Nakşbendiyye Sülûku

NAKŞBENDİYYE SEYR ü SÜLÛK AŞAMALARI

http://www.tasavvuf.in/makamat_tecdid.htm

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR / Muhammed MASÛM el-Müceddidî

Birinci Sır Müridlere Faydalı olan bazı hususlar hakkındadır

İkinci Sır Alem-i Emr ve Alem-i Halk’ın latifeleri hakkındadır

Üçüncü Sır ismi zat (lafza-i celal), nefy ve isbat zikrinin beyanı hakkındadır

Dördüncü Sır Nakşibendi tarikatına süluk ile husule gelen hususi makamların beyanı

Beşinci Sır özellikle müceddidiyye  makamlarının açıklanması hakkındadır

Altıncı Sır : nakşibendi tarikatında ıstılah olan lafızların açıklaması hakkındadır.

Yedinci Sır : müritlerin edeplerinin açıklanması hakkındadır.

BİRİNCİ SIR: “MÜRİDLERE LAZIM OLAN BAZI FAYDALI HUSUSLAR” HAKKINDADIR.

Talib (matluba ulaşmak isteyen kimse) biat kasdıyla geldiği zaman önce istihare ile emrolunur. Eğer (istihare yapmaksızın) kamil-mükemmil bir şeyh talibin biatını kabul ederse istihare yerine geçer. İkisi birlikte olursa nur üstüne nurdur. Allah (celle celalühü) dilediğini nuruna ulaştırır.

Müceddid İmam (İmam-ı Rabbani) kuddise sırruhu şöyle diyor: “Akreb (en yakın), esbak (en önde olan), evfak (en uygun), ahkem (en sağlam), eslem (en salim), esdak (en doğru), en evla, en yüce, en parlak, en yüksek, en mükemmel ve en güzel tarikat, yüce Nakşibendi tarikatıdır. Bu tarikatın şanının yüceliğinin sebebi; tarikat büyüklerinin sünnet-i seniyyeye (sahibine salat u selam olsun) uymaya özen göstermeleri, bid’atlardan kaçınılması, tarikat şeyhlerinin hallerinin sahabe-i kiramın (Allah onlardan razı olsun) halleri gibi olması.

İşte böylece diğer tarikatların şeyhlerinin ulaştıkları son nokta, nakşilerin bidayetinde münderictir. Onların huzurları devam mertebesine ulaşmıştır. Kemâl derecesine ulaştıktan sonra huzurları, diğerlerinin huzurundan yücedir.

Bu tarikatın dışındaki tarikatların hilafeti Müceddid İmam (k.s.)a babası ve diğer şeyhlerden ulaşmıştır. Bu tarikatın hilafeti ise ona, Şeyh Muhammed Baki Nakşibendi’den vasıl olmuştur. Kutsî nefeslerinin bereketleri Hindistan’da şöhret bulmuştur. Asrının şeyhleri onun kemâlatını ve tasarrufatını ikrar ettiler ve onu tasdik ettiler. Hatta meşihatlarını terk ederek ona biat etmekle iftihar ettiler ve müridleri arasına katıldılar. Muhammed Baki’yi şeyhi hazreti Hacegi Emkineki -kuddise sırruhu- bu tarikatı Müceddid İmam Rabbani (kuddise sırruh)a ulaştırmak için Maveraünnehr’den Hindistan’a gönderdi.

O da şeyhinin emrine uyarak Hindistan’a gitti. Müceddid İmam’ı kendisine hilafet-i hassayı (özel hilafeti) vermek suretiyle şereflendirdi. Hilafeti devrettikten sonra irşadını müridlere bıraktı. Daha doğrusu tüm müridlerine ondan istifade etmelerini emretti. Onu arkadaşları arasında metheder ve şöyle derdi: “Gökyüzünün altında Şeyh Ahmed’in benzeri bulunmaz. Eğer bulunursa söylenirse, onlar sayılı kimselerdir. Bana göre onun tüm keşifleri sahih ve peygamberlerin (aleyhimüs-salatu ve’sselam) mütaalasına uygundur. O güneştir, bizim gibiler ise onun ışığında ışığında görülemeyen yıldızlardır. Önceki şeyhler (mütekaddimun) doğumundan yıllar önce onun geleceğini haber verdiler. Haber verenler, gavs-ı azam Şeyh Abdulkadir Geylani, Şeyh Ahmed Cami, Şeyh Halilullah el-Bedahşi, Şeyh Nizam Narnuli ve diğerleri (Allah hepsinden razı olsun.) gibileridir.

Şeyh muhaddis Şah Veliyyullah Dehlevi, “Mukaddime-i seniyye” adlı eserinde sünniliği anlatırken Müceddid İmam’ın menkıbelerini yazar ve şöyle der: “Onu ancak müttaki mü’min sever ve ona ancak şaki, münafık olan buğzeder.”

Müceddid İmam’ın (k.s.) halifesi Şeyh Muhammed el-Keşmi’de “Berekât-ı Ahmediyye” adlı kitabında şöyle diyor: “Şeyh Muhammed Baki (k.s.) arkadaşlarına ondan istifadeyi emrettiği zaman onlardan biri bundan hoşlanmadı da rüyasında peygamber efendimiz (s.a.v.)’i Müceddid İmam (k.s.)’u methederken ve şöyle derken gördü: “Şeyh Ahmed kimi kabul ederse o bizim katımızda makbuldür, o kimi reddederse, o bizim katımızda merduttur.”

Kadiri tarikatındaki hilafetine gelince, bu ona Şeyh İskender Kitehli’den vasıl olmuştur.

Şeyh İskender, Şeyh Abdulkadir Geylani’nin soyundandır. Bu zat şeyhlerin büyüklerindendi. Şeyh Abdulkadir Geylani hırkasını bıraktığında, evlatlarına onu, Müceddid İmam’a ulaştırmalarını vasiyyet etti. Yani kim onun zamanına yetişirse hırkayı ona giydirmesini vasiyyet etti. İşte Şeyh İskender onun zamanında yaşıyordu. Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani rüyasında defalarca hırkayı ona ulaştırmasını emretti. Şeyh İskender Müceddid İmam’ın yanına geldi hırkayı eliyle giydirdi ve ona tarikatındaki hilafet-i hassayı (özel halifeliğ)’i verdi.

Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarikatlarının hilafeti, babası Şeyh Abdulahad (k.s.) dan kendisine intikal etti. Kubreviyye tarikatının hilafeti ise Keşmir bölgesinde, kemâlat sahibi, şeyhlerin büyüklerinden Şeyh Yakub Asrî hazretlerinden intikal etmiştir.

İlahi mevhibeler, sayısız ihsanlar ve lütuflarla Müceddid İmam (k.s)’ın dengi yoktur.

Onun menkıbelerine, faziletlerine, keşif ve kerametlerine muttali olmak isteyen; halifesi Şeyh Haşim Keşmi’nin “Berekat-ı Ahmediyye”sine ve yine halifesi Şeyh Bedreddin es-Sehrendi’nin “Hazeratu’l-kuds’üne ve Şeyh Muhammed İhsan el-Müceddidi’nin “er-Ravzatu’l-Kayyumiyye” adlı eserine müracaat etsin.

Müceddid İmam (k.s.) hicri 971’de doğdu. 28 Safer 1034 h.de vefat etti. Her ne kadar tüm tarikatların halifeliği kendisine verilse de; şeriata uygunluğu, nebevi sünnete ittibası ve bidatlardan kaçınması sebebiyle Müceddid İmam (k.s.) Nakşibendiye tarikatını seçti. Müridler başka bir tarikatda ona biat etmiş olsalar da bu tarikatın eşgalini biliyorlardı.

Bu şerefli tarikatın faziletleri ve metni kitaplarda mevcuttur. Ben bu kadarla iktifa ediyorum.

FAİDE: Şeyhin, müride evvela mücmel olarak tevbe yolunu öğretmesi gerekir. Çünkü şeyhler, zamanımızda taliblerin himmetlerinin azlığı sebebiyle, tevbenin tafsilatıyla öğretilmesini bıraktılar.

Zira tevbenin tafsilatıyla öğretilmesi için uzun müddet gerekir. Bu müddette tarikata girme isteği konusunda bir gevşeme olabilir. Tevbenin tafsilatından kasıt; zor riyazetlerin olması, erbain[1] ve benzerlerinde nefse çok ağır gelen mücahedelerin var olmasıdır. Şeyhler riyazetlerin yerine, amel ve ibadetlerde orta yolu seçtiler. Hatta, talibleri, âli himmetlerini ve güçlü teveccühlerini sarfederek maksuda ulaştırdılar. Erbainden çok daha faydalı olan teveccühlerle müridlerini yönlendirdiler.

Şeyhler sünnet-i seniyyeye ittibayı ve bidatlardan kaçınmayı emrediyorlardı. Taliblerin ruhsatla amel etmesini caiz görmüyor, azimetle amel etmelerini emrediyorlar. Şöyle diyorlardı: “Sünnete ittiba etmeksizin maksuda ulaşmak muhaldir.” Talibin şeriata muhalif olan keşfinin onların katında değeri yoktur. Talibe önce, sıfatlara teveccüh etmeksizin ism-i zat’ın zikrini öğretiyorlardı. Diğer tarikatların şeyhleri ise sıfatları düşünerek zikretmeyi öğretiyorlardı.

FAİDE: Bazı arkadaşları Müceddid İmam (k.s.)’a, bir kısım erkek ve kadın taliblerin biat etmek istediklerini, fakat bunların haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçınmadıklarını, böyle kimselerin tarikata girmesinin caiz olup, olmadığını sordular. İmam şöyle cevap verdi. “Tarikata girmeleri caizdir. Sonra şeyh onlara haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçınmalarını emreder. Umulur ki Allahu Teala onların durumlarını düzeltmelerini nasib eder.”

FAİDE: Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: Kadınlara tarikat vermek caizdir. Eğer mahrem iseler hicabsız vermek caizdir. Mahrem değilseler mutlaka hicabı (örtülü oldukları halde) vermek gerekir.

FAİDE: Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: “Tesirin olmaması veya az olması, tamamen talibin istidadının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü bazı talibler tam istidatlı olurlar fakat onlarda te’sir görülmez.

Şeyh Muhammed Masum (k.s.)da şöyle diyor: “Asıl gaye nisbetin[2] husule gelmesidir. Nisbetin husule gelmesinin ilmi ayrı birşeydir. Eğer bu talibe verilirse ne güzel. Verilmezse de birşey olmaz. Yavaş yavaş husule gelen nisbetin kıymeti ve izzeti yücedir. Kim te’sirin hemen görülmesini isterse o hakiki bir talib olamaz ve sohbete layık değildir. Görmüyor musun, dünyayı isteyenler kazancın neticelerine bakmaksızın onu elde etmek için nasıl çalışıyorlar. Mevla’yı isteyenlerin, riyazetler, mücahedeler ve kendilerine lazım olan diğer şeylerle çalışmaları gereklidir. Şeyhlerden birçoğunun ömürlerini rizayetler, mücahedeler içerisinde geçirdikleri bilinmeyen birşey değildir.

Yine Muhammed Masum (k.s.) şöyle dedi: “Şeyhin müridleri arasında mücmel olması, istikamet ve saygınlığıyla saygı görüyor olması gerekir. Müridlerin ta’zim ettiği, saydığı birisi olmasi için onların içerisine fazla karışmaması gerekir. Müridlerin şeyhlerle hulusu (şeyhlere hüsn-i niyet beslemesi), onun edebine sarılmaları terakkilerine sebep olur.

FAİDE: Şeyh Muhammed Masum (k.s.) şöyle diyor: Bizim tarikatımızda kemâl derecesine ulaşmak, bağlanılan şeyhe, muhabbet rabıtasına bağlıdır. Gerçek talib, bu muhabbetle şeyhin batınından gelen fuyuzat[3] ve berekatına erişir ve onun boyasıyla boyanır. Büyük şeyhler şöyle diyor: “Fena fi’ş-şeyh Allah’da fani olmanın başlangıcıdır. Fena fi’ş-şeyh ve rabıta olmaksızın sadece zikir maksuda ulaştırıcı değildir. Her ne kadar zikir vuslat sebeblerinden olsa da, vusul; muhabbet rabıtası ve fena fi’ş-şeyhe bağlıdır.

Evet, sohbet adabına riayet edip şeyhe teveccühle rabıta maksuda ulaştırır. Çünkü bizim bu yolumuz ashab-ı kiram (radıyallahu anhum)’un yolu gibidir. Çünkü o yolda ifade ve istifade şeyhten akseder. Bundan dolayı âdaba riayet ederek şeyhle sohbet yeterlidir. Diğer vazifeler, zikirler ve riyazetler ile Allah’tan imdad ve yardım hasıl olur. İman, teslimiyet ve inkiyad ile beraber Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sohbetinin kemâlatın husulü için yeterli olduğu gibi. Tabii iman, teslimiyet ve inkiyad ile beraber… Bunun için maksuda ulaşmak diğer tarikatlerden daha kısa sürede olur. Bu tarikatte feyiz ve bereket yaşlıya, gence, küçüğe, büyüğe, diriye ve ölüye erişir.

Bu tarikatın dışındakilerin işlerinin özü, vazifeleri, virdlere, riyazetlere ve erbainlere bağlıdır. Sadece tarikat şeyhine bağlı değildir.

FAİDE: Eğer kâmil-mükemmil bir şeyh tarikatta bir nakıs[4]‘a icazet verirse, bu caizdir. Tarikatımızın imamı Hz. Şeyh Hoca Bahauddin Nakşibend (r.a.)’ın Hz. Mevlana Ya’kub Çerhi’ye kemâl derecesine ulaşmadan önce icazet verdiği gibi. Onun tarikattaki kemâli Hz. Şeyh Alaaddin Attar’ın (k.s.) hizmetinde vefatından sonra gerçekleşti. Nakıs olan kimse her ne kadar icazete müsait olmasa da şeyh onu kendi makamına oturttuğunda noksanlık zarar vermez.

FAİDE: Erbainde esma-i ilahiyye ile meşgul olmak, Nakşibendiyye Müceddidiye tarikatında yapılan birşey değildir. Bilakis bu tarikatın şeyhleri isimlerin müsemmasında fenayı ve istihlaki seçtiler. Yani onların asıl maksatları fena fillah ve bu tarikatın şeyhlerine nisbetin hasıl olmasıdır. Bu her ne kadar az olsa da (bu durum nadir olsa da) bu tarikatın dışındaki şeyhlere nisbetle çoktur. Çünkü diğer tarikatların nihayeti bunların bidayetinde mündemiçtir.

FAİDE: Müceddid İmam (k.s.) şöyle dedi: Mürid şeyhinin başkalarından faziletli olduğuna inansa bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü bu inanç muhabbetin kemâlinin meyvesi, ifade ve istifadeye sebep olan manevi münasebetin neticesidir. Fakat müridin, şeyhini faziletleri Şari tarafından belirlenmiş kimselerden üstün görmemesi gerekir. Çünkü bu, Şari’ye muhalefet ve sevgide ifrat demektir. Bu ifrat ise mezmumdur. Şiilerin muhabbetteki ifradlarından dolayı bidatcı oldukları gibi. Yine aynı sebepten Hristiyanlar hüsrana düştüler ve ebedî azabı hakettiler. Evet, müridin şeyhini diğerlerinden üstün görmesi caizdir, hatta tarikatta vaciptir. Bu inanç sadık müridde kasdı ve ihtiyarı olmaksızın meydana gelir ve bu inançla mürid şeyhinin kemâlatını alır. Eğer kendi kasdı ve azmiyle böyle inanırsa bu caiz değildir. Bu bir fayda vermez ve bununla bir netice de elde edemez.

[1] Erbain: Çile çekmek, nefsi ezmek, bencilliği kırmak için müritlerin kırk gün halvete çekilmeleri, bu süre içinde zaruret bulunmadıkça bir şey yememeleri, konuşmamaları, uyumamaları, daima zikir ve tefekkürle meşgul olmalarıdır.

[2] Nisbet: Salikin bağlı olduğu hal ki, o bu hal ile tanınır. Ayrıca şeyh ile müridi arasındaki manevî bağa da nisbet denir.

[3] Fuyuzat-feyz: Salikin çalışması ve çabası sözkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir hususun verilmesi.

[4] Nakıs: Seyrü sülukunu henüz tamamlamamış olan.

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR

     Burhan İŞLİYEN

 

İKİNCİ SIR ALEM-İ EMR VE ALEM-İ HALK’IN LATİFELERİ HAKKINDADIR

Müceddid İmam (k.s.)’a sahih keşf ile zahir oldu ki; insan on latifeden ibarettir. Beş tanesi emir aleminden, beş tanesi ise halk âlemindendir. Emir âleminin latifeleri şunlardır: Kalp, ruh, sır hafi ve ahfa.

Halk aleminin latifeleri ise şunlardır: Nefs ve dört unsur. (anasır-ı erbaa: Su, hava, toprak, ateş)

Emir âlemi “kün=ol” lafzıyla olan (meydana gelen) şeylerden ibarettir ve yeri arşın üstündedir, imkan ve duyu organlarımızla duyulan âleminin dışındadır.

Halk âlemi tedrici olarak yaratılan şeylerden ibarettir, yeri arşın altındadır, imkan ve mahsusat âleminin içindedir. Allahu teala mükemmel kudretiyle emir âleminin latifelerine bağlı ve irtibatlı yarattı ki onlar (emir âleminin latifeleri) mücerred cevherler ve insan cisminin müteaddit yerlerinde ışık saçan nurlardır.

Kalp latifesinin taalluku sol göğsün (memenin) iki parmak altıdır.

Ruh latifesinin taalluku göğsün ortasına doğru iki parmak aralıkla sol memenin hizasıdır.

Hafi latifesinin taalluku göğse doğru iki parmak aralıkla sağ memenin hizasıdır.

Ahfa latifesinin taalluku göğsün tam ortasıdır.

Halk âleminin latifelerinin aslı, emir âleminin latifelerinden birinin aslıdır. Yani nefs latifesinin aslı, kalp latifesinin aslıdır. Havanın aslı ruh latifesinin aslıdır. Suyun aslı, sır latifesinin aslıdır. Ateşin aslı hafi latifesinin aslıdır. Toprağın aslı, ahfa latifesinin aslıdır. Bu latifelerden her birinin tek başına bir nuru vardır. Kalp latifesinin nuru sarı, ruh latifesinin nuru kırmızı, sır latifesinin nuru beyaz hafi latifesinin nuru siyah, ahfa latifesinin nuru ise yeşildir.

Nefs latifesinin nuru keyfiyetsiz olarak, tezkiyeden sonra idrak edilir.

Emir âleminin latifelerinden her bir latife ulu’l azm peygamberlerden birinin ayağının altındadır. Onlar Allah’u Teala’nın feyzinin ulaştırılmasında vasıtadır. Bu feyzin zuhuru (açığa çıkması) öncelikle emir âleminin latifeleriyle irtibat ve tealluku olan mezkur yerlerde olur. Her latife marifete süluk yolunun bir kapısıdır. Peygamberler vasıta olmaksızın marifet mertebelerine ulaşmak mümkün değildir. Bunun için bu latifeler onların ayaklarının altındadır.

Kalp latifesi, Adem (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.

Ruh latifesi, Nuh ve İbrahim (aleyhisselam) efendilerimizin ayaklarının altındadır.

Sır latifesi Musa (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.

Hafi latifesi İsa (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.

Ahfa latifesi peygamberlerin sonuncusu Muhammed (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.

Feyyaz-ı Mutlak (Allahu Teala)dan kime bir feyiz ulaşırsa o peygamberler (aleyhisselam) vasıtasıyladır. Herkes aslının istidadı ölçüsünde feyiz alır. Yani bu peygamberlerden hangisi onun vasıtası ise Hak Subhanehu hazretlerinin feyzinden o peygamber vasıtasıyla istifade eder.

Peygamberlerin yakınlıkları mertebesi farklı olduğu gibi insanların kabiliyetlerinin mertebeleri de farklıdır. Taliblerden herbirinin istidadı, vesilesine yakınlığına göre olur. Kimin vesilesi Adem (aleyhisselam) efendimiz ise, rabbani doğru feyizleri almak için onun istidadı ve kabiliyeti Adem (aleyhisselam)’a yakınlığı mucibincedir.

Yine kimin vesilesi Nuh ve İbrahim (aleyhisselam) efendilerimiz ise onun istidadı o ikisine yakınlığı mucibincedir.

Kimin vesilesi Musa (aleyhisselam) olursa; istidadı, ona yakınlığına, kimin vesilesi ise İsa (aleyhisselam) olursa; istidadı, ona yakınlığına, kimin vesilesi de efendimiz Muhammed (aleyhisselam) olursa onun istidadı, ona yakınlığına göre olur.

Kim maksuda Adem (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa onun aslî merkezi “kalbi velayet” olur. Çünkü kalp Adem (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır. Buna ıstılahta velayetin birincisi derecesinin sahibi denir.

Kim maksuda İbrahim (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa, aslî merkezi İbrahim (a.s.)’ın ayağının altında bulunan “ruhi velayet” olur ve velayetde ikinci derecenin sahibi olur.

Kim maksuda Musa (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa aslî merkezi Musa (aleyhisselam)’ın ayağının altında bulunan “sır velâyeti”dir ve velâyetde üçüncü derecenin sahibi olur.

Kim İsa (aleyhiselam) vasıtasıyla maksuda ulaşırsa, aslî merkezi İsa (aleyhisselam)’ın ayağının alında bulunan “hafi velâyetidir” ve velâyetin dördüncü derecesinin sahibidir.

Kim peygamber efendimiz (aleyhisselam)’ın vasıtasıyla maksuda ulaşırsa, aslî merkezi efendimiz (aleyhisselam)’ın ayağının altında bulunan “ahfa velayeti” dir ve velayetin beşinci derecesinin sahibidir, mahbubiyet derecesine erişmiştir.

Saliklerin bir kısmına “murad”, bir kısmına da “mürid” denir. Kimin aslî merkezi ahfa latifesi ise o muraddır, onun zatında mahbubiyet kabiliyetine istidat vardır. Çünkü, ona rabbani feyz, mahbubların seyyidi (sevilmişlerin efendisi) aleyhisselam vasıtasıyla gelir. O mahbubun biz-zatdır.

Cezbe[1] mahbubun bi’z-zat olanın  sülukunda mukaddemdir. Yani o süluk mertebelerini ve kurb makamlarını kısa bir teveccüh ve az bir riyazetle kısa bir müddetle kateder.

Kimin aslî merkezi latifelerden ahfa latifesinden başkası ise o müriddir. Süluk tarikini (yolunu) cehd ve gayretle kateder.

Murad Cehd ve gayretsiz olmaması demek; maksuda manevi cezbe ile ulaşır. “Murad”, Hak Subhanehu’nun cezbesi ile imtiyaz eder. “Mürid” kendi çabası ile mesafe kateder.

Beşinci ya da dördüncü derecenin sahibinin “kurb”[2] mertebelerinde, birinci ve ikinci derece sahibinden daha faziletli olması zurunlu değildir. Çünkü bunun tersi de olabilir, hatta olmuştur. Çünkü bazı birinci ve ikinci derece sahipleri kurb mertebelerinde, beşinci ve dördüncü derece sahiplerinden daha faziletli ve daha şereflidir.

Hak Subhanehu’ya yakınlığın sebepleri çoktur. Müridde terakki onlarla hasıl olur. En alt derecenin sahibi en üst derecenin sahibinden daha şereflidir. Bu konunun tafsilatı “Mektubat”‘da, Müceddid İmam ve oğlu Şeyh Muhammed Masum (k.s.)’a ait risalelerde geniş olarak yazılıdır. Ben bu muhtasar eserde bu kadarla iktifa ediyorum.

 

[1] Cezbe: İlahi inayetin gereği olarak Cenab-ı Hakk’ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyulan her şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine yaklaştırması.

[2] Kurb: Allah’ın ibadet ve taatına yakın olmak. Hakk’ın tevfikine ve inayetine yakın olmak. Kul ile Hakk’ın arasında araçların bulunmaması veya az olması. Kul ile Hak arasındaki yakınlık mesafe itibariyle değildir.

