

 

Nefs-i Marziyye Mahallesi
Seyyah daha da derinlere dalar.

 

Fena Mahallesine varıp misafir oldum. Gördüm ki, bu Fena Mahallesinin halkı sanki dilsizmiş gibi suskun, ölü gibi konuşmaya takatları yok, sıhhatlerinden de ümit kesmişler. Oturmuş ölüm meleğini bekliyorlar. Mahallelerine gelip gidenlerden haberleri yok..

 

Onların arasında dahi öyle bir gam ve eleme uğradım ki, halimi tabibe arz etmeye mülküm olan bir varlık bulamadım ki “Bu benimdir”, “Bu benim bedenim” diyebileyim. iste o vakit anladım ki; orada varlığın ve mülkün sahibi hazır ve nazırdır.
“Vücudum” demek düpedüz yalan ve yalan ise bütün dinlerde haramdır. Taleb dahil, gizli şirkten kurtulmak için sefere çıkmıştım. Bu halimle dahi hayretim ve aczim arttı. Tüm isteklerimden vaz geçtim.

Göz yaşlarım akan yaşlar, elimde olmayarak her gün daha fazla akmaya başladı.
“Aman ya Rabbi!” desem yine ikilik ve gizli şirk ediyor. Çünkü bu durumda bir ben varım bir de emânım var! Talibim, matlubum dahi var… Bilmem ki ne çare kılayım gönlümdeki derdime…

 

Allah (c.c), halime merhamet edip, didara talib olanların gönlünü terbiye etmeye memur olan ilham meleğini gönderdi… Melek… Rabbani ilham kitabından okutup, önce “fiillerin fenası lazımdır” deyince derhal elimi uzatma girişiminde bulunduğum da gördüm ki elim cansız bir madde gibi dört unsurdan meydana gelen bir şeydir. Yani elim benim değil, “O dilediğini yapan “Bir”dir ve ben de hiçbir fiil için kuvvet yoktur. Kadir birdir; benim kudretim yok. Kısacası herhangi bir fiil benden sâdır olacak olsa, o fiili Fa’al’e (Allah (c.c)’a) ve O’nun kuvvet ve kudretine havale edip, insan suretinde bir kimse olarak benden meydana gelen fiillerden uzaklaşıp, tam olarak fiillerin fenası ne demektir?…

 

Sonra… sıfatları fani kılma cihetine yöneldim. Baktım ama, bakış benim değil, söylediğim sözle alakam yok. Dil benim değil. Nefs-i Natıka’yı bilmem naçar zahir ve batında olan sıfatlarımdan alakayı kesip, bütün ruhumla, bedenimle, his ve kuvvetlerimle beni bir “Zat” farzettim. Ama gördüm ki, farz ettiğim dahi yeni bir ikiliğe işaret ediyor, yine gizli şirk ortaya çıkıyor… Sonra bütün zatımı mahv ve fani kıldım. Ama yine de talebten vazgeçmedim. “Taleb, kulun aynıdır”ın anlamını hissettim… Allah (c.c) herşeyi kuşatır. Evvel de, Ahir de, Zahir de, Batın da O’dur. O Her şeyi bilir” mealindeki ayetler sırrında zahir oldu.

Bundan dolayı “Ölmeden önce ölünüz” sırrına mazhar olmaya yöneldim. Aman Allah(c.c)’ım! Yine gizli şirk karşıma çıktı. Zira bir ben varım, bir de benim yönelişim var. Bu gerçek olamaz.

 

Nefs-i Marziyye Diyagramı

 

 

Şekil-6. Nefs-i Marziyye.

 

Oval diyagramda nefs ve ruh birleşmiştir ve artık psişede bir ikilem ya da zıtlık yoktur. Kişi birleşik hale gelince, dünyanın ilahi birliği görünür hale gelir. Rumi’nin deyişiyle; kırık bir aynanın aynı görüntünün bir çok farklı yansımalarını yansıtması gibi, dünya bir çokluk içinde görünür. Eğer aynadaki kırıkları onarırsak ve yeniden eski haline getirirsek, o zaman tek bir görüntüyü yansıtacaktır.

 

 

 

Nefs-i  Safiyye

 

Bu dereceye ulaşan çok az kişi, benliği tamamen aşmıştır. Artık geride hiçbir ego ya da benlik kalmamıştır; yalnızca Allah (c.c) ‘a kavuşma vardır. Bu aşama “ölmeden önce ölmek” olarak adlandırılır.

 

Rumi, Allah (c.c)’i, ayrılığımızı birliğe dönüştüren olarak tanımlamaktadır:

 

Şekeri eriten, erit beni,

Eğer zamanı gelmişse.

Bunu bir dokunuşIa ya da bir bakışla yavaşça yap.