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR

     Burhan İŞLİYEN

 

ÜÇÜNCÜ SIR, İSM-İ ZAT (LAFZA-İ CELAL), NEFY VE İSBAT ZİKRİNİN BEYANI HAKKINDADIR

Bil ki, bu tarikat-ı aliyye şeyhleri, önce âlem-i emr latifelerini tehzibe yöneliyorlar. Bunun için onların üç yolu vardır:

BİRİNCİ YOL: Zikir: Bu da iki türlüdür.

1- İsm-i Zat’ın zikri

2- Nefy ve isbat zikri

 

İSM-İ ZAT’IN ZİKRİ

KEYFİYYETİ: Talib, önce Allah’a tevbe eder, hulus-u niyetle günahlarından istiğfar eder, ölümü gözünün önüne getirir. Allah’a yönelerek kalbini havatır[1]dan ve nefsin isteklerinden temizler. Dilini üst damağa yapıştırır ve hayalen kalbe teveccüh eder. Kalbini “Allah” ism-i celâlinin müsemmasına yöneltir. Bedenini ve dilini oynatmaksızın hayaliyle kalbinin “Allah, Allah” dediğini tasavvur eder. Zihne zuhur edenleri defetmek için râbıta zaruridir. Rabıta; müridin şeyhin suretini kalbinde tasavvur etmesidir. Bu, hataratı defetme konusunda tecrübe edilmiştir. Müridin bu keyfiyet üzere zikirle meşgul olması gerekir.

Vukuf-u kalbî[2] zikirin şartlarındandır. O da talibin kalbe, kalbin de Allah (azze ve celle)’ye teveccühüdür. Vukuf-u kalbi olmaksızın zikir bir fayda ve netice vermez.

Talib, zikir onda bir meleke, kulak ve göz gibi ondan ayrılmayan bir vasıf oluncaya kadar zikre devam eder. Yani ne zaman kalbe teveccüh etse kalbini zikredici ve hazır olarak bulur. Bu halden kurtulmak istese de bu meleke ondan kalkmaz.

Yüz defa lafza-i celal zikrinden sonra tam bir huşu ve hudu ile kalbiyle hayalen şu duayı okur:

“Allah’ım maksudum Sensin, isteğim Sen’in rızandır. Bana muhabbetini ve marifetini ver.”

Sonra yine zikirle meşgul olur. Kalbi Allahu Teala’nın fazlıyla zikreder olup, müride, istikamet[3] ve cemiyyet[4] hasıl olunca o zaman aynı şekilde ruh latifesinden zikreder. Sonra sır latifesinden, sonra hafi latifesinden sonra da ahfa latifesinden zikreder. Sonra aynı şekilde alem-i halkın latifelerinden zikreder. Yani önce, yeri alnın ortası olan nefis latifesinden , ondan sonra yeri bedenin hepsi olan kalıp latifesinden zikreder.

“Bil ki emir âleminin latifelerinden herbir latife için arşın üzerinde bir asıl vardır. Latife aslına ulaşmadıkça fena hasıl olmaz. Kalp latifesinin aslı efal-i ilahiyyenin tecellisidir. Ruh latifesinin aslı subuti sıfatların tecellisi, yani Hak Subhanehu’nun zatının mevsuf olduğu sıfatlardır. İşitmek ve görmek gibi. Sır latifesinin aslı şuunat-ı zatiyyedir. Yani zât-ı ilahiyyenin şânıdır. Zat-ı ilahiyye semi, basar, kudret ve diğer sıfatlarla mevsuftur.

Hafi latifesinin aslı selbî sıfatlardır. Yani semi ve basarın olmaması sözkonusu değildir.

Ahfa latifesinin aslı şan-ı camidir. Yani sıfatların ve şuunatın aslıdır.

Şeyhler bazı müstefidlere murakabeleri bir usulle öğretir. Yani her latifenin murakabesi aynı şekildedir. Onların talimi (öğretilmesi) şu keyfiyetle olur: Talib kalbini Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbinin hizasında tasavvur eder ve Allah’u Teala’nın huzurunda Muhammed (aleyhisselam)ın kalbinden Adem (aleyhisselam)’ın kalbine geçen tecelli-i ef’al benim kalbime aksın diye dua eder. İşte o zaman ef’al-i ilahiyyenin tecellisinde, kalp latifesinin fenası hasıl olur. Bu tecelli hasıl olduğu zaman salikin nazarından kendi fiilleri, hatta tüm mahlukatın fiilleri gizlenir. Hakiki failin fiilinden başka bir şey göremez. Kalp latifesinin velayeti Adem (aleyhisselam) efendimize mensubtur. Kim bu velayetden maksuduna ulaşırsa ona “Ademî meşreb” denir.

Yine salik, ruhunun latifesini; Allah’u Teala’dan Muhammed (aleyhisselam)’ın ruhuna, oradan Nuh ve İbrahim (aleyhisselam)’ın ruhlarına ulaşan sübuti tecelliyatın feyzinin kendi ruh latifesine akmasını isteyerek, Muhammed (a.s.)’ın ruhunun önünde düşünür. İşte o zaman salik kendi sıfatlarının ve diğer mahlukatın sıfatlarının kendisinden ve onlardan selbedilmiş olduğunu görür. Hatta o sıfatları bizzat Hak Subhanehu’ya ait görür.

Kim maksuduna bu yoldan ulaşırsa ona “İbrahimî meşreb” denir. Mazhar Can Canan Şehid Dehlevî, halifesi Hz. Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Şeyh Abdurreşid Müceddidi el-Medeni (kaddesallahu esrarehum) hepsi İbrahimî meşreb idiler.

Yine sır latifesini Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sırrının önünde, Allah Subhanehu’dan, efendimiz Muhammed (aleyhisselam)’ın sırrından Musa (aleyhisselam)’ın sırrına ulaşan zati şuunatın feyzinin kendi sırrına aktığını tasavvur eder. Burada Salik nefsini Hak Subhanehu’nun zatında helak olmuş olarak bulur. Kim maksuduna bu yolla ulaşırsa ona “Musevîyyü’l-meşreb” denir.

Hafi latifesini Allah’u Teala’dan Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın hafisine, oradan İsa (aleyhisselam)’ın hafisine ulaşan selbî sıfatların feyzinin kendi hafisine feyezan etmesini isteyerek -Nebi (aleyhisselam)’ın hafisinin önünde tasavvur eder. İşte burada salik Hak subhanehu’nun mahlukattan tecridine ve tefridine şahit olur. Kim maksuduna bu yolla ulaşırsa ona “İsevî meşreb” denir.

Büyük dedemiz Şeyh Ebu Said el-Müceddidi ve Hz. Şeyh Muhammed Ömer el-Müceddidi (k.s.) İsevî meşreb idiler.

Ahfa latifesini, -Allahu Teala’dan habibinin ahfa latifesine feyezan eden “şan-ı cami” feyzinin kendi latifesine aktığını tasavvur eder. İşte bu makamda Allah-u Teala’nın ahlakıyla ahlaklanmak salikin nasibi olur. Kim maksuduna bu yoldan ulaşırsa ona “Muhammedî meşreb” denir. Hz. Şeyh Ahmed Said Müceddid ve Şeyh Muhammed Mazhar (k.s.) gibi. Bu ikisi de “Muhammedî meşreb” idi. Bu fakir müellifin münasebeti de bu yüce meşreb iledir. “Şan-ı cami” o iki şeyhin ve bu fakirin mürebbisidir. Bu süluka “süluk-u tafsili” denir. Tarikatın şeyhinin, ta’limin başında, tafsili süluk ile terbiye etmesi caizdir. Ya da önce icmali sonra tafsili süluk ile terbiye eder. Bu fakir müellife efendibaba hazretlerinin önce icmali sonra da tafsili süluku öğrettiği gibi.

2- NEFY VE İSBAT ZİKRİ:

YAPILIŞI: Talib önce dilini üst damağına yapıştırır. Nefesini karnında tutar. Sonra damağın sonuna kadar “Lâ” çeker. Sonra oradan sağ omuzuna doğru “ilahe” oradan kalbinin üzerine “illallah” der. Bunu hayali olarak yapar. Zikrin eserinin (etkisinin) bütün latifelerde gözükmesi için böyle yapılır. Nefesini bırakışında yine hayali olarak “Muhammedu’r-Rasulullah” der.

Nefy ve isbat zikrinin altı (6) şartı vardır:

Birinci şart: Manayı düşünmek. Yani “Allah’tan başka maksut yoktur.” demek. Nefy esnasında kendisinin ve tüm mevcudatın fani olduğunu tasavvur eder. İsbat anında ise Hak Subhanehu Teala’nın varlığını tasavvur eder.

İkinci şart: Tam bir huşu ve hudu ile yüz defa kelime-i tevhidden sonra “Allah’ım maksudum Sen’sin, isteğim Sen’in rızandır bana muhabetini ve ma’rifetini ver” diye dua etmesidir. Sonra tekrar zikirle meşgul olur.

Üçüncü şart: Vukuf-u kalbi. Yani talibin kalbe, kalbin de Allah (azze ve celle)ye tevecühü. Bu iki teveccüh olmaksızın Allah’u Teala’nın huzurunda bulunmak muhaldir.

Dördüncü şart: Nigeh-daşt: Allahu Teala’nın huzurunda, bulunmanın devamlı onda bir meleke haline gelmesi için, kalbi havatır ve vesveselerden, nefsin fısıltısından muhafaza etmektir.

Beşinci şart: Vukuf-u Adedi: Nefy ve isbat zikrinde tek sayı üzerinde nefes vermeye denir.

Altıncı şart: Rabıta: Yani, talibin şeyhinin suretini kalbinde veya kalbinin hizasında, ya da kendi zatını şeyhinin zatı olarak tasavvur etmesidir.

Nefy ve isbat zikrinin yapılışından ters bir “….” şekli çıkar. Şu şekilde

Talibin bu zikirde yukarıdaki şekli tasavvur etmesi gerekir. Bu zikir Hızır (aleyhisselam) efendimizden rivayet olunmuştur. Hızır (aleyhisselam) onu Abdulhalik Gucduvani’ye öğretmiştir.

Haps-i nefes (nefesi tutmak), zikrin şartlarından değildir. Bilakis kalbîn hareketi hareret, zevk, şevk ve hataratın defedilmesi faydalarını sağlar. Yine, keşfin husule gelmesi onun faydalarındandır.

Şayet talib bu zikirde bir nefeste yirmibire ulaştığı halde kalbî hararet ve havatırın azalması gerçekleşmezse ameli batıldır. Şartlarına riayet ederek mezkur zikre baştan başlaması gerekir.

Meşayıh’a göre alem-i emrin letaifini tehzib için üç yol vardır:

Birinci Yol: Zikir: Keyfiyyetini daha önce anlattık.

İkinci Yol: Talibin kamil-mükemmil şeyhin teveccühatından istifade etmesidir. Çünkü talibin kalbinin gafletten ve havatırın hücumundan tasfiyesi şeyhin kuvvetli teveccühü ve kudsi nefesiyle mümkün olur. Talib onun muhabbetinin cezbesiyle, murların zuhuru, tecelliyat ve sırların müşahedesi mertebesine ulaşır. Talibin şeyhinin huzurunda, edebinin kemâline riayet etmesi, şeyhin rızasını başkalarından öne alması, daha çok düşünmesi ve rabıtaya dikkat etmesi gerekir. Çünkü rabıta ilahi feyizlerin vasıtasıdır. Feyiz kaynağından füyuzatın gelmesi, gaflet sebeblerinin kesilmesi için rabıtaya bağlı kalınır. Talibe yüce makamlarda ve ulu derecelerde terakki hasıl olur. Talibe, artık onu havatır rahatsız etmeyecek şekilde Allah’a teveccüh hasıl olur. İşte bu hale “huzur” denir. Zikirden maksat da budur.

Üçüncü Yol: Murakabe: Kalbi havatır ve vesveselerden korumak, zikir ve rabıta olmaksızın Hak Subhanehu hazretlerinden feyiz beklemektir.

 

[1] Havatır (Hatır): İnsanın içine gelen hitabı, iç âlemde duyulan ses, alınan mesaj. Bu hitab Allah’tan, lemekten, şeytandan ve nefsten olabilir.

[2] Vukuf-u kalbi: Bkz. sh;

[3] İstikamet: Ahde vefa, taahhütlere sadakat. Her hususta ifrat ve tefritten sakınarak itidal yolunda yürümek. Bir insanın zikzak yapmadan hayat boyu takip ettiği çizgi.

[4] Cem: Hakk’ı halksız temaşa etme, halkı değil sadece Hakkı, seyretme, bütün eşya ve varlıkların Allah sayesinde mevcut olduklarını görme, her şeyi Allah’tan görme.

Cemiyet: Masivadan yüz çevirme ve dikkat, yüce Allah’a teveccüh noktasında toplama.

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR

     Burhan İŞLİYEN

 

DÖRDÜNCÜ SIR: NAKŞİBENDİ TARİKATINA SÜLUK İLE HUSULE GELEN HUSUSİ MAKAMLARIN BEYANI

Bil ki tarikatımızın şeyhleri evvela letaife, yani emir ve halk aleminin letaifine teveccüh ederler. Teveccüh etmenin yolu: Hak Subhanehu hazretlerine iltica ederek ve tarikat şeyhlerinin ruhlarından istimdat ederek şeyhin, kalbini, talibin kalbinin hizasında tutmasıdır. Şeyh kendi kalbine ulaşanın, talibin kalbine ulaşması ve zikir nurlarının ilkası için himmetini sarfeder.

Allahu Teala’nın fazlıyla kalp latifesinin eseri şeyhin teveccühü ile istidadı ölçüsünde talibin kalbinde zuhur eder. Şeyh tüm latifelere aynı şekilde teveccüh eder. Yine süluk makamlarından hangisinde olursa olsun evvela bu makamın nurlarıyla ve keyfiyetiyle boyanması gerekir. Sonra güçlü himmetini sarfederek bunu talibe ulaştırır. Talib on latife ile etmeyi zikir anladığında, şeyhin ona murakabeyi öğretmesi gerekir. Önce şu lafızlarla “ahadiyyet murakebesi”ni öğretir. “Feyiz, tüm kemâl sıfatları toplayan ve bütün noksanlıklardan münezzeh olan Zat’dan varid olur.”

Şeyh cem’iyyet nisbetinin husulü ve kalp huzuru için teveccüh eder. “Cemiyyet-i kalb” havatırın yok olması veya azlığından ibarettir. “Huzur” talibin kalbinin Hak Subhanehu hazretlerine teveccühünden ibarettir.

Eğer müridde cem’iyyet nisbeti ve huzur[1] hasıl olursa, şeyhin, müridin yücelere cezbinin husulü için teveccüh etmesi gerekir. Müridde bu da hasıl olur ve nurlar ona zahir olursa bu, kalbin, arşın üzeri olan aslına teveccühünün alametidir. Böylece her latife aslına ulaşır ve kamil şeyhin teveccühünün bereketiyle latifeye cezb (çekicilik) hasıl olur.

Salikin seyrinde sur’atin husulü iki şeyden dolayıdır:

1- Zikirlerle iştigale devam etmesi, halkdan uzak durması ve Allah’u Teala’ya teveccühe devamı.

2- Kamil şeyhin teveccühlerinin çokluğu.

Eğer Allah’u Teala bunu müride müyesser kılarsa, salik süluk yolunu sür’atle kat’eder. Eğer yukarıdaki iki husus eksik olursa salikin seyri yavaş olur.

Yine sülukun seri olması hususunda saliklerin istidadının tesiri vardır. Eğer talibin istidadı kuvvetli ise seyri süratli olur, kısa bir teveccühle ve az bir iştigalle şimşek gibi süluk yolunu kateder.

Kim de zayıf istidatlı ise sülukunu kuvvetli teveccüh ve çok iştigal ile kat’eder.

Velhasıl bu tarikatte kamil şeyhin sohbetinin ve teveccühatının çok büyük tesiri vardır. Şeyhin sohbeti ve teveccühü olmaksızın saliklerin çalışmalarındaki gayretleri eksik kalır. Sadece riyazet ve mücahedenin faydası çok az olur. Bu tarikatta cezbe süluktan önce gelir. Bunun sebebi kamil-mükemmil şeyhin teveccühünün tesiridir.

Müceddid İmam (kuddise sırruhu) saliklerin letaifini tafsili olarak, ayrı ayrı terbiye ediyordu. Fakat oğlu ve halifesi Şeyh Muhammed Masum (k.s.) icmali yolu seçti. Yani kalp latifesinin tasfiye ve tezkiyesinden sonra nefis latifesini tezkiye ediyordu. Bu ikisiyle beraber diğer dört latifenin tasfiyesi hasıl olur. Şimdiye kadar da onun halifeleri aynı şekilde yaptılar. Ancak bazı talibleri tafsili süluk ile terbiye ediyorlardı.

Cezbenin süluka takdiminin sebebi, tarikatımızın şeyhi Hoca Bahauddin Nakşibend hazretlerinin inayetidir. Şeyh Bahauddin Allah’u Teala’nın huzurunda onbeş gün kadar secde etti ve Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvardı:

“Allah’ım bana öyle bir tarikat ver ki; sana en yakın ve sana en çabuk ulaştırıcı olsun.”

Allah’u Teala’da duasına icabet etti ve ona, matluba ve maksuda en yakın olan ve çabuk ulaştıran yolu verdi. Hatta bu tarikat, diğer tarikatlerin nihayetinin onun bidayetinde olmasıyla temayüz etmiştir.

On makam olan; tevbe, inabe, zühd, kanaat, vera, sabır, şükür, tevekkül, teslimiyet, rıza” husule gelmeden velayet mertebesine ulaşmak muhaldir. Bu makamlar seyr u sülukun hulasasıdır. Bu tarikatte cezbe süluktan önce olduğundan salik bu on makamı, on latifenin tehzibiyle beraber kateder. Bu durum diğer tarikatlerin yanında, bu tarikatın, hususiyetlerindendir. Çünkü diğer tarikatlerde süluk cezbeden öndedir. Salik cezbenin tesiriyle makamları süratle kat’eder. Salike, kısa bir teveccüh ve az bir iştigalle acaib haller ve varidatlar[2] hasıl olur. Mürid kısa sürede yüksek makamlara ve yüce derecelere terakki eder.

Eğer süluk makamları, Allah’u Teala’nın “Melekler ve ruh O’na miktarı ellibin sene olan bir günde çıkarlar.” (70 Mearic Suresi, 4. Ayet) buyurduğu gibi bin senede olursa o ganimet bilinir.

Bu ayet-i kerimede “uruc” müddetinin ellibin sene olduğu sabittir. Cezb eğer Allah Subhanehu’nun tarafından olursa “seyr”in sürati ayet-i kerimedeki beyanın dışındadır. Salik göz açıp-kapayıncaya kadar ki kısa bir müddette, “mutaassırın (güçlükle yol alanın) uzun yıllarda katettiği süluk yolunu kateder.

Allah’u Teala şöyle buyuruyor:

“Allah dilediğini kendine seçer ve (O’na) yöneleni kendisine iletir” (42. Şura Suresi, 13. Ayet)

Nakşibendi şeyhlerine göre sabit olan asıl, cem’iyyet, huzur, cezbeler ve varidatın husule gelmesidir. Onlar envarın keşfi, eşkalin zuhuru gibi hususlara itibar etmezler.

Letaif için üst (fevk) cihetinden hasıl olan cezbi “cezebat” diye isimlendirirler. Üst (fevk) cihetinden talibin kalbinde hallerin zuhurunu “varidat” diye isimlendirirler.

Eğer “Maksud ve Matlub yön ve cihetlerden münezzeh ve beridir, “fevk” lafzı nasıl kullanılır?” dersen, şöyle cevap veririz: “Burada “fevk” lafzının kullanılması, salikin hayalinin fevk cihetine doğru olması sebebiyledir. Talibin kalbinde huzur ve cemiyyet hasıl olur ve kalbine havatır gelmezse bu durum seyrin “daire-i imkaniyye” diye isimlendirdikleri birinci dairede tamamlanması alametidir. Bazı şeyhler, mezkur dairenin katedilmesinin alameti nurların müşahedesidir, derler.

İmkan dairesi, halk ve emir alemine şamildir. İmkan dairesinin toprağın altından arşa kadar olan yarısı “tahtaniyye” arşın üzerindeki yarısı da “fevkaniyye”dir.

 

 

Ahfa’nın aslı

Hafi’nin aslı

Sırrın Aslı

Ruhun Aslı

Kalbin Aslı

ARŞ-I MECİD

Ahfa

Hafi

Sır

Ruh

Kalp

Kalp latifesinin seyrinin başlangıcı bu dairenin alt yarısında olur. Böylece salikin batınının (derununun) dışında envardan inkişaf eden nurlar, alim-i ervahın keşfi, alem-i misalin keşfi, cisimler alemi ve cisim olmayanlar âlemi oluşuna aid keşif, melekut aleminin, yani melâike ruhlar ve cinler aleminin ve semavatda bulunanların keşfini seyr-i afaki diye isimlendiriyorlar. Yani, toprağın altından, arşa kadar inkişaf eden herşeyin keşfi seyr-i afakidir.

Salikin batınındaki sırların ve nurların inkişafını da “seyr-i enfüsî” diye isimlendiriyorlar.

Cemiyyet nisbetinin husulü, varidatın çok olması, havatırın az olması, emir aleminin latifelerinin cezbedilerek “asılları”na yükselmeleri yukarıdaki dairenin üst kısmında olur. Keşif sahibi olan, bu halleri keşfiyle idrak eder.

Fakat zamanımızdaki taliblerin çoğuna -helal yeme alışkanlığı kaybolduğundan- “keşf-i ıyânî”[3] hasıl olmuyor. Bilakis onların keşfi, vicdanî oluyor. Keşf-i ıyani sahibi, bir makamdan diğer bir makama ulaşmasını açıkça görür. Yine ahvalin ve varidatın değişmesini ıyanen görür.

Fakat keşf-i vicdani sahibi ahval ve varidattaki değişmeyi göremez. İdrak ve vicdanıyla anlar. Keşf-i vicdani, havanın görülmeyip hisle idrak edilmesine benzer.

Şeyhin, saliki makamlara nisbetinin husulüyle, hemen değil salikin hallerinde ve varidatındaki değişikliğiden sonra müjdelemesi gerekir.

İkinci murakebe velayet-i suğra dairesi. Bu da isim ve sıfatlar mertebesi ve “Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.” (57. Hadid Suresi, 4. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan, murakabe-i maiyyet denilen evliyanın velayeti makamı olan velayet-i suğra[4] dairesidir.

Bu makamlarda salik şöyle düşünerek murakabe yapar. “Feyz, benimle ve kainatın tüm zerreleriyle beraber olan Zatdan kalp latifesine akıyor.” Burada feyzin mevridi (vardığı yer) sadece kalp latifesidir. Salikin bu mertebede lisanıyla tehlil zikriyle meşgul olması gerekir. O da sessizce kelime-i tevhidi, manasını düşünerek tekrar etmektir. Salik bunu günde 5000 defa tekrarlar.

Velayet-i suğra diye ifade edilen bu makamda, seyr-i enfüsinin nihayeti salik için hasıl olur. O da maiyyet sırları ve tevhidin zuhur mahallidir.

Tarikatımızın şeyhi Hoca Bahauddin Nakşibendi (k.s.) şöyle dedi. “Allah’ın veli kulları, beka ve fena mertebelerinin husulünden sonra her ne görürlerse, nefislerinde görürler, ne anlarlarsa nefislerinde anlarlar. Salik “seyr-i afaki”yi tamamlayıp da, kendisine kalp latifesinin aslında fena ve beka hasıl olursa onun için, seyr-i afakinin sonu husule gelmiş demektir. Bu mertebede kendisine Allah’ın dışındaki her şeyi unutması nasib olur. Bu hale “kalp latifesinin fenası” denir. Bu durumdaki müride “Allah’u Teala ile huzurun devamı” mertebesi hasıl olur. Öyle ki bu mertebede kalp zikirden bir an bile gafil olmaz.

Bu hale de “kalp latifesinin bekası” denir. Velayet-i suğra makamına kalp latifesinin ulaşmasının alameti, talibin üst yöne teveccühünün kalmaması, üst yönden başka altı yöne olmasıdır. Bu makamda salikin seyri, ilahi fiillerin tecellisinde olur. Salikin nazarından kendi fiilleri ve tüm mahlukatın fiilleri gizlenir. Hakiki failin fiili hariç.

Tevhid-i vücudi sırlarının zuhuru, zevk, şevk, şehk, istiğrak, gaybet Allah’u Teala dışındakileri unutmak, Allah’u Teala Subhanehu hazretleriyle huzur ve maiyyetin devamı, bu makamın hususiyetlerindendir.

Tevhid-i vücudi sırlarının bu makamda zuhurunun sebebi; salik, Allah’u Teala’ya teveccühe devam ederek, zikirler, murakabeler, ibadetler, riyazetler, mücahedeler, alışılmış ve rağbet edilen şeylerin terkiyle meşgul olduğu zaman onda aşk ve mahbuba muhabbet açığa çıkar hatta kalbi her an, teveccüh ve manevî cezbe sebebiyle “ızdırar” halinde olur.

Zikirler ve mücahedeler şeriata uygun olduğu zaman onların eserleri ortaya çıkar. Salikin kalbi tasfiye olur. Bir ayna gibi ışık kaynağı ve sırların açığa çıktığı yer olur. Onda Hak Subhanehu’nun isimlerinin ve sıfatlarının akisleri tecelli eder. Batın aynasında ona akis ve gölgelerin zuhurundan, mahbubun zatı ve matluba ulaşmanın husulü gözükür. Aşkın şiddetinden, şevk ve zevkin çokluğundan dolayı gölge ile aslı ayırdedebilecek şuuru kalmaz. Bu tahayyülün galebesi öyle bir sınıra ulaşır ki, kendi zatının şahsiyyeti hatta tüm mevcudatın şahsiyyeti (varlığı), basiretinden kalkar. Dilinde -ihtiyarı olmaksızın- “Ene’l-Hak”, “Subhanî” nidaları, şathiyyat[5] sözleri, ittihad[6] ayniyyet lafızları cereyan eder. Bu hallerin sahibi zat ve sıfatlarından fani ve gaib olmuşsa, ta’na ve redde mahal olmaz. Yani, böyle birisi kınanamaz. Bilakis o, Allah’u Teala’nın velileri ve meczubları zümresinden sayılır.

Bazı saliklere, velayet-i suğraya ulaşmadan önce, imkan dairesindeki seyrinde, murakabe-i vahdet sebebiyle tevhid-i vücudi hali tahayyül olunur. Bu tahayyül (tevhid-i vücudinin hayalen husule gelmesi) önemli bir şey değildir.

Saliklerden her kim bu makama ulaşmadığı ve kendisine bu haller hasıl olmadığı halde, ayniyyet ve vahdet-i vücud iddiasında bulunur ve müridlerine de böyle öğretirse, işte bu itikad, şeriata muhalif, dünya ve ahiret hüsranına sebep olan, İlhad ve zındıklığa benzeyen bir itikaddır. Allah’u Teala bizi onlardan ve onların sohbetinden muhafaza buyursun- Özellikle bu halleri lehv aletleriyle (çalgılarıyla) beraber sema meclisleri kurulup, içinde tevhid-i vücudi manası olan kaside ve şiirler okunduğunda izhar ediyorlar. Tevhid-i vücudiyi hayal ediyorlar ve vecde gelmeye çalışıyorlar. Bunların hepsi şeriat ve tarikata muhaliftir. Allah’u Teala onları doğru yola eriştirsin- Bilmiyorlar mı ki, bu haller bir takım şartlara bağlıdır. O şartlardan en önemlisi, şeriata ve sünnet-i nebeviye uymak, razı olunmayan bidatlerden kaçınmaktır. Mütekaddimin şeyhlerinden bu hallere erişmiş olanlar, şeriat-ı garraya tabi, vera mertebelerinde en yüce dereceye erişmiş, aşk ve muhabbet şarabıyla sarhoş olmuş, meveddet ve vahdet şarabıyla kendilerinden geçmişlerdi. Bu şekilde hallerinde mağlub olanlar tabii ki mazurdurlar. Bu haller gerçekleşmeden onları taklit etmek ise; şeriata muhaliftir ve ebedî hüsranı mucib olur. Böyle kimseyi Allah’u Teala şeriata uyma ve tarikat-ı seniyyeye süluk konusunda muvaffak kılsın.

İmam-ı Rabbani (k.s.) Mektubatı’nda şöyle diyor: “Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; meşayihten her kim fena makamına ulaşır da , şeriatın zahirine muhalif söz (şathiyyat) söylerse…. bütün bu sözler, tarikat küfrü makamında söylenen sözlerdir. O makam da, sekir ve ayırdetme durumunun bulunmadığı bir makamdır. Hakikat-ı İslam devletiyle müşerref olan büyüklere gelince, bunlar, o gibi cümleleri söylemekten yana münezzeh ve müberradırlar. Zahir ve batın olarak enbiyaya iktida ederek, onlara tabi olmuşlardır.

O kimse ki, vecde ve zevke dayalı sofiye sözlerini söyler; her şeyde sulh makamında olur; hepsini de sırat-ı mustakim üzere bilir; halk ile Hakk arasındaki temyizi isbat eylemez; ikilik varlığına da kail olmaz; bu kimse, eğer cem makamına vasıl olmuş, tarikat küfrü ile de tahakkuk etmiş, masivayı dahi unutmuş ise, bu kimse makbuldür; sözleri de sekir halinden gelmiştir; dedikleri zahir manasından alınmıştır.

Şayet bir kimse de; bu halin husulü olmadan, kemâlin birinci derecesine ulaşmadan anlatılan kelimeleri söyler ve herkesi de sırat-ı mustakim üzere bilip batılı dahi haktan ayırdetmez ise, o kimse zındıklardan ve mülhidlerden olup maksadı, şeriatı iptal etmektir. Bu gibilerin gayeleri de, âlemlere rahmet olan enbiyanın davetini kaldırıp hükümsüz bırakmaktır. (Enbiyaya salat ve selâm olsun)

O gibi sözler fena makamına ulaşmış, haklıdan geldiği gibi, batıl kimseden de gelir. Ne var ki, o haklıdan çıkınca, hayat suyudur, batıl kimseden südur ettiği zaman ise, öldürücü zehir halini alır. Tıpkı Nil suyu gibi… O, Beni İsrail’e halis su olmuştu, kıptîlere de helak edici kan ve azap.

Bu makam saliklerin, ayaklarının kayıp gittiği bir makamdır. Müslümanlardan pek çok kimse bu zatların sözlerini taklit ettikleri için, sırat-ı mustakimden ayrıldılar. Yani, sırat-ı müstakımden, dalâlet ve hüsran çukurlarına düştüler. Sağlam dinlerini ettiler. Bilemediler ki, o kelimelerin söylenmesi, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar da sekir erbabında mevcut olup bu taklitcilerde yoktur. Bu şartların en büyüğü ise, yüce Hakk’ın masivasını unutmaktır ki bu kabul dehlizidir.

Haklı ile batılın ayırdedilmesinde ölçü şudur: Şeriat üzere istikametin olması ve olmaması. Haklı olan kimse, kıl kadar da olsa şeriatın hilafına hareket edemez. Hem de kendisinde sekrin bulunmasına ve temyiz kabiliyetinin olmamasına rağmen.

Hallac’ı ele alalım: Kendisinden “Ene’l-Hak” “Ben Hakkım” sözünün südur etmesine rağmen; her gece zindanda beşyüz rekat namaz kılardı. Hem de ağır zincirlere vurulu olduğu halde. Bundan başka, zalimlerin ellerinin değdiği yemeği de yemezdi. İsterse helal yoldan gelmiş olsun. O kimse ki, batıl yoldadır; şeriat hükümlerini yerine getirmek ona cidden ağır gelir. Hem de Kaf dağı kadar. Şu ayet-i kerime, onların halini anlatır:

“Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi.” (42. Şura Suresi, 13. Ayet)

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

“Rabbimiz bize rahmet ver, ve bize bu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla.” (14. Kehf Suresi, 10. Ayet)

Bazı saliklere, vücud zerrelerine sirayetinden ve letafetinden dolayı “unsur-u havaî” seyri sebebiyle “tevhid-i vücudî”ye benzer bir hal olur. Bu sebeple salik “iştibah” haline düşer ve arzu edilenin bu olduğunu zanneder. Yine bazı saliklere alem-i ervah inkişaf ettiği zaman şüphe hali (iştibah) olur. Alem-i ervah cisimler alemine nisbetle emsaliyyet sıfatıyla mevsuf olup, cisimler alemini kuşattığı, onunla kaim olduğu için salik, alem-i ervahı alemin kayyumu görür ve onun Hakk’ın Zat’ı olduğunu zanneder. Sultanu’l-arifin Bayezıd Bestami (k.s.) nin, “Ruha otuz sene ibadet ettim” dediği gibi.

Salik Allah’u Teala’nın inayetiyle melhuz gaybi bilgilere yönelmiş olunca bu makamdan terakki hasıl olur, bu iştibah ona zahir olur ve bu sözü söyler. Alem-i imkandan olan ruh mahluktur. Fakat onun imkaniyyete özel taalluku vardır. Bunun için bu iştibah vaki olur. Eğer böyle olmazsa o, emsal-i hakikiye nisbetle misalîdir. İbni Arabi gibi vahdet-i vücuda kail olan sufiler tevhid ehliydiler. Vücud için beş mertebe ısbat ediyorlar ve onlara hazerat-ı hams diyorlardı: Birinciyi “vahdet” diye isimlendiriyorlar. “Bundan kasıt Zat mertebesinden sonra olan taayyun-i evveldir. Bu mertebe, icmalî ilim mertebesi, hakikatlerin hakikatı mertebesi, Muhammedî hakikat (sahibine salat’u selam olsun) ve lahut mertebesidir” diyorlar.

İkinci mertebeyi “vahidiyyet” diye isimlendiriyorlar. Esma ve sıfatın tafsili mertebesi, tüm mümkünatın hakikatleri mertebesi ve ceberut mertebesi de diyorlar. Bu iki mertebe vücud mertebelerindendir diyorlar.

Üçüncü mertebeyi ervah ve melekut alemi diye isimlendiriyorlar.

Dördüncü mertebeyi alem-i misal, beşinci mertebeyi de ecsam ve nasut alemi diye isimlendiriyorlar. Bu son üçü, imkan alemindendir diyorlar. İmamı Rabbani ve etbaı gibi tevhid-i şühudu benimseyen sufilere, sahih keşifle, bu beş mertebenin imkan dairesinde sıfat ve isimlerin gölgelerinin makamı olan velayet-i suğra dairesinde olduğu münkeşif  oldu. Allah Subhanehu, tüm işlerin hakikatlerini en iyi bilendir. Çünkü, tafsili olarak alem-i emrin letaifine seyir hasıl olduğu zaman, önce imkan aleminde olur. Bu seyirde cisimler alemi, ervah alemi, melekut alemi ve misal alemi müşahede edilir. Bu dairenin seyri tamamlanınca, uruc, esma ve sıfatın gölgelerinin makamı olan velayet-i suğrada olur. Bu gölgeler önce, salikin nazarında esma ve sıfatın aynısı olarak gözükür. Bu dairedeki her nokta aslından neş’et etmiştir.

Salikin seyri tafsili olarak bu dairede vaki olunca ve aslı olan icmali noktaya ulaşınca, bu daire-i asliyye’nin hakikat-ı Muhammediyye olduğunu zanneder. (Sahibine salat u selam olsun.) Bundan sonra ona sırf Zat mertebesi hayal ettirilir. Allah’u Teala bundan münezzehtir, yücedir, büyüktür. O, Subhanehu ötenin ötesinde sonra ötenin ötesinde sonra ötenin ötesindedir. Tevhid-i vücud erbabının nazariyeleri idrak edilememesine rağmen; onların nazariyeleri idrak edilebilir. Çünkü şühud ehlinin keşifleri şeriata uygundur. Vahdet-i vücudu benimseyen şeyhlerin hallerini şühud ehli teslim ederler. Fakat derler ki, bu makamda vahdet-i vücud erbabının halleri bazı taliblere münkeşif olur. Onlar, halleri galebe ettiği için mazurdurlar. Tevhid-i vücud marifetlerini gölgeler (zılal) mertebelerinde isbat ederler. Müceddid İmam (k.s.)’a göre, sıfat ve esmanın gölgelerinin dairesi enbiyayı ızam ve melaike-i kiram dışında tüm mümkünatın taayyun mebdeidir. Çünkü peygamber ve meleklerin taayyunatının mebdeleri bu mertebenin üzerindedir. Bunun açıklaması ileride gelecektir. Bu tahkik neticesinde, vahdet-i vücudu benimseyen şeyhler ile, vahdet-i şühudu benimseyen şeyhler ve marifetleri arasındaki fark ortaya çıktı. O fark da; vahdet-i vücudu benimseyen şeyhlerin, vücub mertebesinde isbat ettikleri mertebeleri, vahdet-i şühudu benimseyen şeyhler, esma ve sıfatın gölgelerinin mertebelerinde isbat ediyorlar. Hak Subhanehu’nun inayeti kime şamil olursa, gölge makamından aslına terakki eder, tevhid-i vücudi halleri nazarından gizlenir, ayniyyet[7]‘e muhalif, isneyniyyet[8] ve şeriata muvafık olan tevhidi şühudî  halleri belli olur. Kendisinin, Zat’ın aynısı olarak anladığı şeyin başkasının yerine konan misal olduğu ve bu durumun halinin galebesinden kaynaklandığı ortaya çıkar. Hemen tevbe-istiğfar eder, Rabbin Rab, kulun kul olduğunu ikrar eder. Bu tahkik, Müceddid İmam (k.s.)’a keşfolundu ve bunu mektup ve risalelerinde yazdı. Her kim, “İmamı Rabbani tevhid-i vücudiyi inkar ediyor” derse bu doğru değildir. Çünkü İmamı Rabbani tevhid-i vücudiyi ikrar eder, fakat o, tevhid-i şühudiye nisbetle tevhid-i vücudi halini bir kemal mertebesi tanımaz. Tevhid-i vücudinin sahih hal sahibini evliya-i kiram zümresinden sayar. Eğer hali şeriata muhalif değilse, hal sahibi, İmam-ı Rabbani’ye göre, sekir erbabındandır ve sekrinde mazurdur.

Bil ki; dünyadaki her ferde sayılamayacak kadar çok füyuzat, Hak Subhanehu hazretlerinden birbiri ardınca ve mütevaliyen (peşipeşine-arkası kesilmeksizin) ulaşır. Vücud, hayat ve sayılamayan diğerleri gibi. Bu füyuzatın izafesinin vasıtası Allah’u Teala’nın sıfatları ve sıfatlarının gölgeleridir. Çünkü Hak Subhanehu Teala, tam bir istigna ile mevsuftur. Şöyle buyurur:  “Allah alemlerden müstagnidir. (29. Ankebut Suresi, 6. Ayet)

Alem mahza yokluktur. Hakiki mevcut ile sırf yokluk arasında asla bir münasabet yoktur. Esma ve sıfat olmasaydı, ma’dum; vücud libası ve sayılamayacak izafelerle şereflenemezdi. Esma ve sıfat ve bunların gölgeleri füyuzatın ve çeşitli kemâlatın vürudu için vasıta oldu. Esma ve sıfat, alemdeki tüm ferdlerin taayyunatının mebdeleridir. Bunlara ayân-ı sabite [9] denir. Bunun için meşayih şöyle demiştir: “Allah’a ulaştıran yollar mahlukatın nefesleri adedincedir”. Bu ifadede, bu gölgelere ve asıllarına işaet vardır. Emir aleminin latifelerinden bir latife, velayet-i suğra dairesine ulaştığında, hakikat ve asıllarında, esma ve sıfatın gölgelerinden bir gölge olan taayyün mebdeinde fani ve yok olur. Sonra bu mertebede beka hasıl olur ve alem-i emir latifelerinden her bir latife için tek başına fena hasıl olur.

Kalp latifesi aslına ulaştığı ve orada fani olduğu zaman, ona huzur ve cemiyyetin devamlılığı ve hataratın azlığı mertebesi hasıl olur. Nefs latifesinin fenasından sonra, hataratın dimağdan vürudu gizli bir sırdır. Akıl erbabına göre hataratın olmaması makul değildir. Fakat Hak Celle ve A’la’yı sevenlerin yolu akıl ve nazarın ötesindedir.

Bil ki fena dört kısımdır:

1- Halk fenası: Yani Allah’ın gayrısından ümit ve temenninin fenası (kesilmesi).

2- Heva fenası: Yani kalbinde Allah’dan başka bir şeyin kalmaması.

3- İrade fenası: Yani irade sıfatının salikin kalbinden fani olup zatını ölü gibi görmesi.

4- Fiil fenası: Yani nefsinin fiillerini kendi fiilleri olarak görmez. “Benimle görüyor, benimle duyuyor, benimle tutuyor, benimle yürüyor ve benimle düşünüyor” doğrultusunda olur. Salik bu makamda kalbi fena ile müşerref olunca, kalbin fenası ve alem-i emir letaifinin fenasının halleri hakkında bir şeyler yazmamız uygun olur:

Bil ki; salik, kalp ve emir aleminin letaifinin fenası ile müşerref olduğu zaman, Müceddidi’ye meşayihının ifadesine göre geriye dönüşten korunmuş olur. Yani asıllarına ulaşan bu latifeler için unutkanlık ve gaflet gelmez. Çünkü telvin ahvalinden çıkmış temkin[10]makamına ulaşmıştır. Fakat asıllarına ulaşmadan önce geriye dönüş mümkündür. İşte bu, meşayıhın şu sözünün manasıdır: “Dönen ancak yoldan dönmüştür, kim maksuda ulaşırsa artık o geriye dönmez.” Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: “Kime kalbî fena hasıl olursa, onun kalbine Hak Subhanehu’nun zikrinin dışında birşey gelmez. Ömrü bin seneye ulaşsa bile.”

Bu ibareden de anlaşıldı ki, kalbî fenanın sahibi geriye dönüşten emniyettedir. Yani kime kalbî fena hasıl olursa; Allah’tan başkasını unutmak, huzur ve cemiyyetin devamı onun kalbi için bir meleke haline gelir. Bu melekenin husulünden sonra, sebepleri çok olsa da onun kalbinden gaflet kaçar. Eğer bir kimse şöyle derse: “Nefsin şu ana kadar ki emmareliği, enaniyyeti ve ruuneti[11]ne karşılık kalbin selameti nasıl mümkün olur?” Cevabı şöyle olur: Kalp latifesi, nefs  latifesinin rezil sıfatlarından etkilenmez. Bilakis nefis; salih bir arkadaşla sohbetinden, onun halinin istihlakini gördüğünden ve kalp latifesinin diğer hallerinden dolayı rezil sıfatlardan pişmanlık duyar, hayır ve salaha meyleder. Latifelere fena hasıl olunca, Allah’ın zikrinden ve huzurun devamından gaflet husule gelmez. Hatta uyanık haldeyken huzura nasılsa uyku halinde de aynı olur. Devamı olmayan huzuru gelince o, itibar derecesinden düşmüştür.

Fenanın kemâline çalışmak onun üzerine huzurun itlak edilmesinden yücedir. Fenanın kemâli velayet-i kübra mertebesi olan istihlak ve izmihlal mertebesinde hasıl olur. Bu makamda “huzur” lafzının itlakı eksikliktir. Fena halinde masivayı, unutmak ve Allah’dan gayrısının akla gelmemesi zaruridir. “Huzurun devamlılığı denilen fena’nın kemâli” mertebesinde ise zaruri değildir. Bu, akan suya benzer. Suyun akması süprüntünün bulunmasına engel olmaz. İşte aynı şekilde huzurun devamı da hataratın gelmesine mani olmaz.

Kalbî fena ancak, talibin, Hak Subhanehu’yu talebinde ve O’na muhabbetinde tek bir yöne yönelmiş olmasıyla gerçekleşir. Allah Tebareke ve Teala şöyle buyurur: “Dikkat edin halis din yalnız Allah’ındır” (39. Zümer Suresi, 3. Ayet) Yani tüm amel ve ibadetlerde, ihlâs zaruridir. İhlasın manası özellikle tarikatta teveccühün hakiki mabudun gayrısına olmamasıdır. Tarikatın muktezası sırf vahdete yöneliştir. Talibin kalbinin alakalara[12] bağlı kalması onu vahdetten uzaklaştırır. Bağların az olması hakiki vahdete yaklaştırır. Salik alakaları ve Allah’dan başkasından teveccühü kesmekle meşgul ise o tarikattadır. Alakaların kesilmesi gerçekleştiğinde o hakikatte olur. Bu halde Allah’ın gayrısını unutmak öyle bir sınıra ulaşır ki, şayet masivayı hatırlamak için kendisini zorlarsa bu ona mümkün olmaz. Dünya esbabından dolayı ona ne bir sevinç ne de bir üzüntü hasıl olur.

Bunun manası; dünyanın sevinci ve üzüntüsü Allah’ı zikirden alıkoyamaz, demektir. İşte bu velayetin kemâlatından ilk kemâldir ve diğerleri için de şarttır. Meşayih bu hali “kalbî fena” diye tabir ederler. Salikin çalışması ve bu kemâlin husulü için gayret etmesi gerekir. Çünkü tarikatta diğer kemâlatın husulü buna bağlıdır.

İmam-ı Rabbani (k.s.) zamanında meşayıhtan biri hallerini açıklayarak İmam’a şöyle yazmışdı: “Ben fena makamında, semavatı, arzı, arşı ve kürsiyi, kendim ve kendimden başka mahlukların yol olduğunu, Allah’u Teala’nın Zatı’nın nihayetsiz olduğunu, O’nu kimsenin idrak edemediğini gördüğüm bir dereceye ulaştım. Bu hal meşayıha göre kemâl mertebesidir. Eğer bu hal size göre de kemâl mertebesi ise, yanınıza gelmeğe hacet yoktur. Eğer kemâli bundan başka biliyorsanız bize yazın.”

Müceddid İmam (k.s.) şöyle cevap verdi: “Bu hal kalbin telvinatındandır. Kalp bu yolda ilk makamdır. Her kime bu hal hasıl olursa bu makamın dörtte birini katetmiş olur. Ona dörtte üçü kalır. Daha sonra ruh latifesinin makamı vardır. Ondan sonra, uruc mertebelerinde Allah’u Teala’nın dilediği yere kadar diğer makamlar vardır.”

Hazreti Şeyh Muhammed Masum (k.s.) mektublarında şöyle diyor: “Alemin şahısları esma ve sıfatın gölgeleridir. Her ismin gölgesi, salikle her ismin arasına girer. Salik, bu gölgede seyrini aştıktan sonra aslına ulaşır.”

Salike, taayyunun mebdei olan ismin gölgelerinden bir gölgede, fena ve beka metebelerinde terakki hasıl olduğu zaman, salik kendi sıfatlarından çıkar, o gölgenin sıfatlarıyla muttasıf olur. Şayet salike bu gölgeden terakki hasıl olur da aslına ulaşırsa, onun rengiyle boyanmış olur. Yine böylece ona, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, Allah’ın dilediği kadar gölgenin aslına terakki hasıl olur. Onların rengiyle boyanır, onlarda fani olur, onlarla baki kalır.

Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: Çokluğu ve yüceliğiyle beraber bu usul salik için cüzler halinde olur. Damla deniz; çakıl taşı dağ halini alır. Yani salik bu mertebelere ulaşmadan önce bir damla ve çakıl taşı hükmündeydi. Ne zaman ki ona fena ve beka hasıl oldu deniz ve dağ haline geldi. Bu asıllar, salik için cüzler halinde olunca, onun için asılların kemâlat ve bereketinden tam bir hazzın husule gelmesi gerekir. O zaman salikin kemâlinin bu cüzlerin kemâlatını toplayıcı olması gerekir. İşte buradan insan fertlerinden insan-ı kamil ile zıddı arasındaki fark anlaşılır. Çünkü insan-ı kamil büyük bir okyanus, zıddı ise küçük bir damladır. Küçük bir damla okyanusu nasıl bilip de ondan istifade edebilir.