Her vakit şafakta beklerim. Bu eriyişin daha önce gerçekleştiği vakittir.

Ya da tıpkı bir idam gibi ani yap. Ölüme başka nasıl hazır olabilirim?

Tıpkı bir kıvılcım gibi bedensiz nefes al.

Sen ıstırap çekerken ben çakmağı hissetmeye bakarım.

Kollarınla beni uzaklaştır,

Ama beni uzaklaştırmak içeri çekmektir.27

 

Egonun izi bile durdukça, bu düzeye ulaşamazsın. Kendinden “Ben” i atmak zorundasın; o zaman yalnızca Hakk kalır. Şeyhin birisi kişinin kendini dönüştürmesi için gerekli bu insan üstü çaba türünü gayet belagatlı bir dille tarif etmiştir.

Onun yolu şeyhini sevme ve ona sadakat yoluydu:

 

Henüz ne şeyhinde fani olma coşkusunu tattın ne de ondan ayrılma ıstırabını çektin. Onun huzurunun muazzam ihtişam ve yüceliğini de yaşamadın. Her gün binlerce kez ölmeyi dilemedin… Henüz gönüllü başarısızlığın köpek balığının jilet gibi keskin dişlerini kalbine geçirmedin! Koskoca bir dağı tırnaklarınla kazımadın!28

 

En derin aşk kendi içinde dönüştürücüdür.

 

Üstadın biri şöyle der: “Yüzlerce şeyi deneyebilirsin, ancak aşk tek başına seni kendinden kurtaracaktır”. Bir başka üstadın ifadesiyle:

 

Ey dostum! Pervanenin gıdası ateşe olan aşkıdır, ateşsiz pervane çılgına döner. Ateş onu tamamen değiştirip bütün dünyayı ateş olarak görür hale getirmedikçe, pervane ateşten yaşam kazanamaz. Pervane kendini ateşe attığında, tamamen yanıp kül olur, bütünüyle ateşe dönüşür. O haliyle kendi benliğine dair hangi idrake sahip olabilir?29

 

Bu dereceye ulaşanlar sürekli ibadet halindedir; bu nedenle artık cüz’i iradeleri kalmamıştır. Bu tıpkı mutlak hakim ve kadir bir hükümdarın huzurunda olmak gibidir. En iyi seçenek; kendini tamamen o hükümdara teslim etmek ve o hükümdara hizmete kendini adamaktır. Böyle bir hikmet ve kudretin varlığında, sizin iradenize yer yoktur. Rumi, bu dereceyi bizim için şöyle aydınlatır:

 

Eğer kendinden

Bir kez kurtulabilirsen,

Sırr-ül Esrar (sırların sırrı) sana açılır.

Bilinmeyenin kainatın ardına

Gizlenmiş yüzü

Görünür

Senin idrakinin aynasında.30

 

Sâfiyye Nefs Diyagramı

 

Benliğin nihai diyagramında, artık ayrı bir benlik ya da ayrı bir kimlik duygusu yoktur. Benlik ile Hakk arasında hiçbir aşikar sınır yoktur; benlik tıpkı okyanusta erimiş tuz gibi olmuştur. Var olan tek şey Allah (c.c)’tir.

 

 

 

Şekil-7. Nefs-i Safiyye

           

 

Nefs-i Safiye Derecesine Ulaşma

 

Bu aşama hakikat yolunun yolcusu Nakşibendi şeyhi tarafından, kendisini dönüştürmüş birisinin bariz örneği ile açıklanmaktadır. Bu konuyu her yönüyle bilen çok az kişiden birisi olduğuna göre, son sözü ona verelim:

 

Ne derde düştüm ki, münacaat etmek yok, hareket etmek yok, teveccüh etmek yok, taleb etmek yok. Öyle garib bir mana ki, halli çok güç. Çaresiz hepsini de esas sahibine teslim edip, Rıza Kapısında beklemeye, can çekişme zamanı yatağa düşen hasta gibi tarifi mümkün olmayan bir halde, sürekli olarak ölümü bekleyip, tam bir ölü gibi akılsız ve şuursuz bir zaman bu halde kaldım.

 

“Fetvayı kalbinden iste” tavsiyesine uyarak, gönül fetvasına başvurdum. Şöyle bir cevap aldım: “Senin sende zuhur eden nefsinden, senin haberin vardır ve sen “Rabbine dön” hitabını bu yüzden duyamazsın… Bu hususu tekrar anlamaya ve kavramaya gayret edip, yeniden iradi ölümle, ölmeye teşebbüs ettim. Bundan sonra istiğrak* denilen bir hal daha zuhur etti. *Aşk-i ilahi ile kendinden geçip dünyayı unutma hali.