İnsan-ı kamil ile nakıs arasındaki fark, cüzlerin çokluğu ve azlığına göredir. İbadetleri ve hasenatları arasındaki fark da böyledir. Mesela bir adamın yüz dili olsa onlarla Allah’ı zikretse, bir şahsında bir dili olup bununla zikretse ikincisi birinciye nisbet edilmez. İmanları, hatta tüm kemâlatları kıyas edilir. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi: “Ebu Bekir’in imanı, ümmetinin imanıyla tartılsaydı, ağır gelirdi.”[13]

Kalp latifesinin aslına ulaşmasının ve velayet-i suğra dairesinin tamamlanmasının alameti salikin teveccühünün fevk cihetinden ayrılarak altı yönü (cihat-ı sitteyi) kuşatmasıdır. Saliklerin velayet-i suğra kemâlatına ulaşan ve kendisine huzurun devamı, kalbî fena maiyyet nisbetinin cihat-ı sitteyi kuşatması, nisbeti hasıl olursa, bu nisbetlerin korunmasının devamı şartıyla, bu salik meşayıha göre huzurun kemâli mertebesine ulaşır, mukarreblerden olur ve tarikat ta’limi icazetine ehil olur. Fakat icazet-i amme ve hilafet-i mutlaka, yeri velayet-i kübra olan nefsin fenasından sonra diğer kemâlatın husule gelmesi şartına bağlıdır.

Salik, velayet-i suğra kemâlatının husulünden sonra nefis tezkiyesine yönelir. Onun seyri peygamberler (aleyhimü’s-salatu ve’t-tahiyyat)’in velayeti olan velayet-i kübra dairesinde olur.

Bu daire; üç daire ve bir kavsı (daire kesiti) muhtevidir. Birinci dairenin aşağı yarısı esma ve sıfatın mahallidir. Üst yarısı şuunat ve Hazret-i Zat için Zat’ın itibarları mahallidir.

 

 

Kavs

2.

Muhabbet

Dairesi

1.

Muhabbet

Dairesi

 

 

Akrebiyyet

Dairesi

Salike birinci derecede, akrebiyyet, tevhid-i şühudi sırları tecelli eder. Alem-i emir latifelerinin urucu bu daireye kadar olur. Birinci daireyi “akrebiyyet dairesi” diye isimlendiriyorlar.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (50. Kaf Suresi, 16. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan akrebiyyet murakebesi şu düşünceyle gerçekleşir: “Feyiz, velayet-i kübranın birinci derecesinin menşeinden daha yakın olan Zat’dan beş latifeyle birlikte nefis latifesine varid olur.”

Bu makamda feyzin mevridi (vardığı yer) âlem-i emrin beş latifesiyle birlikte nefs latifesidir. Mezkur şartlarına uyarak bu makamda dil ile tehlil zikri; uruc, batınî keşifler ve nisbetin yücelmesine sebeptir.

Huzur, intizar, uruc, nüzul ve cezbelerin devamı bu makamın hallerindendir, kalp latifesinde olduğu gibi. Hatta burada cezbeler yavaş yavaş cismi kuşatır. Bu makamın halleri kalp latifesine nisbetle daha latifdir. Kalp latifesinde olan zevk ve şevk bu makamda zahir olmaz. Nefis latifesinde kemâl-i nisbet husule geldiğinde, nefis latifesinin zevkleri, kalp latifesinin zevklerinden fazla olur. Kalbin feyizleri nefs latifesine vürud edince salik vücudunu, tuzun suda, karın güneş sıcağında erimesi gibi, erimiş olduğunu görür. Ne bir isim ne de bir resim kalır. Salikin kendisinin zevali gerçekleşir, salikin zatı ve sıfatları fani olur, yok olmuş bir hale gelir. Hatta zatını “Ben” lafzını tasdik edici olarak görmez. Yokluk denizinde boğulur, mahza yokluk olur. Bu makamda fenanın hakikati ortaya çıkar. Çünkü velayet-i suğrada ona hasıl olan fena, fenanın suretiydi. Bu ise hakikatidir.

Salik kalp seyrinde mümkünün vücudunu Vacib’in vücuduyla bir görür. Bu durum tevhid nisbeti ve vahdet zuhuru kuvvetinin basiretine galebesindendir. Velayet-i kübra’da seyir vaki olduğunda enbiyanın makamı ve kemâl-i sahvın mahalli olan velayet-i kübrada seyir vaki olduğunda; ona nazar kuvveti ve basiret keskinliği verilir, mümkünatı zıllî vücud ile mevcut görür. Salike, hakiki vücudun gölgesinin, yokluğa aksettiği ve zıllî vücudun ortaya çıktığı keşfolunur. Yine mümkünatın sıfatlarını hakiki sıfatlarının gölgesi olarak görür. Salik, velayet-i suğra mertebesinde, halinin galebesinden dolayı, zat ve sıfatların ayniyyetine kail olur. İşte burada bu nazar, salikin müşahedesinden kaybolur. Bu hal “tevhid-i şuhudî” diye isimlendirilir. Bundan Hak Subhanehu Teala’ya “akrebiyyet”in manası anlaşılır.

Maiyyet ile akrebiyyet arasındaki diğer fark şudur: Maiyyet vahdettir, kemâl-i akrebiyyet ise isneyniyyetdir. Mümkünatın ve sıfatlarının vücudu Hak Subhanehu Teala’nın vücudundan ortaya çıkmıştır. Çünkü, mümkünatın aslı ve hakikatı -hatta “Ben” ve “Sen” lafızları doğru olsa bile- yokluktur. Bundan da anlaşıldı ki, aslın vücudu gölgenin vücuduna nisbetle, zatına gölgeden daha yakındır. Çünkü zıll ve onda bulunanlar aslından müstefaddır, zatından değil. Çünkü Onlar bir şey değildir. Eğer salik mümkünün vücudunu görürse, aslın gölgesini görüyordur. Sıfatlarını görüyorsa aslın sıfatlarının gölgesini görüyordur. O zaman asla akrebiyyeti ikrar eder. Çünkü zatından gölgeye hasıl olan kurb aslın vücudundan müstefaddır. Asıl, gölgenin zatına yakınlığından daha yakın olur. Akrebiyyeti bilmek (ma’rifetü’l akrebiyyet) takrir (ifade edebilme) ve yazabilme dairesinin dışındadır. Akıl bu marifeti idrakten acizdir. Çünkü bu durum anlayış sınırından uzaktır. Ancak sarih keşif, sahih vicdan sahibi olan kimse bunu idrak edebilir.

Bu açıklamadan anlaşıldı ki, maiyyet sırları tevhid-i vücudidir. Akrebiyyet marifetleri de tevhid-i şuhudi’dir.

Tarikat şeyhleri , yüce hallerin ve üstün makamların sahibi idiler. Onlardan marifetler konusunda konuşanlar -vücudî olsun, şuhudî olsun- hak üzeredirler. Çünkü böyle bir kimse, keşfine uygun ve şuhuduna göre konuşur. Fakat süluk makamlarının ihtilafından dolayı, meşayihin marifetlerinde ihtilaf vaki olmuştur. Onlardan, kendi makamına uygun olarak marifetlerin arasındaki herhangi bir makama ulaşan ve tevhid şarabından sarhoş olanlar kötülenme ve yalanlamaktan uzaktırlar. Fakat “sahv”[14] ashabı olan tevhid-i şuhudî erbabının marifetleri şeriata uygundur, kat’î deliller ve yüce naslarla isbatlanmışlardır. Meşrebleri peygamberlerin ve ümmetin velilerinin en faziletlisi olan ashab-ı kiramın meşreblerine uygundur. Onların hiçbirinden tevhid-i vücudî akidesi rivayet edilmemiştir. Eğer te’vil etmek suretiyle bu hal onlardan sabit olursa o, halin galebesine hamledilmiştir. Tevhid-i vücudî ile tevhid-i şuhudî arasında “tatbik = uygunluk” delillerle sabit olursa söyleyecek bir şey yoktur. Fakat makamların halleri itibariyle nasıl olabilir. Çünkü onlardan her birinin marifeti diğerine zıttır. Yine, ilimler, marifetler, haller ve zevkler birbirlerine zıttırlar. Bunlardan husule gelen bilgiler nasıl birleşebilirler.

Nakşibendîye, Müceddidîye tarikatı meşayıhına göre seyr u sülukun hülasası; fena ve beka mertebelerinin, huzurun devamının, ahlakın tehzibinin, şer’i hükümleri uygulamakta külfetin kalkmasının şeriata ittibanın, nebevî sünnete iltizam ve diğer yüce hal, makam, derecelerin husule gelmesidir.

Bütun bu haller tevhid-i vücudî sırları keşfedilmeden saliklere hasıl olur.

Nakşibendîye tarikatı Müceddid İmam (k.s.)’a, hazreti Şeyh Muhammed Baki vasıtasıyla ulaştı. Müceddid İmam, şeriata uygun olduğu için bu tarikatı en aydınlık yol olarak buldu. Bunun için diğer tarikatları bırakarak bu tarikatı kendisine seçti. Bu tarikatta tevhid-i vücudi nisbeti hazreti Şeyh Ubeydullah Ahrar’dan vasıl olmuştur. Ona da şerefli babalarından ulaşmıştır. Bu nisbet saliklerin ayaklarının kaymasına sebep olunca, Müceddid İmam onu terketti ve içinde tevhid-i vücudi nisbeti olmayan Nakşibendiliğe has nisbeti seçti. Ayakların kaymasını önlemek için bu nisbeti saliklere yaydı.

Velayet-i kübra makamında ikinci daire, “birinci muhabbet dairesi” diye isimlendirilmiştir. Bu aidere; “Feyiz, benim O’nu sevdiğim, O’nun da beni sevdiği, velayet-i kübradan birinci dairenin aslı olan ikinci dairenin menşei Zat’dan nefis latifesi üzerine varid olur.” hayaliyle “O onları sever, onlar da O’nu severler” (5. Maide Suresi, 54. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan muhabbet murakabesi mülahaza edilir.

Velayet-i kübranın ikinci muhabbet dairesi diye isimlendirilen, üçüncü daire: Bu dairede de mezkur ayet-i kerimeden anlaşılan murakabe şu hayal ile mülahaza edilir: “Feyiz, beni seven, benim kendisini sevdiğim, velayet-i kübranın ikinci dairesinin aslı olan üçüncü dairenin menşei Zat’dan varid olur.”

Aynı şekilde velayet-i kübrada üçüncü dairenin aslı olan “kavs” makamında şu hayal ile tahayyül edilir. “Feyiz, beni seven benim de kendisini sevdiğim velayet-i kübradan üçüncü dairenin aslı olan kavs’ın menşei Zat’dan nefs latifesine varid olur.”

Bu üç makamda da feyzin vardığı yer, sadece nefs latifesidir. Bu üç asıl Zat’ın huzurunda itibar edilen şeylerdir.[15] Bu itibarlar, sıfatlar ve şuunatın başlangıcıdır. Şunlar bu yüce makamın hallerindendir. Göğsün yarılması (inşirah-ı sadr), sabır ve şükrün kemâli, kader hükmüne rıza, şer’i teklifatın kabulü için delile ve açık istidlallerde bulunmaya ihtiyaç duymamak nefs latifesinin bundan önceki hallerden mutmain olması, ilahî vadlere kuvvetli yakinle inanmak, vücudda ve vücuda bağlı şeylerde istihlak ve izmihlalin zuhuru, güneşin karşısında karın erimesi gibi tevhid-i şühudi esrarı zuhur ettiğinde salikin enaniyyetinin yok olması. Öyle ki “Ben” lafzı zat ve sıfatlarında ortaya çıkmaz.

Zat ve sıfatında noksan ve şerden başka bir şey görülmeyecek biri sınıra ulaşacak şekilde amellerde noksanlığın zuhuru, ahlakı güzelleştirmek, kötü hasletlerin tezkiyesi, hırs, cimrilik, hased, kin, kibir, makam sevgisi gibi.

Nefs-i mutmainne latifesi, velayet-i kübranın gereklerinden olan şerh-i sadrdan sonra makamından uruc eder. Sadr döşeğine oturur. Nefs-i mutmainne latifesi için tüm latifelere galebe ve üstünlük hasıl olur. Sadr döşeğine oturmak hakikatte velayet-i kübradaki tüm uruc makamlarından daha üstündür.

Eğer, “nefsin makamı dimağıdır ve dimağ da göğüsten yukarıdadır. Sadr döşeğine oturmak zahirde terakki ve uruca muhalif bir iniştir” dersen, şöyle cevap veririz: “Bu doğrudur. Fakat bu üstte olma sureten (şeklî)dir, manen değildir. Çünkü hakikatte üstünlük, sadrın dimağa üstünlüğüdür. Çünkü dimağ, enaniyyet ve gururun makamıdır. Tekebbür makamı fasit düşüncelerin kaynağıdır. Sadr ise iman, ilham ve varidatın mahalli.

“Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden bir nur üzere değil mi…” (39. Zümer Suresi, 22. Ayet) ayet-i kerimesinin mefhumu mucibince esrar ve envarın vatanıdır.

Nefs rezil vasıflardan kurtulup enaniyyet iddiasından tevbe ettiğinde ve mutmain olup vatanından hicret ederek emir aleminin latifelerinden salihlerin civarında ikamet ettiğinde -şu ayet-i kerime ve hadis-i şerifteki gibi-

“…Rabbimiz bizi şu, halkı zalim kentten çıkar…” (4. Nisa Suresi, 75. Ayet)

“Anlayış sahibi olduğunda; cahiliyyede hayırlı olanınız İslam’da da hayırlı olanınızdır.[16]” Ona sadr döşeğine yerleşme ve saltanat hasıl olur. Bu döşeğin sahibinin nazarı gizliliklerin en gizlisine nüfuz eder. Onda tuğyan ve kendisinin mutmainlik derecesini elde etmesine muhalefet kalmaz. Varlığını ve benliğini doğrulayıcı olmaz. Fena ve ademiyyete ulaşır. O zaman Hak Subhanehu onu aziz kılar ve sadr döşeği üzerinde saltanat elbisesini giymekle müşerref olur, seçkinleşir. Kendisine, kınanmış sıfatlar ve kötü ahlak yerine; güzel, razı olunmuş ahlak verilir. O zaman ondan sadece hayır sadır olur. Ve Allah-u Teala’nın şu sözünü tasdikleyici olur: “…İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.” (25. Furkan Suresi, 70. Ayet)

Nefs fenasının kemalinde; salik fena halinde kemal sıfatlarını asla mülhak (ekenmiş) olarak bulduğu gibi-yani zatını sadece yokluk görür- aynı şekilde kamalin aynası olan bu ademi mutlak ademe mülhak görür. O zaman arifin varlığı ve eseri kalmaz, beka elbisesiyle aziz kılınır. Şöyle buyrulduğu gibi “Kimi öldürdüysem onun diyeti benim.”[17]

Fena ve beka velayet-i suğrada sureten idiler. Burada, yani velayet-i kübrada hakikat olurlar. Adem-i hassın adem-i mutlaka birleşmesi velayet-i kübranın hususiyetlerindendir. Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor:

“Afak ve enfüs seyrinden sonra müyesser olan seyir, Yüce Hakkın pek yakınlığına doğru olan seyirdir. Zira yüce Hakk’ın fiili, bize bizden daha yakındır.

Yüce Hakk’ın fiilinden, sıfatından gelen ve bu mertebelerde olan yeri pek yakınlık taşıyan bir seyirdir. Fiil tecellisinin, sıfat tecellisinin, zat tecellisinin hakikati bu makamla tahakkuk eder. Vehim ve hayal saltanatı dairesinden necat da burada hasıl olur. Zira, enfüs ve afak dairesinin daşında vehim ve hayal sultanlığı saltanatı yoktur. Vehmin tasarruf nihayeti ise zıl dairesinin sonunda biter. Çünkü zıllın olmadığı mahalde vehim yoktur.

Velayet-i zılliyede vehim kaydından kurtulmak, ancak ölümden sonra hasıl olur. Zira vehim, ölümle yok olur.

Velayet-i kübra olan aslî velayette ise vehim ve hayal kaydından halas, bu dünya hayatında müyesser olur. Birinci taife için ahirete ertelenen mana, ikinci taifeye bu dünya hayatında müyesser olur.

Velayet-i zılliyede, matlub olandan yana bu dünya hayatında hiçbir şey hasıl olmaz. Ancak vehim ve hayal. Velayet-i kübrada matlub ise vehim altına girmekten münezzeh ve beridır.

Mevlana Celaleddin Konevi, hayal kaydına girmenin ve vehmin kuşatmasına uğramanın sıkıntısına düşünce, vehim ve hayal libasından çıkmak ve visal ile şereflenmek için ölümü temenni etmiştir. Ta ki matlubuna nail olsun. Ölümün ilk alametleri belirdiği zaman da kendisine; “Allah afiyet versin” diyene engel olmuştur. Mesnevi’de şöyle diyor: “Hayalden ve tenden uryanı olayım, ta ki visal meydanlarında salınarak gezeyim.”

Afak ve enfüs aynalarında her ne zuhura gelirse o zılliyet damgası ile damgalanmıştır. Bunlar aslın isbatı için nefyedilmeye layıktır.

Afak ve enüfüs muamelesi zail olunca, zılliyet kaydından kurtuluş olur. Fiil ve sıfat tecellisine girilir. O zaman bilinir ki, bundan evvel afaki ve enfüsi makamda zuhur eden her tecelli, her ne kadar zati olarak itikad ederlerse de, fiilin ve sıfatın zıllına taalluk eder, fiilin ve sıfatın kendisine değil. Zata taalluk etmesi bir yana. Çünkü zılliyet dairesi, enfüsün nihayetinde sona erer. Bu duruma göre, enfüste ve afakda her ne zahir olursa be daireye dahildir.

Asıl mertebesinden neş’et edip gelen berkî tecelli, zıll dairesinin müntehilerine müyesser olur. Zira onlar, bir anda afak ve enfüs kaydından halas olurlar.

Afak ve enfüs dairesini aşanlar, zılldan asla ulaşırlar. İşte berkî tecelli bunlar katında daimidir. Çünkü bu büyüklerin meskeni ve sığınağı asıl dairesidir ki berkî tecelli oradan neş’et eder.

Velayet-i suğra olan velayet-i zılliyede kemal, ancak berkî tecelli ile hasıl olur. Bu berkî tecelli ise enbiya velayeti olan velayet-i kübrada ilk basamaktır. Onlara salat-u selam olsun. Velayet-i suğra ise evliyanın velayetidir. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın.

İşte, evliyanın velayeti ile, enbiyanın velayeti arasındazki fark yazdıklarımızdan belli olur. Allah-u Teala’nın salatı onların üzerine olsun. Peygamberlerin velayetinin bidayeti velilerin velayetinin nihayeti olmaktadır.

Enbiyanın kemalatı hakkında ne diyebiliriz ki, zira nübüvvetin bidayeti bu velayetin nihayeti olmaktadır. Fakat Hazreti Hace Bahauddin Nakşibend tebaiyet ve veraset yoluyla enbiya velayetinden yana bol nasibe nail olmuş olacak ki, şöyle demiştir: “Biz nihayete bu işin başında varıyoruz.”

Bu fakire belli oldu ki, Nakşibendiyye tarikatının sonu, velayet-i kübraya varır. Bunun ehillerine bu velayetin kemalatından bol haz (nasib) husule gelir. Ama bunların dışında kalan tarikatlarda durum böyle değildir. Zira onların kemallerinin nihayeti berkî tecelliye varır.

Bu fakirin seçtiği tarikatta Nakşibendilik nisbeti bidayetten, nihayete kadar vardır. Bütün her şey bu esas üzerinde durur. Bu esas olmasaydı bu yükler yüklenilmezdi.

Tohumlar Buhara ve Semerkan’dan saçıldı. Hindistan’da biçildi. Aslı ise Yesrib ve Batha’[18]dandır. Yıllarca fazilet suyuyla sulandı, ihsan terbiyesi ile yetiştirildi. Bu ekin olgunlaşıp kemale erince, bu ilimleri ve marifetleri meyve olarak verdi.

 

[1] Huzur: Hakk’ın huzurunda bulunma ve kendinden geçme. Halktan gaib olan Hakk’ın huzurunda bulunur. Hak’dan gaib olan ise halkın huzurunda bulunur.

[2] Varid-i varidat: Kulun kasdı olmaksızın gaybtan (Hak’tan) kalbe gelen manalar.

[3] Keşf-i ıyani: Kıyasa ve istidlale değil, ruhun temaşa ve müşahedesine dayanan keşif.

[4] Velayet-i suğra: Velayet-i evliya. Ermişlerin veliliği demektir. Bu velayette, ilahi fiillerin tecellilerinden, isim ve sıfatların gölgelerinde seyir bahis konusudur.

[5] Şatah-şathiye: İlahi feyiz ve kuvvetli tecellilirle kendilerinden geçen, coşan ve taşan velilerin gayr-i ihtiyarı söyledikleri sözler ki, çoğu şeriata aykırı gibi görünür. Bu yüzden veliler kendilerne geldikleri zaman o sözleri söylediklerine pişman olarak tevbe ederler.

[6] İttihad: Vahdet-i vücud, her şey, kendi kendine var olan mutlak, bir ve gerçek varlığın temaşa edilmesi.

[7] Ayniyyet (Ayn): Vahdet-i vücud. “Heme üst” Yani kainatta varlık olarak ne varsa hep O’nun kendisidir.

[8] İsneyniyyet: “Heme ez üst”: Hepsi O’ndandır, O’nun hilkatinin eseridir. “O’na benzer bir şey yoktur.” (42. Şura Suresi, 11. Ayet) hükm-i ilahisine uygun olarak Rabbi Rab, kulu kul olarak bilme.

[9] A’yan-ı Sabite: Eşyanın görünür hale gelmeden önce Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudiyeti, sahir olan varlıkların Allah’ın ilmindeki mahiyetleri gizli hakikatleri.

[10] Telvin-temkin: a) Telvin: Talep ve istikamet yolunu araştırma makamı  b) Temkin: İstikamet üzre karar kılma ve iyice yerleşme makamı.

[11] Ruûnet: Kişinin tabiatıyla beraber olması. Salikin aşağı arzuların esiri olması, hep benliğini öne çıkarması. Kendinden “Ben” diye söz etmesi.

[12] Alaka: Kulu bağlayıp Hakk’a giden yola girmesini, bu yola girdekten sonra da doğru dürüst bir şekilde yürüyüp mesafe almasını engelleyen maddi ve nefsani sebepler, her çeşit engeller, dünyevî bağlar.

[13] Acluni, Keşfü’l-Hafa, c. 2, sh. 216

(Acluni, hadisi Beyhaki ve Deylemi’nin sahih senetle rivayet ettiklerini nakleder.)

[14] Sahv: Hislerini yitiren ve kendinden geçen arifin hissine dönmesi, kendine gelmesi. Sekr sarhoş olma ve kendinden geçme, sahu ayılma ve kendine gelme halidir.

[15] Metinde sık sık geçen “hayal ve tahayyül” kelimeleri Türkçe’de kullanıldıkları meşhur anlamlarında değildirler. Burada “hayal” bir duayı ya da zikri düşünerek murakabe yapmaktır.

[16] Buhari, Enbiya, 8,13,19; Müslim, Fedailü’s sahabe, 199.

[17] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[18] Batha: Mekke’nin diğer ismi.

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR

     Burhan İŞLİYEN

 

BEŞİNCİ SIR ÖZELLİKLE MÜCEDDİDİYYE  MAKAMLARININ AÇIKLANMASI HAKKINDADIR

Müceddid İmam-ı Rabbani (k.s.) zamanından önce, Nakşibendiyye tarikatına sülukun esma ve sıfat dairesine, yani peygamberlerine velayeti olan velayet-i kübraya doğru olduğu biliniyor.

Bu husustaki delil, daha önce naklettiğimiz, İmam-ı Rabbini (k.s.)’nın mektupları, velayet-i kübradan sonra, sülukun sonuna kadar mevcut makamlara ait yazılanlardır. Onlar da Allah’ın yardımı ile İmam’a mahsus olan ve ona inkişaf eden bilgilerdir.

“Bu Allah’ın fazl-ı keremidir, ki onu dilediğine verir. Allah büyük fazilet sahibidir. (62. Cuma Suresi, 3. Ayet)

Bil ki; velayet-i kübranın tamamlanışından ve ism-i zahirdeki seyr-u süluktan sonra salik, ism-i batında ve meleklerin velayeti olan velayet-i ulyayla süluk etmekle şereflenir.

Salik bu makamda şöyle hayal eder.: “Feyiz, ism-i batın diye isimlendirilen ve toprak unsuru hariç, üç unsurun üzerinde olan velayet-i ulyanın menşei zatdan gelir.”

Bu makamda feyzin varit olduğu yer üç unsurdur. Yani hava, su, ateş. Toprak unsuru istisna edilir.

Bu makamdaki terakki, dil ile kelime-i tehlil söylemek, uzun kıyam ile nafile kılmak, azimetli amellerle hareket edip ruhsatı terk etmek, az söz, az uyku ve az yemek, insanlarla muaşereti azaltmak, beşeriyetle olan münasebeti azaltmak ve salikin melekiyetle olan münasebetini artıracak üç unsurla olur. Teveccüh, huzur, uruc ve üç unsura nüzul hasıl olur. Salikin batınında acayib genişlik meydana gelir ve melekler alemiyle münasebet hasıl olur.

Kim keşif erbabından olursa, o melaike-i kiramı görmekle müşerref olur. Salike gizlenmesi ve örtülmesi uygun olan, açıklanmaktan aciz bırakıldığı sırlar münkeşif olur.

Bil ki; velayet-i suğra ve velayet-i kübradaki seyir “zahir” isminde idi. Velayet-i ulyadaki seyir ise “batın” ismindedir. Bu ikisi arasındaki fark şudur: İsm-i zahirdeki seyir; yüce Allah’ın zatını düşünmeden sıfat tecellilerinde olur. İsm-i batındaki seyir ise her ne kadar esma ve sıfatın tecellilerinde olsa da, sıfatlarla yüce Allah’ın zatını düşünmekle olur. Bu iki velayet (velayet-i suğra ve velayet-i kübra) ile velayet-i ulya arasındaki fark; zahir ve batın arasındaki fark gibidir. Çünkü velayet-i ulya öz, diğer iki velayet ise kabuk gibidir. Bu makamda Cenab-ı Hakk’ın zatını mülahaza (düşünmek) de böyledir. Bu düşünme önceki iki velayetde yoktur.

Üst (tahtanî) dairenin az da olsa alt (fevkani) daire ile münasebeti vardır. Fakat nübüvvet kemâlatı ile, diğer üç velayet arasında zikredilen ölçüde münasebet bulunmaz. Bu velayetler denize nisbetle bir damla gibidirler. Bu üç velayet ile nübüvvet kemalatları arasındaki fark düşünülmez bile.

Tenzih mertebelerinde olan süluk makamlarının münasebeti alem-i misalde dairiler olarak ortaya çıkar. Bunun için onları “daire” diye tabir ediyorlar.

Müceddid İmam (k.s.) velayet-i ulya makamının halları hakkında şöyle diyor: “Bu makamda seyrim nihayet bulduğu zaman, zannettim ki maksat hasıl oldu: “İş tamam oldu” İşte o zaman, bana şöyle nida edildi.

“Bu seyrin hepsi uçuş için gereken iki kanaddan biri olan ism-i zahirde seyirdir. İsm-i batın seyri ise henüz duruyor. O kuds kalemine uçuş için lazım olan ikinci kanattır. Eğer onu da tafsilatıyla tamamlarsan, uçuş için sana iki kanat hasıl olur. Bundan sonra, Allah’ın inayetiyle ism-i batın seyrini de tamamlayınca, bana uçuş için iki kanat müyesser oldu.

“…Lütfedip bizi buraya getiren Allah’a hamdolsun, Allah bizi getirmeseydi, biz bunu bulamazdık! Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler…”(7. Araf Suresi, 43. Ayet)

Ey oğul! İsm-i batında seyirden sana ne yazabilirim ki? Bu seyrin haline en münasip olan, saklayıp gizlemektir. Ancak aşağıdaki kadar ondan bir nebze açabiliriz.

İsm-i zahirde seyir, zatı mülahaza etmeden, sıfatlarda seyirdir. İsm-i batında seyir her ne kadar isimlerde seyir ise de; zatı mülahaza vardır. O isimler Yüce Mukaddes Zat’ı örten perdeler gibidir.

Mesela; ilim sıfatında zat mülahazası yoktur. Amma alim sıfatında perdelerin arkasında mülahaza edilen zattır. Zira alim öyle bir zattır ki ilim sıfatı onun için sabit olmuştur. Bu duruma göre ilimde seyir, ism-i zahirde seyirdir. Alimde seyir ise ism-i batınde seyirdir. Diğer isimler ve sıatlar da bununla kıyas edilebilir. Bu isimler batıni yönden mele-i ala meleklerin taayyun[1] mebdeleridir. Rasulullah efendimize ve onlara salat ve tahiyyat.

Bu anlatılan isimlerde seyre başlamak, mele-i ala velayeti olan valeyet-i ulyaya girmeye başlamaktır. Zahir ve batın isimleri anlatırken beyan edilen ilim ve alim arasındaki farkı az bir şey olarak sanmayasın. İlimle alim arasındaki fark, yer merkezinden arşın mihverine kadar olan mesafedir. Bu fark için bir nisbet yapılacak olursa, okyanusta bir damla olabilir. Bu mana, sözde yakın gibidir ama husulde çok uzaktır.

Yine Müceddid İmam (k.s.) şöyle dedi: Zahir ve batın isimlerin kanatları elde edildikten sonra, uçuş müyesser olur ve uruc vaki olursa, o zaman bilinir ki asalete doğru olan bu terakki, narî, hevaî ve maî unsurun nasibidir. Çünkü melaike-i kiram bu üç unsurdan yaratılmışlardır. Peygamberimize ve onlara salat-u selam olsun. Nitekim (bir hadis-i şerifte) şöyle varit olmuştur:

“Bazı melekler ateşten ve kardan yaratılmıştır. Bunların tesbihi de şöyledir: Ateşle karı bir araya getiren Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir.”[2]*

Yine Müceddid İmam (k.s.) şöyle demiştir: Velayet-i ulya dairesinde seyrin müntehası; bütün esma sıfat şuun ve itibarları toplayan taayyun-u evveldir. Bu asılların husuli ilimle münesebetleri vardır. Eğer bundan sonra seyir vaki olursa o da huzuri ilme bağlıdır.

Ey oğul! Bu makamda husuli ilim ve huzurî ilim diye itlak edilmesi ancak temsil ve benzetme itibarıyladır. Çünkü sıfatların varlığı Yüce Mukaddes Hakk’ın Zatı üzerine zaittir. Bunları bilmek husulî ilimle olur. Hakikatte ilim sahibine bu mukaddes mertebede, ilmin maluma taallukundan başka bir şey hasıl olmaz. Bu taayyun-i evvel enbiya-ı kiram ve melaike-i ızamın bütün valeyetlerini toplayan ve mele-i alaya mahsus olan velayet-i ulyanın müntehası olan bir taayyundur.

Urvetu’l vüska Muhammed Masum (k.s.) hazretleri bu makamın halleri hakkında şöyle demiştir: “Bu makam velayet derecelerinin en yükseğidir. Hatta peygamberlerin -onlara selat ve selam olsun- velayetinin üstüne çıktığı keşfolunmuştur. Fakat peygamberlerin üstünlüğü nübüvvet yoluyladır. Bu makamda kalp genişliği, önceki makamdan daha fazladır. Çünkü önceki makamda genişlik; Cenab-ı Hakk’ın zatını düşünmeksizin, sıfat, esma ve şuun (fiiller ve itibarlara göredir. Burada ise Cenab-ı Hakk’ın zatını bu kemalatlarla birlikte mülahaza vardır. İkisi arasında ciddi bir fark vardır. Cenab-ı Hakk’ın zatının yanında sıfat ve isimlerin genişliğine itibar edilmez.

Bir hakikatın diğer bir hakikate üstünlüğü, evvelki hakikat sahibi kişinin, ikinci hakikat sahibi kişiye üstünlüğünü gerektirmez. Belki de aşağıdaki hakikat sahibi kişinin, yukarıdaki hakikat sahibi kişiye üstünlük sağlaması mümkündür. Fevkani (üstteki) hakikat sahibi yerinde mahpus olabilir ve ona hakikatinden daha yukarıya uruc hasıl olmayabilir ve medar-ı fazilet olan kurb mertebelerini aşmayabilir.

Anlaşıldı ki, mele-i alanın velayeti, havass-ı beşerin velayetinin üstündedir. Meleklerin hakikatlerinin üzerine yükselebildiklerinden havass-ı beşer meleklerden faziletlidir. Meleklerde ise makamlarının üzerine yükselme yoktur. Cenab-ı Hak “Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır.” (37. Saffat Suresi, 164. Ayet) buyurmuştur.

Bu ayet-i kerime meleklerin hallerinde kesin bir nasdır. (Cürcani, Şerh-i mevakif adlı eserinde şöyle diyor: “Meleklerin bazı işlerde beşere üstünlüğü vardırsa da sevabın çokluğu manasında üstünlük beşer için sabittir.

Alem-i emir, alem-i halkın üstündedir. Fakat fazilet alem-i halkındır. Çünkü alem-i halkın yakınlığı aslî, alem-i emrin yakınlığı zıllî (gölgesel)dir. Turabi unsur alem-i halk ve emrin letaifinden inmiştir. Onun inişi rifatinin (yükselmesinin) sebebidir. Topraktan yaratılmış olan beşere hasıl olan kurb, üç unsurdan yaratılmış olan meleklere hasıl olmaz.

Seyir, velayet-i ulya diye tabir edilen, Hak Teala’nın zatı mertebesine uçuş için kanat olan zahir ve batın isimlerde tamamlandığında; sıfat ve isimlerin perdelemesi olmaksızın zatî tecellinin devamından ibaret olan nübüvvet kemâlatı mertebesinde olur. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar.

“Feyiz, nübüvvet kemâlatının menşei olan mutlak zat’dan, sadece türabi unsura varid olur.” Bu makamda feyzin mevridi kaynağı türabi unsurdur.

Bu münevver makamda bir nokta miktarı yol almak, üç velayet makamının -yani velayet-i suğra, velayet-i kübra velayet velayet-i ulya- hepsinden daha faziletlidir. Zevk, şevk, ızdırap ve şiddetli arzu gibi önceki haller kalmaz. Cihet olmaksızın huzur, yakîn[3], temkin ve sekînet[4] bu ali makamın hususiyetlerindendir. Kalem, bu makamın hallerini ve marifetlerini açıklamaktan acizdir. Buna delil şu ayet-i kerimedir. “Gözler O’nu idrak edemez.” (6. En’am Suresi, 103. Ayet)

Vaktin safası, tuma’ninet[5]in hakikati, Mustafa (aleyhisselam)’ın getirdiğine uymak, batın nisbetinde kemal-i vüs’at; ye’s, mahrumiyet, nisbet cehaleti ve keyfin olmaması bu makamın hallerindendir.

Bu makamlar enbiya-i kirama (cümlesine salat ve selam olsun) mahsustur. Bu makamların hakikatları ve marifetleri onların şeriatlarıdır. Bunlar tabi olmak ve veraset yoluyla tabi olanlara hasıl olur. Burada feyzin mevridi, turabî unsur asaleti iledir. Feyzin, turabî unsurdan başka unsurlara gelmesi, turabî unsura tabi olmakla gerçekleşir.

Bu makamda batının genişliği öyle bir sınıra ulaşır ki; üç velayetde olan önceki genişlikle karşılaştırılırsa, onların sanki hiçbir şey olmadıkları ortaya çıkar.

Suretin hakikate nisbeti gibi de olsa, üç velayetin hepsinde münasebet sabittir. Fakat batın muamelesi; kamil-mükemmil şeyhin teveccühatı ve talibin rü’yete benzeyen istidadının kuvveti şartıyla vaki olur. Rü’yetin her ne kadar ahirette olacağı va’dedilmiş olsa da; bu makamda hasıl olan muamele, velayetlerin müşahedelerine nisbetle rü’yet gibidir. Çünkü ahirette gerçekleşecek rü’yet halk alemine mahsustur. Bu mertebedeki muamele de halk alemiyle ilgilidir.

Emir âleminin latifeleri bu mertebede ortadan yok olur. İlahî şerî hükümler, nebevî haberler ayne’l-yakîn mertebesinde bedihi olur. “Hak Subhanehu Teala mevcuttur” denildiği zaman O’nu tasdik konusunda şek ve şüphe kalmaz. “Zeyd vardır” denildiğinde ise, varlığı için görmeye ve düşünmeye ihtiyaç vardır. Hak Subhanehu’nun varlığı ayna, mümkünatın varlığı ise aynada gözüken şekiller gibidir. Aynanın varlığı hakiki, aynada gözüken şekillerin varlığı ise vehmî ve hayalîdir.

Fakat şekil, önce surî aynada sonra gerçek aynada gözükür. Burada bunun tersi olur. Önce Hak Subhanehu’nun varlığının aynası, sonra da mümkünatın varlığının şekilleri gözükür. Hak Subhanehu’nun varlığı bedihî, mümkünatın varlığı nazarî olur.

Gece boyunca namaz, edeplerine tam riayetle secde, rüku, kıraat, tertil ve tecvid ile Kur’an okumak, tefsir ve hadis ilmiyle meşgul olmak, me’sur dua ve zikirler, nebevî sünnetlere ittiba bu makamda terakkinin sebepleridir. Gelecek makamlar için de durum aynıdır.

Turabî unsur, diğer üç unsurdan daha faziletlidir. Toplam dört unsur alem-i halktandır. Bu makamda, yani alem-i halkda feyzin geldiği yer turabî unsurdur. Bunun için Müceddid İmam (k.s.) halk âlemini, emir aleminden faziletli saydı. Şöyle dedi:

“Ey oğul! Peygamberlerin daveti halk alemine mahsustur. Şu hadis-i şerifte buyrulduğu gibi. “İslam beş şey üzerine kurulmuştur.”[6] Bu cümle İslam’ın rükünlerini açıklama konusunda söylenen sahih bir hadis-i şeriften bir bölümdür. İslam’ın rükünlerinin edası -kalbin iştirakiyle beraber- azalara bağlıdır. Azalar ise halk alemindendir.”

Müceddid İmam (k.s.) bu hadis-i şerifle şöyle istidlal etmiştir. “Peygamberlerin daveti halk alemine mahsustur. Halk alemiyle kalbin münasebeti daha ziyade olduğu için, kalbin tasdiki de İslam erkanına dahil olmuştur. Kalbin dışında emir aleminin latifeleri, erkana dahil edilmemiştir. Hatta onlar, maksatlardan bile sayılmamıştır.

Cennet nimetleri, cehennem azapları, rü’yet devleti ve bundan mahrum olmak, hepsi halk alemine bağlıdır, emir alemine değil.

Kendileriyle tam bir haz hasıl olan ameller, halk alemine aittir. Onlar da; farzlar, vacipler ve sünnetlerdir ki halk aleminden olan kalıpla eda edilir.

Emir aleminin nasibi, nafilelere bağlıdır. Amelleri edanın semeresi olan kurb mertebesi, amellerin miktarına göre olur.

Farzları edanın semeresi olan kurb, halk alemine aittir. Nafileleri edanın semeresi olan kurb ise emir alemine aittir. Farza kıyaslandığında, nafilenin itibarının olmadığında şüphe yoktur. Keşke okyanusa nisbetle bir damla olabilse. Hatta nafileler sünnetlere bile nisbet edilmez. Buradan iki yakınlığın nisbetinin kıyas edilmesi gerekir. Böylece halk aleminin emir alemine olan üstünlüğü bilinir.

Ey oğul! Aşkın şiddeti, muhabbetin galebesi, şevk sayhası, vecd, tevacüd[7], raks bunların hepsi zıllî tecellileri zuhuru anında zılal (gölgeler) makamlarında olur. Asla ulaştıktan sonra bu işler tasavvur edilmez. Alimlerin dediği gibi burada muhabbet taat anlamındadır.

Salik, zilal mertebelerinden, fena makamından terakki edip beka mertebesine ve asılların derecelerine ulaştığında; önceki haller kalmaz. Çünkü, kemal ve tekmil mertebesi olan usul mertebelerine ulaştıktan onra, zevk ve şevk makamında yakın ve tuma’ninet hasıl olur. İşte o zaman muhabbet sadece taat ve ibadet manasında olur. Rahat ve sekînet; Kur’an okumakda, farz ve sünnet namazlarda ve sünnetlere ittibada olur. Buna delil “Namaz mü’minin miracıdır”[8] “Gözümün aydınlığı namazdadır”[9] hadis-i şerifleridir.

Müceddid İmam (k.s.) bu mukaddes mertebenin hususiyetleri konusunda şöyle diyor: “İnsani latifelerin kemalatından hasıl olan bol hazzın, aslında turabî unsurun olduğu sabittir. İnsanın sair cüzleri, ister halk aleminden olsun, ister emir aleminden olsun, bu makamda temizlenmiş olan turabî unsura tabidir. Turabî unsur sebebiyle bu yakınlıkla şereflenmişlerdir.

Anlatılan unsur, beşere mahsus olduğuna göre beşerin havassının, (özelliklerinin) meleklerin havassından (özelliklerinden) daha faziletli olması zaruri bir duruma gelir. Zira bu unsura müyesser olan başka hiçbir şeye müyesser olmamıştır.

Bu seyir esnasında görülür ki, bütün velayetler nübüvvet makamı kemâlatlarının gölgeleridir ve onların bir misalidir. Bu seyirde bir nokta katetmek velayet makamının kemalatlarının hepsinden daha çok oluşur. O halde daha önceki kemâlatın hepsinin hükmü, bu makamın kemâlatına okyanusa nisbetle bir damla gibi bile olmaz. Burada da nisbet ortadan kalkmıştır.

Fakat ben şunu diyebilirim: Nübüvvet makamına nisbetle velayet makamı, sonsuza nisbetle sonu olan gibidir. Subhanallah. Bu sırra muttali olmayan sûfilerden biri “velayet nübüvvetden efdaldir nasıl der! Bir diğeri bunu başka bir yönüyle, bilgisizliğinden dolayı “Peygamberin velayeti, nübüvvetinden efdaldir” der. “Ağızlarından çıkan kelime ne büyük oldu.” (18. Kehf Suresi, Ayet; 5)

Yine Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: “Şu bilinmelidir ki, bu mevhibe, yani peygambere verilen nübüvvet kemalatı tavassut (aracılık) olmaksızın husule gelir. Fakat peygamberlerin velilik makamına yükselen ashab, veraset, tabi olmak ve peygamberlerin tavassutuyla bu mertebeyle şereflenmişlerdir.

Peygamberler (salat ve selam üzerlerine olsun) ve sahabilerinden sonra bu mertebeyle şereflenen az olmuştur. Her ne kadar tabi olma ve veraset yoluyla bu şereflenme caiz olmuş olsa da.

Zannediyorum tabiinin büyüklerinde bu mertebe hasıl olmuştur. Yine tebei’t-tabiinin büyüklerinde de hasıl olmuştur. Sonra ikinci bine kadar gizlenmiştir.

Bu mertebe o zaman tebaiyyet ve veraset yoluyla zuhur etmiştir. Sonra gelenler de öncekilere benzemişlerdir.

Bu ilim ve marifetlerin sahibi bu bininci yılın müceddidir. Haller, vecdler, tecelliler ve zuhuratlarla karışık olan fiillere, zat ve sıfatlara müteallık marifet ve ilimlere muttali olan kimseye bu iş gizli kalmaz.

Bilinir ki; bu marifet ve ilimler, evliyanın marifetlerinin, alimlerin ilimlerinin ötesindedir. Hatta bu ilimlere nisbetle onların ilimleri kabuk, bu marifetler özdür. (lübbdür)

Her yüzyılın başında bir müceddid sabit olmuştur. Fakat yüzyılın müceddidi bin yılın müceddidinden farklıdır. Aralarındaki fark yüz ila bin arasındaki fark gibi, hatta daha fazladır.

Müceddid; vasıtasıyla, feyzin tüm halka, hatta zamanındaki kutup[10], evtad[11] ve abdallara[12]ulaştığı kimsedir.

Hz. Şeyh Muhammed Masum (k.s.) bu mertebenin halleri hakkında şöyle diyor:

“Yedinci mertebe Yüce Zat’ın isimler ve sıfatlardan ayrılmadan tekliği mertebesidir. Bu mertebe şu düzenleme ile yedinci mertebe olur:

Birinci mertebe velayet-i suğradır.

İkinci mertebe, esma ve sıfat dairesi olan velayet-i kübra’nın birinci dairesidir.

Üçüncü mertebe, velayet-i kübra’dan birinci dairenin aslı olan ikinci dairesidir.

Dördüncü mertebe, velayet-i kübradan ikinci dairenin aslı olan üçüncü dairesidir.

Beşinci mertebe, velayet-i kübradan üçüncü dairenin aslı olan “kavs” mertebesidir.

Altıncı mertebe, melaike-i kiramın (salat ve selam üzerlerine olsun) velayeti olan velayet-i ulyadır.

Nübüvvet kemâlatı diye ifade edilen,mezkur yedinci mertebe; Zat Teala hazretlerinin tek başına esma ve sıfat düşünülmeden mülahaza edilmesi mertebesidir.

Zat’ın sıfatlardan ayrılması (ifradı), Zat Teala hazretlerinin muhibbinin sıfatların ortaklığına razı olmaması sebebiyledir. Aslında Zat’ın sıfatlardan ayrılması tasavvur edilemez. Fakat muhib (derviş) “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[13]hadis-i şerifinin muktezasınca, Zat’ın maiyyetindeyken zatıyla birlikte olan sıfatları mülahaza edemez.

Zat’ın sıfatlar infiradı maiyyetin bir semeresi olarak sadece dervişin nazarındadır.

Tabi olma ve varis olma yoluyla, ümmetin bazı fertlerine nübüvvet kemalatının husulü; onların peygamber olduğu veya peygamberlere eşit olduğu anlamına gelmez. Çünkü nübüvvet kemalatının husulü, nübüvvet makamının husulünden başkadır. Bu bahsin tahkiki, tafsilatıyla Müceddid İmam’ın (k.s.) mektuplarında vardır.

Velayet-i ulya dairesinin seyri tamamlandıktan sonra Zat Teala’nın esma ve sıfatın perdelemesi olmaksızın tecelli ettiği bir mertebe zuhur eder. Bu tecelli için üç mertebe vardır:

Birinci mertebe, hallerini tafsilatıyla yazdığımız nübüvvet kemalatı mertebesi.

Bu mertebeden sonra risalet kemâlatı mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, risalet kemâlatının menşei olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyyete gelir.”

Hey’et-i vahdaniye; emir ve halk alemlerinin mecmuundan (toplamından) ibarettir. (İki alemin bir araya  gelmesi) insanın on latifesinin tasfiye ve tezkiyesinden sonra hey’et-i vahdaniye diye isimlendirilmiştir. O döğülüp süzülen tesirli ilaçlar gibidir. Balla karıştırılıp macun olunca, bu ilaçlar için yeni bir özellik oluşur. İşte insanın on latifesi de böyledir. Bu mukaddes mertebe ve süluk makamlarının sonuna kadar feyzin geldiği yer, salikin hey’et-i vahdaniyesidir.

Kur’an tilaveti ve uzun kunutla namaz, bu makamda terakkiyi gerektirir. Salik bu makamda, batınında vüs’ati ve nurların vürudunun çokluğunu önceki mertebeden daha çok bulur.