 

Benim, bana, benden bir keyfiyet arız olup, sırrımda sessiz ve harfsiz “Rabbine dön” hitabı gibi bir hal zuhur edince, o anda tarifi imkansız bir manevi lezzet doğdu. Mest oldum. Dehşete düştüm. Bu halde iken uyandım.

 

Akl-ı Meaş ile “bu ne haldir” diye fikrettim. Meğer Akl-ı Meaş bu esrara vakıf değilmiş. Bundan habersiz olduğundan fikirle ilahi sırlara vakıf olunamayacağını anladım ve iddiadan vazgeçtim.

(Ey Hak yolunun yolcusu!) buraya kadar yazılan sırlardan maksat, bu fena hakkındaki bilgileri açıklama olmayıp, ancak vefatımızdan sonra bu Risalenin ahbablarımıza yadigar olmasıdır. Nice hakikat yolunun yolcuları ve didar talibleri bunu okurken bu fakiri yâd edeler. Bu Risaleye nazar eden canlar, kendilerini bilirler.

 

 

 

Elbette dikkatli okuyan sükûn halindeki salik, kendisi kendi halini düşünerek, hangi yönünden hangi kent sakinlerindendir, hangi mahallede ülfet etmektedir sorularının cevabını insafla değerlendirip ona göre hareket eder. Rıza Kapısını bulur, öğrenir ve hamdeder.

 

 

Dr. Robert FRAGER ;  KALP, NEFS VE RUH;  ( KENDİNİZİ DÖNÜŞTÜRME başlıklı Üçüncü Bölümünden Aktarılmıştır.) s. 69- 103 ; GELENEK YAYINCILIK; İSTANBUL, 2003.

 

 BÖLÜM   DİPNOTLARI :

 

1 Fadiman ve R. Frager, Essential Sufism (San Fransisko: Harper SanFransisco, 1997).

2 Burada Arap>;a orijinal isimleri verilen benlik derecelerinin İngilizce isimleri ise sırasıyla; Tyrannical, regretful, inspired, serene, pleased, pleasing ve pure’dür.

3 J. Nurbahsh, The Psychology of Sufism (New York: Khaniqahi Nimatullahi Publications,
1992), s.14’de yer alan Bayazid.

4  Nurbahsh, a.g.e., s.l9’da yer alan Kuşeyri.
5  Nurbahsh, a.g.e., s.l2’de yer alan Ebu Bekr Temestani.

6  Nurbahsh, a.g.e., s.52’de yer alan Mahmud Kaşani

7  A.g.e., s.l 6.

8  A.g.e., S.I 7.

9  A.g.e., s.17-18.

10 A.g.e., s.l 8.

11 A.g.e.

  1. Tosun Bayrak, Inspirations: On the Path of Blame (Putney, Vt.: Threshold Books, 1993).

13 Nurbahsh, a.g.e., s.22-25’de yer alan Rumi.

14 C. Rumi, We Are Three, C-eviren C. Barks (Athens, Ga.: Maypop Books, 1987), s. 40.

15 Bu ayrımı benim için şeyh Mehmet Selim açıklığa kavuşturmuştur.

16 Birkaç yıl önce Osmanlıca’dan modern Türkçe’ye şeyh Safer Dal tarafından, İngilizce’ye ise şeyh Tosun Bayrak tarafından çevrilen, yayınlanmamış, on sekizci yüzyılda yazılmış anonim bir metindir.

17  Nurbahsh, a.g.e., s.45.

18  A.g.e., s.50.

19  Fadiman ve Frager, a.g.e., s.21.

20 Nurbahsh, a.g.e., s.55-56’da (orijinal yazarının ismi verilmeksizin) nakledilmiştir.

21  A.g.e., s.57.

22  Nurbahsh, a.g.e., s.58’de yer alan Razi

23   Nurbahsh, a.g.e., s.67.

24   Nurbahsh, a.g.e., s.59’da yer alan Ruzbehan.

25   Nurbahsh, a.g.e., s.59’da yer alan Mahmud Kaşani.

26  Nurbahsh’da yer alan Discourses.

27  C. Rumi, Open Secret, çeviren,J. Moyne ve C. Barks, (Putney, Vt.: Threshold Books, 1984), s.70.

28  l. Lewisohn (ed,), Classical Persian Sufism: from its origins to Rumi, (New York: Khaniqahi Nimatullahi Publications, 1993), s.289’daki Ayn el- Qudat.

29  A.g.e., s.311.
30 Fadiman and Frager, a.g.e., s.23.

 

Buradaki NEFS diyagramlarını emmareden safiyyeye yükselen bir grafik olarak görmek için tıklayınız:

 

Nefsini   Bilen   Rabbini   Bilir.

Bir cevap yazın