Bu daireden sonra ulu’l-azmin kemalatı dairesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar. “Feyz, ulu’l-azm kemâlatının menşei olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.” Bu mertebede salikin batını, zatî tecellilerin vürudunun ve gayri mütenahi nurların çokluğundan dolayı dopdolu olur. Batının genişliği, mertebenin yüceliğinden dolayı açıklama sınırının dışında olur.

Müceddid İmam (k.s.) ve oğlu Hace Muhammed Masum, bu mertebede; Kur’an’ın mukattaatının sırlarını ve Furkan’ın müteşabihlerini keşfetmekle müşerref oldular. Şöyle dediler: “Bu sırları açıklamak beşerî takatin üstündedir. Farzedelim açıklamaya çalıştık. Hangi lafızlarla bu sırların manalarını açıklayacağız? Bunları bir kimse konuşsa, duyan kendinden geçer ve bayılır.”

Bu makam ve bundan sonraki makamlarda terakki Allahu Teala’nın fazlına bağlıdır. Her ne kadar tüm makamlarda da, Allah’ın fazlına bağlıysa da; ameller, zikirler ve işgal (meşgul olma) sebep gibidir. Bu makamda-zikirler beşerî küduretin (bulanıklığın) izalesinde müessir olsa bile- böyle değildir. Bu makamlarda Kur’an kıraati ve gece boyunca namazla bile terakkinin neticesi hasıl olmaz.

Bil ki, Ulu’l-azm kemâlatı makamından sonra süluk iki yolla olur:

1- İlahi hakikatler yoluyla: Bunlar Kabe’nin hakikatı, Kur’an’ın hakikatı ve namazın hakikatidir.

2- Peygamberlerin (salat ve selam üzerlerine olsun) hakikatleri yoluyla. (Bu hakikatlar da) İbrahimî, Musevî, Muhammedî ve Ahmedî hakikatlardır. Tarikat şeyhleri, saliklerin evvela ilahî hakikatlar yoluna sokmayı tercih ettiler.

Önce şöyle hayal ederek, Kabe’nin hakikatının murakabesini öğretiyorlar. “Feyiz, Kabe’nin hakikatı ve tüm mümkünatın secde etmiş olduğu Zat’dan hey’et-i vehdaniyeye gelir.” Bu makamda feyzin geldiği yer, salikin hey’et-i vahdaniyesidir. Bu makamda Hak Subhanehu’nun azameti, salik tarafından müşahede edilir. Salik heybet ve celal denizinin içine dalmış olur.

Bu yüce mertebede, fena ve beka hasıl olduğunda, salik zatını bu mertebenin şanıyla muttasıf bulur. Yani mümkünatın kendisine teveccühünü müşahede eder.

Salikin, üç kemâlata nisbetle; mülevven[14] olmaması, daha latif ve yüce olmasına rağmen ilahî hakikatlerin nisbetini idrak etmesi hayret vericidir. Bunun sebebi, salikin, kemâlat makamlarına ulaşmadan önce münasebeti velayetler nisbetiyleydi. Fenası ve bekası sıfatlar ve şuunlardaydı. Bu mertebelerin nisbetiyle münasebeti yoktu ki “Yalnız Zat Teala’nın mertebesi nisbetini idrak edebilsin. Bunun için bu yüce nisbeti idrak etmek ona zor geldi.

Bu mertebelerde fena ve beka hasıl olup, bu derecelerin ahlakıyla ahlaklandığında hiç şüphesiz salikin idraki ve vicdanı kuvvetlenir. Fevkaniyyet makamlarının nisbetini, kemâlat nisbetinden daha çok idrak eder. Aslında kemâlat nisbetiyle, fevkaniyet makamları nisbeti aynı cinstendir. Fakat salikin batınının nisbeti, fevkaniyet makamlarından sonra yücelik ve vüs’at yönünden artar. Çünkü bu mertebeler daimi Zat tecellisiyle müşerreftirler.

Müceddid İmam (k.s.) bu makam hakkında şöyle dedi: “Bazı kamiller peygamberlere (salat ve selam üzerlerine olsun) tabi olarak azamet ve kibriya duvarlarının içine nüfuz ediyorlar. Onlara da (peygamberlerle beraber) peygamber muamelesi yapılıyor.

Ey oğul! Bu muamele, emir ve halk aleminin mecmuundan (toplamından) neş’et eden insanın hey’et-i vahdaniyesine mahsustur. Bununla beraber turabî unsur hepsinin başıdır.

Bu mukaddes mertebeden sonra Kur’an’ın hakikatı mertebesi vardır. Burada şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, Kur’an’ın hakikatının menşei hazreti Zat’ın misalsiz vüs’ati mebdeinden, hey’et-i vahdaniyeye gelir” Bu mertebede de feyzin geldiği yer hey’et-i vahdaniyedir.

Bu makamda Allah Subhanehu’nun kelamının batıni manaları zahir olur. Kur’an’ın her harfi maksud olan Kabe’ye ulaştıran bir deniz olur.

Ku’an okuyanın dili, Kur’an okuma esnasında Musevî ağaç (şeceri-i museviyye)[15] gibi olur. Hatta kalıbın hepsi dil gibi olur.

Kur’an nurlarının inkişafının alameti, salikin batınında sıklet (ağırlık)ın zuhurudur. Şu ayet-i kerimede buyrulduğu gibi: “Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.” (73. Müzemmil Suresi, 5. Ayet)

Müceddid İmam (k.s.) bu makam hakkında şöyle diyor: Sırf nur olan bu yüce mertebeden sonra fakirin bulduğu Kabe’nin hakikatı cidden yüksek bir mertebe olan Kur’an’ın hakikatı mertebesidir. Kabe-i muazzama Kur’an’ın hükmüyle kıble olmuştur. Her şeyin onun bulduğu yöne secde etmesi mertebesiyle şereflenmiştir. Kur’an imam, Kabe ise me’mum olmuştur.

Bu mukaddes mertebe, hazreti Zat Teala’yı tenzih vüs’atinin mebdeidir. Aynı şekilde misal ve la-misal arasındaki imtiyaz mertebesinin mebdeidir.

Kur’an’ın hakikatı dediğimiz mukaddes mertebeye, nur ıtlakının dahi yeri yoktur. Hatta bunu anlamaktan bile kalır. Buraya tenezzüh vüs’ati ve la-misaliyye imtiyazından başka bir şey giremez.

Allahu Teala şöyle buyurur. “Allah’tan size bir nur geldi” (5. Maide, 15. Ayet) Buradaki “nur”dan murat Kur’an olsa dahi nüzul ve tenzil itibariyledir. Nitekim bu manaya “Câeküm” “size geldi” lafzıyla îma edilmiştir.

Bu mertebeden üzerinde “namazın hakikatı” diye ifade edilen cidden yüksek bir mertebe vardır. Bu mertebede şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, namazın hakikatının menşei olan Zat’ın tenezzüh vüs’atinin kemalinden, hey’et-i vahdaniyeye gelir.” Burada da feyzin mevridi (geldiği yer) hey’et-i vahdaniyedir.

Bu mertebenin vüs’ati ve yüceliğine dairen denilebilir. Şöyle ki, Kur’an-ı Mecid’in hakikatı bunun cüzlerinden biridir. Kabe’nin hakikatı başka bir cüzüdür.

Bu mukaddes hakikate erişen salik, namazı esnasında bu fani evden çıkar, baki olan eve girer. Ve ona kemal vechi üzere “Görüyormuşcasına Allah’a ibadet etmendir.”[16] hakikatı gözükür. Seyyidü’l-enamın (salat ve selam üzerine olsun) bu duruma “Namaz mü’minin miracıdır.”[17] buyurarak işaret ettiği gibi. Yine şöyle buyurmuştur: “Kulun, Rabbine en yakın olduğu vakit, namazdır.”[18]

Namaz olmasaydı maksudun yüzünden örtüler açılmazdı. Hangi şey talibi matluba götürebilirdi? Hüzünlü kimsenin sevinci, hastanın rahatı namazdadır. “Bizi rahatlat ey Bilal!”[19] hadisi bu manaya işarettir. “Gözümün nuru namazdadır”[20] bu temenniye işarettir.

Namazın hakikatine muttali olmadıklarından dolayı bu taifenin çoğu teskin olmayı nağmelerde aradılar. Matlubu; sema, vecd ve tevacüdde taleb ettiler. Raks ve benzerleri onların adeti oldu. Şayet namazın hakikatının kemalatından onlara birşey belirseydi vecd ve tevacüde iltifat etmezlerdi.

Musalli tekbir aldığı zaman sanki âlemlerden çıkar ve “Allahu Ekber” diyerek Hazreti Sultan’ın huzuruna gelir. Heybetinin, azametinin, kibriyasının zuhuru anında nefsini zelil kılarak hakiki mahbubda fani olur.

(Salik) kıraat esnasında hibe edilmiş bir vücutla mevcut olur, Hak Subhanehu ile konuşur. O’nun canib-i kudsiyetiyle muhatap olarak şecere-i Museviye hükmünde olur. Sonra tam bir huşu ile rüku eder, tesbih ederek kalkar ve secde eder. Çünkü kıyamdan secdeye gitmek tezellül ve inkisarın kemalini ifade eder. Acz ve tazarru alnını kalbîyle bağlandığı mahbubun önüne koyar. Hakiki matlubun karşısında O’na ulaşmayı talep ederek secde eder. Ulaştığını zannettiği zaman bu hatadan istiğfar ederek oturur. Mağfireti, kurbu ve şükretmeyi isteyerek ikinci secdeyi yapar. Teşehhüdde tahiyyat, yakınlığın ihsan edilmesi üzerine ve şükrü eda eder. Şehadet kelimelerini okur. Çünkü tevhidi ikrar ve risaleti tasdik olmaksızın kurb mertebesine ulaşmak muhaldir. Sonra salat-ı İbrahimiye’yi okur. Çünkü hususi dostluk mertebesi İbrahim Efendimiz’e mahsustur. (O’na ve peygamberimize salatu selam olsun.) Bu duayla ünsiyyet[21] ve hususi kurbiyeti talep eder.

Adab ve sünnetleriyle namazın edası ve ta’dil-i erkana riayet namazın hakikatının zuhuru için sebeptir. Salik namazda kalbe teveccüh ederek, gözlerini yumarsa namazın hakikatı zuhur etmez. Çünkü gözleri yummak namazın adabından değildir.

Müceddid İmam (k.s.) bu mertebenin beyanı hususunda şöyle diyor: “Bu mukaddes mertebenin üzerinde cidden yüksek bir mertebe vardır. O da namazın hakikatı olup, onun sureti şehadet aleminde, nihayet erbabından namaz kılanlarla kaimdir. Herhalde Mirac hadisesinde varid olan “Dur ya Muhammed, Allah (c.c.) namaz kılıyor.[22]” kıssası namazın hakikatını ima etmektedir. Yani tecerrüd ve tenezzüh mertebesine ancak vücub mertebelerinden ve kıdem etvarından sadır olan ibadet layıktır. Hakikatte o abid ve mabuddur. Bu mertebede vüs’atin ve la-misali imtiyazın kemali vardır.

Yine Müceddid İmam (k.s.) hamd ve salatdan sonra şöyle dedi: “Namaz, İslam’ın beş rüknünün tüm ibadetleri toplayan ikincisidir. Cüz olduğu halde toparlayıcılığından dolayı kül (bütün) hükmündedir. Allah’a yaklaştıran amellerin hepsinden daha üstündür.

Seyyidü’l-mürselin (salat ve selam üzerine olsun) efendimize rü’yet Mirac gecesi hasıl olmuştur. Bu dünyada da bu ona namazda hasıl olmuştur.

Namazın haricinde ve namazın hakikatını anlamadan elde edilen zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar, renkler, telvinat, temkinat, keyfiyeti belli olan ve olmayan tecelliyat, mütelevvin ve mütelevvin olmayan zuhuratdan hemen hepsinin menşei gölgelerdir, emsaldir (benzetmedir) vehim ve hayalden neş’et etmiştir.

Namazın hakikatını anlayan bir musalli, namazını eda ederken sanki bu dünya hayatından çıkar, ahiret hayatına geçer. Hiç şüphe yok ki o zaman ahirete mahsus olan mertebeden bolca nasip alır. Zılliyet şaibesi olmadan asıl manadan bir haz hasıl olur.

Sufilerden bir taife hallerin artmasında namazın netice vermediğini zannetmiştir. Namazı mübayenet ve muğayerete hamletmişlerdir. Orucu namazdan daha faziletli görmüşlerdir. Şeyh Muhyiddin Arabi’nin şöyle dediği gibi: “Oruçta yemeyi içmeyi terk vardır. Oruçlu samediyyet sıfatıyla mevsuftur. Musalli ise namazında gayriyyet makamında olur. Çünkü o, abidi mabudiyetden ayırır.”

İbni Arabi’nin bu sözü sekir hallerinden olan tevhid-i vücudi meselesi üzerine bina edilmiştir. Bu kemalat bin sene sonra zuhur etmiştir. Sonra gelenler, öncekilerin rengine boyanmıştır. Bunun için Peygamber Efendimiz (salat ve selam üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “Evveli mi hayırlıdır, yoksa ahiri mi?”[23] “Evveli mi hayırlı yoksa ortası mı” buyurmadı. Çünkü evvel ile ahir arasındaki münasebeti, evvel ile orta arasındaki münasebetten daha ziyade gördü. Yine Efendimiz (salat ve selam üzerine olsun) şöyle buyurdu:

“Ümmetimin en faziletlisi öncekiler ve sonrakilerdir. İkisi arasında keder (bulanıklık) vardır.”[24]

Bu ümmetin son gelenlerinde her ne kadar yüksek nisbet varsa da, ona sahip olanlar azdır. Ortadakilerde nisbet bu derece yüksek olmamakla beraber onlar çoktur.

Sonun başlaması, ikinci binin başlangıcından itibarendir. Çünkü, bin senenin geçmesinin, işlerin değişmesinde büyük bir özelliği, tebdilinde kuvvetli bir tesir olmuştur.

Bu ümmetin şeriatında nesh ve tebdil olmadığı için, öncekilerin sonrakilere nisbeti, eski tazeliğiyle ve önceki parlaklığıyla tecelli etmiştir. Şeriatın teyidi ve dinin tecdidi ikinci binde zuhur etmiştir. Davamızın doğruluğunun tasdiki, adil şahitlerin ortaya çıkacak olmasıdır. Onlar da İsa (aleyhisselam) Efendimiz ve Mehdî (aleyhisselam) Efendimizdir.

Bu söz bugün, insanların çoğuna ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar insafa gelip ilim ve marifetlerin bazısını bazısıyla kıyas etseler, şeriata uyup uymaması açısından hallerin sıhhatlisiyle çürüğünü düşünseler ve şeriatla nübüvvete tazimin hangisinde daha çok olduğunu görseler, bu söz onların anlayışlarına uzak gelmezdi.

Bu fakir, kitap ve risalelerinde şöyle yazmıştır: Tarikat ve hakikat şeriatın hizmetindedir. Nübüvvet de velayetden efdaldir. Sözkonusu olan peygamberin velayeti olsa bile. Buna benzer görüşleri çok yazdım. Özellikle tarikatın beyanı hususunda oğluma yazdığım mektupta.

Bütün bu sözlerden maksat, Hak Subhanehu’nun nimetini izhar, tarikat taliblerini teşviktir. Kendimi diğerlerinden üstün göstermek değil. Çünkü, din büyükleri şöyle dursun; kendisini kafirlerden bile üstün görene Hak Subhanehu’nun marifeti haramdır.

“Namazın hakikatı” diye ifade edilen bu mertebenin üzerinde “sırf mabudiyet mertebesi” vardır. Bu mertebede şöyle hayal ederek murakabe yaparlar. “Feyiz, tek mabud olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

Bu yüce mertebe hepsinin aslıdır. Makamlardaki batini vus’at (genişlik) burada aciz kalır. İmtiyaz da böyledir. Elhamdülillah (böylece) kademî seyir tamam olur ve nazarî seyre bir engel kalmaz.

Müceddid İmam (k.s.)şöyle diyor: “Namazın hakikatı mertebesinin üzerindeki mukaddes mertebe, sırf mabudiyet mertebesidir. Peygamberlerin ve büyük velilerin basamakları, bütün ibadetlerin nihayeti olan namazın hakikatı makamının nihayetine kadardır.

Bu makamın üstünde sırf mabudiyet makamı vardır. Hiçbir şekilde o makama kimsenin gücü yetmez ki, onun üzerine ayak basabilsin. Lakin -Allah Teala’ya hamdolsun- oraya nazar etmek yasaklanmamıştır. Muhtemeldir ki Mirac’taki “Dur ey Muhammed” emri, ayağın ulaşamamasına işarettir. Yani “Dur ey Muhammed! Ayağını bunun üstüne koyma” Çünkü bu mertebe, vücub mertebelerinden sadır olan namazın hakikatı mertebesinin üzerindedir. Hazreti Zat’ın tecerrüd ve tenezzühü mertebesidir. Kadem oraya ulaşamaz.

Bu makamda “La ilahe illallah” kelime-i tayyibesinin hakikatleri tahakkuk eder. İbadete müstehak olmayan mabudların ibadeti de burada nefyedilir. Allahu Teala hazretlerine layık olan ibadetin isbatı da bu makamda tahakkuk eder.   Yine , abidiyet ve mabudiyet arasındaki fark ortaya çıkar. Abid mabuddan ayrılır. Nasıl ayrılması gerikiyorsa öylece ayrılır.

Müntehilerin hallerine göre “La ilahe illallah kelime-i tayyibesinin manası şudur: “Allah’dan başka mabud yoktur.” Müptedilere göre ise de “Allah’dan başka mevcut yoktur.” Mütevassıt (süluk da orta mertebeye gelmiş olanlara göre de Allah’dan başka maksud yoktur.

Bu mertebede nazardaki terakki ve basiret keskinliği, müntehilerin meşguliyeti olarak namaza bağlıdır.

Bil ki, ilahî hakikatler seyri bu mertebeyle tamamlanır. Bu mertebede terakki Allahu Teala’nın fazlı ve ihsanına bağlıdır.

Daha önce de geçtiği gibi, ulu’l-azm (peygamberlerin) kemalatından sonra süluk için iki yol vardır:

1- Daha önce anlattığımız ilahi hakikatler yolu

2- Peygamberlerin (salat ve selam üzerlerine olsun) hakikatleri yolu.

Bu hakikatlerde terakki, Seyyidü’l-mürselin efendimizin muhabbetine münhasırdır.

Hazreti Hak-Subhanehu’nun Zatı sevildiği gibi, sıfatları ve fiilleri de sevilir. Zat ve sıfat sevgisinin muhibbiyet ve mahbubiyet[25] itibarı vardır.

Mahbubiyet kemâlatının zuhuru, sevilmişlerin efendisi (aleyhisselam)ın zatındadır.

Muhibbiyet kemâlatının zuhuru, Musa (aleyhisselam) efendimizin zatındadır.

İsimlere ait sıfat mahbubiyetinin kemâlatının zuhuru, İbrahim (aleyhisselam) efendimizin zatındadır.

Salikin seyri önce, dostluk makamı olan İbrahimî hakikatte bir sıfat kemalatında olur. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, İbrahimî hakikatin menşei olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyyeye gelir.” Bu makam, makamların en nurlusu ve bereketleri çok olanıdır. Bu makamda peygamberler Halil İbrahim (aleyhisselam) efendimize tabidirler. Peygamberimiz (aleyhisselam)’a emredildiği gibi… “Allah’ı birleyerek İbrahim’in yoluna uy” (16. Nahl Suresi, 123. Ayet) Bu sebeple Peygamber efendimiz (aleyhisselam) salavat ve berekatda “Kemâ” lafzıyla ona benzetildi. Ümmeti namazda ve namaz dışında şu salavatı okumakla emrolundu:

“Allah’ım İbrahim efendimize ve İbrahim efendimizin aline Salat eylediğin gibi, Muhammed efendimize ve Muhammed efendimizin âline de salat eyle. Sen hamde layık ve şanı yüce olansın. Allah’ım İbrahim efendimizi ve İbrahim efendimizin alini mübarek kıldığın gibi, Muhammed efendimizi ve Muhammed efendimizin âlini de mübarek kıl! Sen hamde layık ve şanı yüce olansın.”

Bu emir ve benzetmeden bu makamın bereketi anlaşılır. Mezkur salatı çok okumak bu makamda terakkiye sebeptir. Bu ve bundan sonraki makamlarda salatın adedini üç bin olarak belirlediler. Bundan fazla okunursa daha güzel olur.

Salik bu makamda özel ünsiyet ve Hak Subhanehu’nun Zatına mahsusu hulus ile hususileşir. Hakiki vahdet noktası diye tabir olunan zahiri sıfat mahbubiyeti ve benzerleri salike gözükür.

Hak Subhanehu’nun zatıyla tam bir ihlas ve nisbet-i hanifiyye bu makamın özelliklerindendir.

Salikin teveccühünün Hak Subhanehu’dan başkasına olamaması bu makamın hallerinin eserlerindendir. Bu hal İbrahim (aleyhisselam) efendimize mahsus olan dostluk makamının gereğidir. Kur’an-ı Kerim’de İbrahim (aleyhisselam)’ın sözü olarak şöyle buyrulduğu gibi:

“Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim.” (6. En’am Suresi, 79. Ayet)

Bu ihlasın ve hususi ünsiyetin manasıdır.

Bu makamdan sonra salikin seyri, sırf muhibbiyet diye ifade edilen Musevî hakikattedir. Burada şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, Musevi hakikatın menşei olan ve sevilen Zat’tan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

Tam bir kuvvet ve Zat’ın nefsine muhabbetiyle acaib bir keyfiyet ortaya çıkar. Zatî muhabbetin varlığıyla beraber istiğna şanı da gözükür. İşte bu edep sınırını aşan kimsenin sözünün sırrıdır. Ayet-i kerimede Musa (aleyhisselam) efendimizin sözü şöyle nakledilmiştir:

“…İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helak mı edeceksin? Bu (iş) senin imtihanından başka bir şey değildir…” (7. Araf Suresi, 155. Ayet)

Musevî hakikatın menşei sırf muhabbet olunca Musa Kelimullah efendimiz, aşkının galebesinden ve şevkinin kemâlinden dolayı rü’yeti talep etti. Şöyle demeğe mecbur kaldı:

“Rabbim, bana (kendini) göster, sana bakayım” (7. Araf Suresi, 143. Ayet)

“Allah’ım efendimiz Muhammed’e, tüm nebi ve rasullere, hususen kelîmin Musa’ya salat eyle” salatını tekrar etmek bu makamda terakkinin sebebidir.

Bu makamın üzerinde hakikat-ı Muhammediye’den ibaret olan (sahibine salatu selam olsun) hakikatlerin hakikatı mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, muhib ve zatından dolayı mahbub olan, hakikat-ı Muhammediye’nin menşei Zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

Muhammed ismi şerifindeki iki “mim” harfi muhibbiyet ve mahbubiyete işaret eder. Bu mukaddes mertebede fena ve beka hususi bir surette ortaya çıkar. Seyyidü’l-mürselin efendimizle (aleyhisselam) hususi ittihad müyesser olur. Yine bu makamda evliyanın büyüklerinin söylediği tavassutun kaldırılmasının manası zahir olur. Tabi olan, kendisine tabi olunana benzer. Sanki tabiilik ismi ortadan kalkmış olur. Tabi olan kimse, kendisine tabi olunan gibi “asıldan aldığını zanneder. Aynı kaynaktan içerler, aynı yerden nasiblenirler. Bu hallerin varid olmasıyla beraber, salike Peygamber efendimiz (aleyhisselam)’la beraber özel bir muhabbet hasıl olur. Müceddid İmam’ın (k.s.) “Ben Allah’u Teala’yı seviyorum. Çünkü O, Muhammed (aleyhisselam)’ın Rabbidir” sözünün manası zahir olur.

Dinî ve dünyevî bütün işlerde; hatta tüm hal, söz ve fiillerde peygamber (aleyhisselam)’a ittiba etmenin salik için rağbet edilen ve istenilen bir şey olması bu makamın özelliklerindendir.

Hakikat-ı Muhammediye’nin birinci zuhur ve hakikatların hakikatı olduğu biliniyor. Şöyle ki; hakikat-ı Muhammediye, enbiya-i kiram ve melaike-i izamın hakikatlerinin aslıdır. Onlarsa gölgeleridir.

Bu mukaddes mertebeden sonra hakikat-ı Ahmediye mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, hakikat-ı Ahmediye’nin menşei ve zatı sebebiyle mahbub olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

Bu yüce makamda nisbetin ululuğu ve nurların vürudunun çokluğu tüm berraklığıyla zahir olur. Yine bu makamda salike muamelatın hususiyetlerinden, gizlemeye layık olan sırlar münkeşif olur. İfade etme sınırının dışında olan garip haller ve ilginç keyfiyetler varid olur.

Kemal-i iltifatdan ibaret olan zatî mahbubiyet, sıfat mahbubiyeti dostluğu makamında zahir olanın aksine, sıfatlardan nazarı kesmekle beraber Zat’a mahsus mahbub muhabbeti inkişaf eder. Çünkü bu mertebede zatî mahbubiyet, yanında sıfat mahbubiyetinin heba olduğu, zatî mahbubiyet haysiyetiyle parlar. Muhibbe aşkın galebisini mucib olur. Bu iş, hakikatte zevke bağlıdır. Zevki olmayanın bu hakikatten hazzı olmaz.

“Allah’ım Muhammed efendimize, âline, ashabına malumatın adedince salat ve selam eyle ve mübarek kıl” salatını tekrar etmek bu makamda terakkiye sebeptir.

Müceddid İmam (k.s.) bu makam hakkında şöyle diyor: Peygamberimiz (aleyhisselam) iki isimle isimlendirilmiştir ve bu isimlerin her ikisi de Kur’an’da zikredilmiştir. “Muhammedü’r-resulullah” (48. Fetih Suresi, 29. Ayet) “İsmühû Ahmed” (61. Saf Suresi, 6. Ayet) iki isimden herbiri için başlı başına bir velayet vardır.

Velayet-i Muhammediye her ne kadar, hazreti peygamberin mahbubiyeti makamından neş’et etmiş olsa da, onda “sırf mahbubiyet” yoktur. Bilakis muhibbiyetden bir şeyle imtizac etmiştir. Bu imtizac, asaleten olmasa bile sırf mahbubiyete manidir.

Velayet-i Ahmediye’ye gelince; O, muhibbiyet katkısı olmaksızın, sırf mahbubiyetden neş’et etmiştir. Bu velayet, matluba diğer velayetden bir merhale daha yakın ve muhibbin nazarında daha rağbetlidir. Bu sebeple, mahbubiyetinde tam olan her mahbubun istiğnası mükemmel, iltifatsızlığı daha çok olur…

Subhanallah, “Ahmed” ilginç bir isimdir. Mukaddes “ehad” kelimesi ve ilahî sırların gizliliklerinden olan “mim” harfinin halkasından mürekkeptir. Onun misal aleminde ifadesi ancak “mim” halkasıyla olmuştur. İmkan olsaydı onunla Hak Subhanehu ifade edilirdi. “Ehad”a gelince; o ortağı olmayan “Ehad”dır.

“Mim” halkası, kulun Mevla’dan ayrıldığı, ubudiyyet çemberidir. Kul, mim halkasıdır. “Ehad” lafzı ise Ahmed’i ta’zim için varid olmuştur ve peygamber (aleyhisselam)’a özel olduğunu izhar etmiştir.

Eğer, “meşayihin isbat ettikleri ve velayeti irtibatlandırdıkları fena ve bekanın manası ve taayyun-i Muhammedi’nin açıklanmasında zikredilen fena ve bekanın manası nedir?” denilirse; şöyle cevap veririz: “Velayeti irtibatlandırdıkları fena ve beka şuhudidir. Zeval fenası olursa bu nazar itibariyledir. Sebat bekası olduğunda da böyledir. Çünkü orada, beşerî sıfatların örtülmesi vardır, zevali değil. Bu taayyunun fenası ise böyle değildir. Bilakis burada beşerî sıfatların vücudî zevali tahakkuk eder. Beka canibinde cesedin ruhla beraber ayrılması sabit olur. Kul, Hak olmasa ve ubudiyetten çıkmasa da zatıyla beraber olduğundan dolayı Hakk’a çok yakın olur. Kendi zatından da uzaklaşır ve ondan beşerî hükümler sıyrılır.”

Müceddid İmam (k.s) gibi diğer tarikat büyükleri de şöyle yazdılar: “Kabe’nin hakikatı aynen hakikat-ı Ahmediye’dir.” Bu söz görünüşte anlayıştan uzaktır. Çünkü Kabe’nin hakikatı, ilahî hakikatlardandır, hakikat-ı Ahmediye ise peygamberlerin hakikatlerindendir. Onlardan herbiri için kendi başına ilimler, marifetler ve hususiyetler vardır. İttihadları nasıl mümkün olabilir?

Bu sözün manası Şeyh Muhammed Masum’un yazdığından anlaşılır ki o şöyle diyor: “Şeyhimiz Müceddid İmam (k.s.) hakikat-ı Muhammediye’nin, takdis ve tenzih aleminden peygamber efendimizin iniş makamlarının nihayeti olduğunu yazdı. Hakikat-ı Kabe ise, Kabe’nin uruc makamlarının nihayetidir. O, tenzih mertebesinde hakikat-ı Muhammediye basamaklarında ilk derecedir. Peygamber (aleyhisselam)’ın uruclarına Hak Subhanehu ve kendisinden başka kimse muttali olmadı. Hz. Peygamber, Ahmed ve Muhammed isimleriyle isimlendirilmiştir ve bu isimlerden herbirinin başlı başına bir velayeti vardır.

Vücud-i unsurî[26] ve zulmanî alemi[27] irşadı itibariyle ismi Muhammed’dir. (Sallallahu aleyhi ve sellem) Bu ismin velayeti, bu süfli alemin terbiyesiyle münasebeti olan ilahî isimden neş’et etmiştir. Hakikat-ı Muhammediye denilen budur. Ervah alemi ve melekut alemi için merhub olan vücudu ruhanî itibariylede ismi Ahmed’dir (aleyhisselatü ve’s-selam)

Peygamber (aleyhisselam) vücudî unsuriden önce bu vücutla (vücud-i ruhani) mevcuttu. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi. “Adem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim.”[28] Bu ismin velayeti hakikat-ı Muhammediye’nin mebdei ve aslı olan “şan-ı cami’den neş’et etmiştir. Onun da nuranî alemin terbiyesiyle münasebeti vardır ve hakikat-ı Ahmediye diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde Rabbani Kabe’nin hakikatı diye de ifade edilmiştir.

Neş’et-i unsuriye tealluk eden nübüvvete gelince o tek hakikata mahsus değildir. Bilakis iki hakikat itibariyledir. Mürebbisi (aleyhisselam) şan-ı cami ve bu şanın da mebdeidir. Bunun için bu mertebenin daveti, önceki davetden daha mükemmel oldu. Çünkü o, ruhanî ve emir alemine mahsustur. Bu ise halk ve emir alemlerine şamildir.

Peygamber (aleyhisselam)’ın hakikatlerinden her biri ismi şerifleri itibariyle, kendisi için tabi bir mekan yerindedir.

Hz. Peygamberin iki hakikatın üzerindeki urucları beyan edilme ve açıklayabilme kabiliyetinin dışındadır. Onların nihayetlerini ancak “Allamu’l-ğuyub” bilebilir. Lütuf ve ıstıfa ekseni buna dayanır.

Bu tahkikten, Kabe’nin hakikatinin, Hz. Peygamber (aleyhisselam)’ın cismanî, ruhanî, emir alemi ve halk aleminin kemalâtlarını toplayan hakikat-ı camiasından bir cüz olduğu ortaya çıktı. Yine Hz. Peygamber (aleyhisselam)’ın bazı kemalâtının diğer bazısından üstünlüğü de anlaşılmış oldu.

SIRF SEVGİ DAİRESİ

Bu mertebenin üzerinde “sırf sevgi” mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: “Feyiz, sırf sevginin menşei olan Zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

Mutlak Zat hazretlerine yakınlığından dolayı, nisbetin misalinin olmaması bu makamın hususiyetlerindendir. Bu makamda taayyun da yoktur. Çünkü Mutlak zat hazretleri mertebesinden sonra çıkan ilk taayyün, sevgidir. Ve o sevgi, mümkinatın zuhuru, mahlukatın yaratılması için sebeptir. Hadis-i kudsîde varid olduğu gibi, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim ve bilmeyim diye mahlukatı yarattım”[29]

Müceddid İmam (k.s.) şöyle diyor: “İlahi gizlilikler hazinesinden zahir olan ilk şey, mahlukatın yaratılmasına sebep olan sevgidir. Şayet sevgi olmasaydı alem mahza yokluk olurdu. Buradan Hz. Peygamber hakkında varid olan şu kudsi hadislerin manası da anlaşılmış olur: “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.”[30] “Sen olmasaydın rububiyeti izhar etmezdim.”[31]

Bu makam öncekilerin ve sonra gelenlerin efendisi (aleyhisselam)’a mahsustur. Peygamberlerin hakikatlerinden bu makamda ona kimsenin ortaklığı yoktur.

Hakikatte bu yüce mertebe hakikat-ı Ahmediye mertebesidir. Ondan önce olan ise bu mertebenin gölgesidir.

LA-TAAYYUN DAİRESİ

Bu mertebeden sonra, la-taayyun,[32] hazreti itlak ve zat-ı baht mertebesi vardır. Burada kademin mecali yoktur. Bilakis nazarî seyir vaki olur.

Allahu Teala’nın zatının mertebesinin nihayeti yoktur.

Kasır nazar hayret makamında olur. Bu makam da öncekilerin ve sonrakilerin efendisi (aleyhisselam)’a mahsustur. Bu makamda da şu hayal ile murakabe yaparlar: “Feyiz, taayyunatdan münezzeh ve beri olan zat’dan hey’et-i vahdaniyeye gelir.”

İşte bunlar, beşinci sırda kısaca yazdığımız makamlardır. Allah Subhanehu Müceddid İmam’ı (k.s.) zikredilen bu makamları keşfetmekle hususi kıldı ve onu bu yeni tarikatla seçkinleştirdi. “Bu, Allah’ın, dilediğine vereceği lütfudur. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (62. Cuma Suresi, 4. Ayet)

Müceddid İmam (k.s.)bu makamların feyizlerinden şerefli evlat ve halifelerine akıttı. Onların vasıtasıyla da, sayı ve sınırın bilemediğimiz taliblerden birçoğu zikredilen bu makamların nisbeti ve hususiyetleriyle şereflendiler.

Bu fakiri, mezkur makamların nisbetiyle, rasih alimlerin umdesi arif velilerin imamı; Allah’a vasıl olan kamillerin önderi hilim ve temkin dağı; imamımız; efendimiz; dedemiz; Allah Teala’ya ulaştıran vesilemiz; Hazreti Şeyh Ahmed Said Nakşibendi Müceddidi Dehlevi ve Medenî (rah.a) ve alimlerin seçkini; velilerin zübdesi; kamil ariflerin tacı; saliklerin kalplerini nurlandıran; kutup, gavs;[33] efendimiz, mürşidimiz ve babamız Hz. Şeyh Abdurreşid Nakşibendî Müceddidi Devlevî ve Medenî (rah.a)dir. Allah Teala hazretleri, onların güzel kokularından bizi faydalandırsın, yardımlarıyla bizi desteklesin, yüce himmetlerini ve güçlü teveccühlerini sarfetmek suretiyle iki cihanda sırlarıyla bizi hususi kılsın.

Fakire istidadı ölçüsünce her makamdan nasib hasıl oldu. Aslına bakılırsa fakirin, haz almak şöyle dursun bu yüce makamları telaffuz etmesi bile uygun olmaz. Fakat, her vakit ve lahzada, peygamber (aleyhisselam) ve tüm büyük meşayihi, keremli babalarını vesile edinerek Allah’ın fazıl ve bereketinden ümitli olmaya devam etti. Bu fakir, evlatları ve arkadaşları hususi nisbetle bu makamlardan bol hazla müşerref oldular. Tarikat şeyhleri, özellikle de yukarıda bahsedilen iki şeyhin nazarlarını, hakir nefsine saçtıklarını gördü. Dili bunun şükrünü eda etmekten acizdir.

TENBİH: Salikin, üç kemalat, ilahî hakikatler ve peygamberlerin hakikatleri nisbetleriyle muttasıf olması bu zamanda, son derece şaşılacak şeydir. Ancak bu makamların isimlerini öğrenmek kalmıştır. Çünkü bu makamların nisbetinin bizim gibilere husulü imkansızlığa yakındır.

Şeyhin, salikleri; hallerinin ve hususiyetlerin tahakkukunu ve  batınlarındaki eser ve alametlerin zuhurunu bilmeden, bu mertebelerin nisbetinin husulüyle müjdelemesi uygun değildir. Çünkü bu hareket, tarikat şeyhlerinin amellerine aykırıdır. Hatta tarikata ihanet sebebidir.

Şeyhlerin; “halleri bilmek zaruri değildir” diye yazmalarından maksad; saliklerin hallerinin tafsilatını bilmek ve onların durumları keşfetmektir. Yoksa, cezbe, hataratın azlığı, Allahu Teala’ya teveccühün devamı yani huzur, fena ve bekanın devamı mertebesi, kemâlat nisbetinin mülevven olmaması, batınî vüsat, peygamberlerin hakikatleri ve ilahi hakikatlerin tecellilerinin çok olması gibi varidat ve hallerin huzuru konusunda bilgileri olmadığında, salikleri müjdelemeleri muteber olmaz. Bahsettiğimiz haller idrak edilmediğinde, müjdelerin manası ve faydası da yoktur.

Zamanımızda saliklerde zevk ve şevkin bulunması “Anka”[34] gibidir. Şeriat hükümlerini yerine getirmek, sünnete tabi olmak, bidatlerden kaçınmak, Nakşibendiye makamları nisbetinin husulü- yani fena ve beka mertebeleri- kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi yine ganimettir. Nerede kaldı, Müceddiye mahsus makamlar nisbetinin husulü, hatta onlarla münasebet bile. Bunlar muhal kabilinden şeylerdir. Taliblerin önce, asıl olan Nakşibendiye nisbetinin tahsili için çalışmaları gerekir. Müceddidiye nisbeti onun fer’idir. Asıl sağlam ve mazbut olursa, fer’de öyle olur.

 

[1] Taayyun: Müşahhas hale gelme, birbirinden seçilme, ayırd edilme, ayn olarak ortaya çıkma. Sufilere göre Hakk’ın zatında herşey vardır, ama belirsiz olarak vardır. Şeyhlerin ondan zuhur ve tecelli yoluyla çıkışları bir taayyun (belirme) şeklinde kendini gösterir.

[2] Hadisin aslını sahih hadis mecmualarında bulamadım (Çev.)

*   (Ateşle kar, meleklerin bünyelerini anlatmak için mecaz anlamda kullanılmıştır.)

[3] Yakin: a-) Delille değil, iman gücüyle apaçık olarak görme. B-) Saf kalple gaybı temaşa, fikri muhafaza ile sırrı mülahaza etmek. c-) Bir şeyin hakikatı konusunda kalbin doyum halinde olması. D-) her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp tasdik edilen gaybın hakikatine ermek.

[4] Sekinet: Gaybın ve manevî feyzin gelişi esnasında kalbin bulduğu itminan ve huzur hali. Sekinet nebi ve velilerin kalplerine iner.

[5] Tumaninet: Nefsin, sükun, emniyet, huzur ve istikrar halinde olması. Ünsün verdiği rahatlıktan kaynaklanan nefsin kendini tam emniyette hissetmesi hali.

[6] Buhari, İman, 1; Müslim, İman, 22; Nesei, İman, 13; Tirmizî; İman, 3.

[7] Vecd-tevacüd: Vecd, kulun herhangi bir kasdı ve çabası olmadan onun kalbine tesadüf eden şey (ilham, his, feyiz)dir. Tevacüd ise salikin bilerek ve isteyerek vecde gelmesi, daha doğrusu vecde gelmek için çabalaması, vecde gelmiş gibi bir tavır takınması ve vecd halini taklit etmesidir.

[8] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[9] Nesei, Işretü’n-nisa, 1, Hd. No. 3939.

[10] Kutub-kutb: a-) En büyük veli b-) Her zaman âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi c-) Kutub alemin ruhu, alemde onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder.

[11] Evtad: Biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan döt büyük veli. Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığıyla korur. Bu dört veli sırasıyla Abdulhay, Abdulalim, Abdulmürid ve Abdulkadir isimlerini alırlar.

[12] Abdal: Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal kırkı Şam’da, otuzu diğer memleketlerde olmak üzere yetmiş kişidir.

[13] Buhari, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Ebu Davud, Edeb, 122; Tirmizi, Zühd, 50.

[14] Müle’ven: Renkli. Tasavvufta renk ve renksizlik deyimleri çok kullanılır. Nakşibendilere göre zikirle meşgul olan salikin kalbinde sırayla kızıl, sarı, beyaz, yeşil ve mavi renkte nurlar zuhur eder. Renksizlik veya tek renklilik ise vahdet aleminden ibarettir.

[15] Şecere-i Museviyye: Hz. Musa (a.s.)’ın onun bulunduğu taraftan “Ben Allahım” sesini işittiği ağaç.

[16] Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 57.

[17] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[18] “Kulun Rabbine en yakın olduğu vakit secdedir” Müslim, Salat, 215; Ebu Davud, Salat, 152.

[19] Ebu Davud, Edeb, 78, Hd. No. 4985.

[20] Nesei, Işretü’n-nisa, 1, Hd. No. 3939.

[21] Üns (Ünsiyet): Reca ve bast halinin üstünde ve onlardan daha güçlü bir neşe hali. Üns makamında bulanan salik ateşe atılsa veya kılıçla yüzüne vurulsa, yaşadığı derin ruhî hazlar sebebiyle bunu hissetmez.

[22] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[23] Tirmizî, Emsal, 6, Hd. No: 2873

[24] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[25] Muhibbiyet -mahbubiyet: Muhibbiyet, seven olma; mahbubiyet ise sevilen olma. İster sevsinler ister sevmesinler herkesin hakiki mahbubu Allah’tır.

[26] Vücud-i unsurî: Cismanî ve maddî alemden olan vücud.

[27] Zulmanî alem: Süfli alem. Cismani ve maddi alem. Ayn ve arazlar toplamı olan alem. Unsurlar alemi. Kevn ve fesat alemi.

[28] Acluni, Keşfü’l-hafa, c.2, sh. 173.

(Acluni, bu lafızlarla hadisin sahih olmadığını söyler.)

[29] “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmemi istedim ve bilineyim diye mahlukatı yarattım.”

Acluni, Keşfü’l-Hafa, c.2, sh. 173, Hd. No: 2016.

(İbni Teymiye, “Bu söz Peygamber (a.s.)’ın sözlerinden değildir, sahih ya da zayıf bir senedi bilinmiyor” der. Zerkeşî, Hafız İbni Hacer ve Süyuti aynı kanaattedirler. Aliyyü’l-kari, “Manası sahihtir ve “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (51. Zariyat Suresi, 56. Ayet) ayet-i kerimesinin muhtevasına uygundur” der. Bu söz sufiler arasında meşhurdur ve usullerini bu söz üzerine bina etmişlerdir.)

Bu hadis hakkında mukaddislerin kanaati genel olarak Acluni’nin yukarıdaki değerlendirmesi gibidir. Mutasavvıfların değerlendirmelerini ise İsmail Hakkı Bursevi’nin “Kenz-i mahfi” adlı eserinden aynen aktarıyoruz:

“Bir hadis-i kudsi de şöyle buyruldu: “Ben, gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı, bilinmem için yarattım.”

Muhyiddin Arabi hazretleri Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde bu hadis-i şerif için şöyle buyurur: “Bu hadis keşfen sahih; fakat naklen sabit değildir.”

İmam Suyuti hazretleri ise, Dürer-i Münteşire adlı eserinde şöyle demiştir: “Bu hadis asılsızdır.”

Bu mevzuda bizim fikrimiz de şudur: Keşif ehline göre bu sahih olmasın. Zira keşif ehli olanlar, bizzat hazreti Peygamber (s.a.v.) efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yoluyla rivayet ederler… Keşif itibariyle sahih olan bir şey, nakil yoluyla gelenden daha sahihtir. Zira keşif halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir açıklık ve hakk’l-yakin hali vardır.” (İsmail Hakkı Bursevi, Kenz-i Mehfi, sh. 10-11, İstanbul, 1980)

[30] Acluni, Keşfü’l-Hafa, c.2, s.214, Hd. No: 2123.

[31] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[32] La-taayyun: Allah’ın saf ve halis zatı. )La taayyun, hazreti, itlak ve zat-ı baht aynı manayı ifade etmektedir. Yani bu üç terimle Allahu Teala’nın halis zatı kasdolunur.

[33] Gavs: Kendisine sığınıldığı zaman kutba gavs denir. Sufiler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman “Yetiş ya Gavs” “Meded ya Gavs!” “İmdat ya Pir!” diye feryat eder ve kutbun manevi himayesine iltica ederler. Gavs-ı a’zam: En ulu Gavs. Bunu kutb-i ekber de denir. Hz. Peygamberin batınından ibarettir. Veliliğin en yüce mertebesi budur.

[34] Anka: İsmi var cismi yok efsanevî bir kuştur. Kaf dağında yaşar. Tüyleri renkli ve süslü, yüzü insan yüzüne benzer, boynu gayet uzun, her hayvanın bir alametine sahip, çok büyük.

ES-SEB’U’L-ESRAR FÎ-MEDARİCİ’L-AHYAR

     Burhan İŞLİYEN

 

ALTINCI SIR: NAKŞİBENDİ TARİKATINDA ISTILAH OLAN LAFIZLARIN AÇIKLAMASI HAKKINDADIR.

Bil ki, bu yüce tarikat; tarikat, hakikat ve şeriat önderi, bidayette nihayeti kateden, velayet ve marifet dairesinin merkezi, muhakkiklerin kutbu, nebî ve rasullerin varisi, Şah-ı Nakşibend diye meşhur olan Hazreti Hace Bahauddin  Muhammed b. Muhammed Buhari hazretlerine mensubtur. (Allah ondan razı olsun ve onu en hayırlı mükafatlarla mükafatlandırsın. Ve bizi onun berekât ve kemâlatından feyizlendirsin.) O, büyük insanlardandır. Şerefli nesebi, şehitlerin efendisi, Hz. Hüseyin efendimize varır. Doğumu, h. 708 yılının Muharrem ayında, vefatı ise h. 791 yılının Rebiülevvel ayının Pazartesi gecesinde vuku bulmuştur.

Bil ki, kıymetli Müceddidiye tarikatı yüce Nakşibendiyeye tarikatının esasları üzerine kurulmuştur. Bu esaslar da; vukufu kalbî, feyiz kaynağına daimî teveccüh, kalbi havatırdan korumak, iktida edilen şeyhin sohbetini iltizam ve devamlı zikirden ibarettir.

Birinci sırda zikrin kısımlarını anlatmıştık. Şimdide Nakşibendiye tarikatının temelini oluşturan ve bu tarikatın müntesiplerinin amel etmesi gereken bazı terimleri beyan edeceğiz. Bunlar da Şeyh Abdulhalik Gucduvani hazretlerinden nakledilen 8 terimdir:

  1. Hûş der dem  2. Nazar ber-kadem  3. Sefer der-vatan  4. Halvet der-encümen  5. Yad kerd  6. Bâz geşt  7. Nigah daşt  8. Yad daşt.

Bahauddin Nakşibend hazretlerinden nakledilen 3 terim de şunlardır: 1. Vukuf-i zemani  2. Vukuf-i kalbî  3. Vukuf-i adedî

Şimdi bunların açıklamasına geçelim.

  1. Hûş Der Dem: Salikin daima, nefsinin zikir ile meşgul olup olmadığını murakebe edip gözetmesinden ibarettir. Bu murakabe ve düşüce, saliki, basamak basamak, huzurun devamına ulaştırır. Bu, yolun başındaki salik için faydalı ve gerekli olan bir şeydir. O, daima nefsini kontrol etmeli, Hakk’ın zikrinden gaflete düşmesine engel olmaya çalışmalıdır. Eğer gaflet zuhur etmişse hemen istiğfar etmeli ve onu terke azmetmelidir. Hak Teala ile devamlı huzur hasıl oluncaya kadar böyle yapmalıdır.

Hace Bahauddin Nakşibend hazretlerinin “Huş der-dem” teriminden çıkardığı vukuf-u zemani’nin manası budur.

Çünkü yolun ortasında olan salik, ilmin ilmi yönüne teveccühünü bozar ve ona bu teveccühün bilgisi Hakk’ın zikrine mani olmayıncaya kadar, Allah’a teveccüh ve istiğrak[1] layık olmaz.

“İlmin ilmi”nin manası: İlim anlayıştan ibarettir. Yani, salik her an nefsinin Hakk’ın zikrinden gafil olmadığını anlar.

Bu hayal ve nefsinin Hak Subhanehu’nun zikrinden gafil olmadığına dair işin ilmi (bilgisi), Hakk’ın zikrine mani olmayan bir şekilde olur.

  1. Nazar Ber Kadem: Salikin yürürken ayaklarından öteye, otururken de sağ ve soluna bakmamamasından ibarettir. Çünkü edebi terketmek büyük bir fesadı mucib olup, maksudun husulüne manidir. Bu şekilde kendisini insanların (boş) sözlerinden, kıssa ve hikayeleri dinlemekten koruyabilir. Bu mânâ müptedinin haline uygundur.

Müntehi’nin batın hallerinde, hangi peygamberin izi üzere olduğunu düşünmesi gerekir. Tabi olduğu peygamberi tanıdığı zaman, şüphesiz ki hal ve hareketleri o peygambere benzeyecektir. Bunun geniş izahını birinci sırda yapmıştık.

  1. Sefer Der Vatan: Bu, salikin, çirkin beşerî sıfatlardan sıyrılıp meleklerin güzel sıfatlarına intikal etmesinden ibarettir. Salik şunu düşünmelidir: Hak’dan başkasının sevgisi onda baki olmaz. Kendisinde böyle bir şey hissederse tevbe eder, bu sevginin bir put olduğunu anlar ve bunu “La = Hayır” kelimesiyle reddeder. “İllallah” ile de sadece Hakk’ın sevgisinin var olduğunu haykırır. Aynı şekilde şunu düşünmelidir: Herhangi bir kimseye karşı kin ve düşmanlık gibi bir sıfat kendisinde var mıdır? Kalbinde böyle bir şeyin varlığını hissederse, bunu kelime-i tayyibeyi tekrar ederek defeder.

4.Halvet Der Encümen: Bu, saliklerin kalbinin; yerken, içerken, konuşurken, yürürken, otururken, ayakta dururken yani her zaman Hak Teala hazretleriyle meşgul olmasından ibarettir.

Sufîlerin “Sufi zahiren halkla beraber, hakikatte ise halktan uzak ve Allah iledir” sözleri de bunu ifade eder.

“Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı erkekler (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.”(24. Nur Suresi, 37. Ayet) ayet-i kerimesi, Hace Bahauddin Nakşibend hazretlerinin söylediği gibi, bu duruma işaret eder.

Bu tarikatın müntesipleri kendilerini fakir ve miskin gösteren elbiseleri giymemelidir. Çünkü bunun riya ve gösterişe sebep olma ihtimali vardır. Bu tarikatta güzel kabul edilen, alim ve salihlerin libası üzere daima Hakka müteveccih olmaktır.

  1. Yâd Kerd: Bu, Allah (c.c.)’u zikirden ibarettir. İster ism-i Zat (Allah), ister nefy’ü isbat (La ilahe illallah) zikri olsun. Nitekim bunun tafsili üçünsü sırda geçmişti. Hasılı zikir, fena ve bekayı mucib olup, kulu Allah’a ulaştırır. Allah’u Teala’nın buyurduğu gibi: “… Allah’ı çok zikredin ki, felah bulasınız.” (8. Enfal Suresi, 45. Ayet)
  2. Bâz Geşt: Bu, salikin zikir esnasında, yüzüncü defadan sonra tam bir huşu ile şu duayı okumasıdır.

“Ya Rabbi! Maksudum Sen’sin. Rızanı istiyorum. Dünya ve ahireti senin için terkettim. Bana sevgini, marifetini ve huzuruna ulaşmayı nasip eyle.”

Salikin Hak Teala’yı zikretmesinde bu dua en büyük şarttır. Bu duadan gafil olmaması ve zikrederken mutlaka bu duayı okuması gerekir. Çünkü bu dua çok faydalıdır.

  1. Nigah Daşt: Bu, havatır, nefsin isteklerini ve vesveseyi kalpten çıkarmaktan ibarettir. Salik uyanık olmalı; daha sonra defedemeyeceği şekilde kalbini havatırın sarmasına engel olmalıdır. Bu şekilde insan; kalbini diri, uyanık ve daim Allah’la beraber tutma kabiliyeti kazanır.
  2. Yâd Dâşt: Salikin hayal ve lafızları düşünmeden Allahu Teala’nın la-misali (benzersiz) olan sırf zatına teveccühünden ibarettir. Bu teveccüh de ancak tam fena ve kamil bekadan sonra hasıl olur.
  3. Vukuf-u zemani: Bunun manasını “Hûş der dem”in manasının içerisinde açıklamıştık.
  4. Vukuf-u Adedi: Bu da, salikin; nefy ve isbat zikrinde, teneffüs vaktinde tek sayısını (adedini) düşünmesinden ibarettir. Bunu üçüncü sırda anlatmıştık.
  5. Vukuf-u Kalbî: Bu, salikin; yeri sol göğsün altı olan kalbe teveccühünden ibarettir. Bu kalbin teveccühünün menfaatleri, Kadiri ve Çeşti tarikatlarındaki zikrî çarpıntıların menfaatleri gibidir.

Nakşibendiye Müceddidiye tarikatının şeyhlerinin; mühim bir iş için himmeti sarfetmek ve o işin şeyhlerin himmetlerini uygun şekilde zuhur etmesi  gibi ilginç ve az rastlanan tasarruflarının olduğu biliniyor.

Hastalıkların defedilmesi, günahkar kimsenin tevbeye muvaffak olması ve neticesi, muhabbet, ihlas, tazim olan, mahlukatın kalblerinde tasarruf da böyledir. (Yani meşayıhın tasarruflarındandır.)

Hayatlarında ve ölümlerinden sonra ehlullahın nisbetini (mertebesini) bilmek, mahlukatın hatırlarından geçen düşünceleri, gelecek olayları, nazil olan afetlerin defedilmesini bilmek ve bundan başka özellikler bu yüce tarikatın şeyhlerinin hususiyetlerindendir.

TEVECCÜH YOLU

Taliblere teveccüh etmenin yolu: şeyh önce, talibe ika (aktarmak) istediği nisbet (mertebe) de kendi zatına teveccüh eder. Sonra bu nisbeti talibe ika etmek için tam bir kuvvetle himmetini sarf eder. Allah Subhanehu’nun inayetiyle nisbet, istidatı ölçüsünde talibin batınına intikal eder. Eğer talib gaib olursa (şeyhin huzurunda bulunmazsa), şeyh talibin suretini tasavvur eder ve gaib olduğu halde ona teveccüh eder. Şeyh, aynı şekilde, mühim bir iş için himmetini sarf eder ve halli için Cenab-ı Hakk’a iltica eder. Allah’ın fazlıyla, matluba göre, maksut zahir olur. (Maksut, istenilmiş olması ölçüsünde ortaya çıkar.)

Ehlullah’ın nisbetini bilme yolu: (Ehlullah) hayatta ise önüne, vefat etmişse kabrinin yanına oturur, kendisini nisbetten hali kılar; ruhunu onun ruhuyla birleştirir (ittisal) sonra, kendi nefsini teveccüh eder. Bu durumda iken zahir olan keyfiyyet (ehlullahın) nisbetidir.

Mahlukatın havatırını (hatırlarından geçenleri) bilme yolu: Nefsini her şeyden hali kılar ve adamın nefsiyle ittisal eder. Bundan sonra ortaya çıkan şey havatırın aksetmesi (yansıması)dır.

Gelecek olayları bilmenin yolu: Gelecek olayları bilmeyi beklemeden, nefsini herşeyden hali kılar. Nefsi herşeyden kesildiğinde ve (gelecek olayları) bilmeyi istemek, susuzun su istemesi gibi olduğunda, işte o zaman nefsi melaike-i kiram’a katılır (lahik olur). Ve ona istenen olaylar gaybi hatıfdan, yakaza halinde ya da uykuda münkeşif olur.

İnen bela ve hastalıkları defetmenin yolu: Hastalık ya da belanın temsili suretini tasavvur eder. Ve onu defetmek için tam bir teveccühle güçlü himmetini sarf eder. Allah Subhanehu’nun yardımıyla bela veya hastalık gider.

[1] İstiğrak: İlahi sevginin istilası altında sevgiliyi temaşa ederken, salikin kendisi, maddî alem ve masiva hakkında, hiç bir his, idrak ve şuura sahip olmaması. Bu halde bulunana müstağrak denir.

YEDİNCİ SIR MÜRİTLERİN EDEPLERİNİN AÇIKLANMASI HAKKINDADIR.

İkinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.) müritlere gerekli olan edepler konusunda bir mektup yazmıştır. Bu tarikatın müridlerinin be edeplere riayet etmeleri gerekir. Nitekim efendim Hz. Şeyh Ahmed Said (k.s.), müritlerine bu mektuba göre amel etmelerini emrederdi. Sözkonusu mektup şudur.:

“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. O yüce Allah’a hamdolsun ki; bizleri peygamber terbiyesiyle terbiye etti. Ahlak-ı Mustafaviye ile bezedi. Ona ve âline en faziletli salat ve selam, en güzel tahiyyat..

Bil ki, bu tarikatın salikleri, şu iki şeyden hali değillerdir:

a-) Ya mürid[1] olmuşlardır.

b-) Ya da murad[2] olmuşlardır.

Eğer murad olmuşlarsa, ne saadet onlara. Bu hal onları, ihtiyarsız olarak, incizab ve muhabbet yoluyla en yüce talebe ulaştırır. Vasıtalı veya vasıtasız olarak lazım olan her edebi öğrenirler. Eğer kendilerinden bir zelle sudur ederse, hemen ayıktırılırlar. Onunla muahaze olunmazlar. Eğer zahirde bir şeye ihtiyaç duyarlarsa; kendilerinden bir gayret olmadan onun yolunu bulurlar. Hûlasa; ezelî inayet bu büyüklerin hallerini tekeffül eder. Sebepli veya sebepsiz olarak, elbette işleri husule gelir. Şu ayet-i kerimede buyurulduğu gibi. “…Allah dilediğini kendine seçer. ve (O’na) yöneleni kendisine iletir.” (42. Şura Suresi, 13. Ayet)

Eğer mürid iseler, kamil ve mükemmil bir şeyh olmadan, bunların işi zordur. Şeyhin de, cezbe ve süluk devleti ile müşerref, fena ve beka saadeti ile mesud, seyr-i ilallah, seyr-i fillah, seyr-i anillah billah, seyr-i fi’l-eşyai billah yolunu tamamlamış olması gerekir. Eğer cezbesi süluklandan önce ve muradların terbiyesiyle terbiye görmüşse böyle bir şeyh kibrit-i ahmerdir.[3] Onun kelamı deva, nazarı şifadır. Ölmüş kalplerin canlanması onun mübarek teveccühüne kalmıştır. Azgın nefsin tezkiyesi onun iltifatına bağlıdır. Böyle bir devletli bulunmadığı takdirde, meczub salik dahi bir ganimettir. Nakısların terbiyesi onun vasıtasıyla hasıl olur; onun vasıtasıyla fena ve beka devletine ulaşırlar.

Eğer talib, Yüce Sultan Hakk’ın inayetiyle anlatıldığı manada kamil ve mükemmil bir şeyhi bulur da ona kavuşursa onun varlığını ganimet bilmeli, tamamıyla bütün işlerini ona ısmarlamalı. Saadetin, onun rızasında; şekavetin de onun razısının hilafına olduğuna itikad etmelidir. Özetle, tüm arzusunu onun rızasına tabi kılmalıdır. Peygamber efendimiz (aleyhisselam) şöyle buyurmuşlardır: “Sizden biriniz, hevası (arzusu) benim getirdiğime uyuncaya kadar iman etmiş olamaz.”[4]

Bilesin ki, sohbet edepleri ve onun şartlarına riayet etmek bu tarikatın zaruretleri arasındadır. Faydalı olmak ve faydalanmak yolunun açık olabilmesi için bu gereklidir. Bunlar olmadan, sohbetin bir neticesi olmayacağı gibi, yapılan beraber oturmaların bir semeresi olmaz. Anlatılan sebepten dolayı, bazı edepleri ve zaruri olan şartları beyan edelim. Bunların akıl kulağı ile dinlenmesi gerekir.

Talibin, kalbini bütün cihetlerden alıp şeyhine teveccüh etmesi, şeyhi hayattayken onun izni olmadan nafilelerle ve zikirlerle meşgul olmaması gerekir. Onun huzurunda başkasına iltifat etmemeli, önünde bütünüyle kendisine teveccüh edip oturmalı, onun emri olmadan yanında zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Huzurunda, farzlardan ve sünnetlerden başka nafile namazlarla meşgul olmamalıdır.

Bu zamanın sultanından şöyle anlatıldı:

Veziri, yanında dururken, tesadüfen nazarı elbisesindeki açıklığa ilişmiş. Onu eliyle düzeltmiş. Bu haldeyken sultan onu görmüş ve onu kendisinden başkasına yönelmiş bulmuş. Azarlayarak şöyle demiş:

-“Bunu hazmedemem. Vezirim olduğun halde huzurumda bulunup benden başkasına iltifat edesin ve elbiseni düzeltmekle meşgul olursun.”

Şimdi düşünmek lâzım, bu düşük dünya işleri için böyle ince edeplere riayet gerekli olunca, yüce Allah’a vüsul vesilelerinde edeplere riayet etmek elbette daha fazla gereklidir. Hem de tam manası ile.

Mümkün olduğu kadar, gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşecek şekilde ayakta durmamalı. Onun namaz kıldığı yere ayağını koymamalı, abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Onun kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir. Onun huzurundayken bir başkasıyla konuşmamalıdır. Hatta başkasına teveccüh bile etmemelidir. Bulunduğu tarafa gıyabında da olsa, ayak uzatmamalıdır. O tarafa tükürmemelidir.

Şeyhinden her ne südur ederse onu doğru bilmelidir, isterse onu zahiren doğru görmemiş olsun. Zira o, yaptığını ilham ve izinle yapar. Böyle olunca da, itiraza mecal kalmaz. Bazı suretlerde, onun ilhamına hata düşse dahi, ilham işindeki hata, ictihaddaki hata gibidir. Onda ayıplama ve itiraza yer yoktur.

Şeyhine muhabbetinin müridin özünde hasıl olması gerekir. Zira mahbubtan ne zuhur ederse, muhibbin nazarında sevimlidir. Onda itiraza yer yoktur.

Mürid, küllî ve cüz’î işlerde şeyhine iktida etmelidir. Yemekte, içmekte, giyim işinde, taat işinde. Hiç değişmez. Müridin, şeyhin eda tarzında namazını kılması, fıkhı onun amelinden alması gerekir. Şeyhinin harekatına ve sekenâtına, nefsinde hiçbir itiraz yeri asla bırakmamalıdır. Eğer itiraz bir hardal tanesi kadar olsa, bu itirazın mehrumiyetten başa bir neticesi olmaz.

İnsanların en şakisi ve saadetten en uzak olanları, bu evliya taifesini ayıplı görenlerdir. Bu gibi büyük belalardan Allahu teala bizi korusun.

Bir mürid, şeyhinden kerametler ve harika işler talep etmemelidir. İsterse bu talep gönlünden geçsin veya vesvese yoluyla olsun. Sen hiç işittin mi ki, bir mü’min peygamberinden mucize talep etsin. Bu talebi ancak kafirler ve inkar ehli yapar.

Müridin hatırına bir şey geldiği zaman, ara vermeden onu hemen şeyhine arz etmelidir. Şayet o durumu çözülmezse kusuru kendi nefsinden bilmelidir. Hiçbir şekilde noksanlığın şeyhinin tarafına dönmesine yol vermemelidir.

Eğer başına bir olay gelir ve rüya görürse, onu gizlemeden şeyhine anlatmalıdır. Rüyanın tabirini ondan talep etmelidir. Tabirden dolayı kendisine inkişaf eden durumu da ona arzetmeli ve doğrusunu yanlışından ayırmayı ondan istemelidir. Bu hususta asla kendi keşfine itimat etmemelidir. Zira bu alemde hak, batılla karışık durumdadır. Doğru da hata ile karışıktır. Zaruretler hariç, şeyhin izni olmadan şeyhinden ayrılmamalıdır. Çünkü, bir başkasını tercih etmek ve başkasını ondan faziletli görmek, müridliğe aykırıdır.

Sesini şeyhinin sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Onunla konuşurken, sesini ondan yüksek tutmamalıdır. Zira, bu gibi şeyler edep dışı hareketlerdir.

Gelen her türlü feyiz ve fütuhatın şeyhinin vasıtasıyla geldiğine inanmalıdır. Şayet rüyasında, başka meşayihten kendisine feyiz geldiğini görürse, bunu da şeyhinden bilmeli, görmelidir.

Şunun bilinmesi gerekir ki; müridin şeyhi kemalatı ve füyuzatı cami olduğundan, kendisinin özel istidadına münasip bir şekilde feyiz ulaşır. Demek istediğim, feyiz verme suretinin şeyhte zuhur edeceğidir. Çünkü, şeyhinin latifelerinden bir latifenin, o feyizle münasebeti vardır. O (latife) şeyhin suretinde zuhur eder. Mürid de o latifeyi iptila yollu şeyh olarak ve şeyhten geldiğini zanneder. İşte bu büyük bir yanılmadır.

Allahu Teala bizi, ayakların kaymasından korusun. Şeyhin itikadı ve muhabbeti üzerine istikamet nasib eylesin. Seyyidü’l-beşer hürmetine (Ona ve âline salatu selam olsun.)

Hülasa, “tarikat tümden edeptir” darb-ı meseli meşhurdur. Edeplerden sıyrılan kimse, yüce Allah’a vasıl olamaz.

Şayet mürid bazı edeplere riayette kendini kusurlu görürse, onların edasında layık-ı vechihe duramadığını, çalışmak suretiyle onların mesuliyetinden çıkamadığını anlarsa, onun bu kusurları affedilir. Lakin, mutlaka kusurun itiraf edilmesi gerekir.

Hem edeplere riayet edemediğini, hem de nefsini kusurlu saymazsa; böyle bir şeyden Allah’a sığınmak gerekir. Zira böyle bir kimse, o büyüklerin bereketlerinden mahrum kalır.

Evet, şeyhin teveccühü ve himmeti bereketiyle mürid, fena ve beka mertebesine ulaştığı zaman,kendisine ilham ve feraset yolu açılırsa (zuhur ederse); şeyhi de bunu kabul edip onu doğrular, kemaline ve ikmaline şehadet ederse; işte o zaman, ilhama dayalı olan bazı işlerde, müridin şeyhine muhalif davranması yerinde olur. O ilhamın gereği ile hareket edebilir. İsterse şeyh katında onun aksi tahakkuk etmiş olsun. Çünkü mürid, artık taklit bağından kurtulmuştur. Bu hali ile onun için taklit hatadır. Bilmez misin ki; ashab-ı kiram, bazı ictihada dayalı meselelerde ve kendisine nazil olmayan hükümlerde Rasulullah (aleyhisselam) Efendimizin reyine muhalefet etmişlerdir. Bazı kereler de doğru olan, ashab tarafından bulunmuştur. Bu mana ulu’l-elbab olan ilim erbabına gizli değildir.

Üstte anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki, kemal ve ikmal mertebesine ulaştıktan sonra, muhalefet caiz olup edep dışı hareketten de uzaktır. Belki de bu durumda edep muhalefet etmektir. Nitekim ashab-ı kiram mükemmel edep sahibi idiler. Rasulullah (aleyhisselam) efendimize saygısız bir harekette bulunmazlardı.

Bu manadan olarak, İmam Ebu Yusuf’un, ictihad mertebesine ulaştıktan sonra, Ebu Hanife’yi taklit etmesi hatadır. Doğru olan, kendi görüşüne tabi olmasıdır. Ebu Hanife’nin reyine değil İmam Ebu Yusuf’un, Ebu Hanife’yle altı ay Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusunda tartıştığı meşhurdur. Bunu bizzat İmam Ebu Yusuf anlatmıştır. Allah ona rahmet etsin.

“Sanatın tekmili, fikirlerin katılmasıyladır.” şeklindeki meşhur cümleyi duymuş olmalısın. Eğer sanat, bir fikir üzerinde kalıp dursa, onda bir ziyadelik ve yenilik olmaz. Sibeveyh’in zamanındaki nahiv ilmi, değişik görüşler ve ayrı ayrı fikirlerle aslının yüz misli daha artıp kemale ermiştir. Ancak, o ilmin binasını kuran, onun temelini atan Sibeveyh olduğundan fazilet onundur. Fazilet evvelkilerin ise de, kemal son gelenlerindir. Bu manada gelen şöyle bir hadis-i şerif vardır:

-“Ümmetim, yağmur gibidir. Evveli mi hayırlıdır; ahiri mi bilinmez.”[5]

BAZI MÜRİTLERİN ŞÜPHESİNİ GİDERMEK İÇİN TENBİH

Bil ki, müritler “şeyh öldürür ve diriltir.” demişlerdir. Öldürmek ve diriltmek, şeyhlik makamının ayrılmaz parçaları arasındadır. Burada diriltmekten murat; ruhun diriltilmesidir, cismin değil. Öldürmekten murat ise; ruhun öldürülmesidir, cismin değil.

Hayattan ve ölümden murat; fena ve bekadır. Bu ikisi, velayet ve kemal makamına ulaştırır. Kendisine uyulan şeyh ise, Allah’ın izniyle bu iki şeyi tekeffül etmiştir. O zaman, bu iki şeyin her biri şeyhe lazımdır. Bu durumda “öldürür ve diriltir” cümlesinin manası “fenaya ve bekaya ulaştırır” şeklinde olur. Esas manasıyla öldürme ve diriltme işinde şeyhlik makamının bir dahli yoktur.

Kendisine iktida edilen şeyhin durumu, kehribar gibidir. Kendisiyle münasebeti olan her şey ardından gider, onun cezbesine kapılır. Kehribara nisbetle, saman çöpü gibi. Tam manasıyla ondan nasibini alır.

Harika haller ve kerametler, müridlerin cezbesi için değildir. Müridler, şeyhe manevi münasebetle cezbolunurlar. Bu büyüklerle münasebeti olmayanlar, onların kemâlat nimetlerinden mahrumdurlar. İsterse o büyüklerin kerametlerinin bin tanesini müşahede etsinler. Bu mana için, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in şahit (delil) getirilmesi yerinde olur. Bundan başka Allah Subhanehu, küffar için şöyle buyurdu:

-“Onlar, bütün ayetleri görseler, yine onlara iman etmezler. Hatta o kafirler seninle çekişmeye geldikleri zaman, şöyle derler: Bu, evvelkilerin masalından başka bir şey değil” (6. En’am Suresi, 15. Ayet)

Vesselam.

[1] Mürid: Tarikata giren ve şeyhe bağlanan, derviş, bende.

[2] Murad: Gerekli olan her şey kendisine bahsedildikten sonra iradesi alınarak zahmetsizce bütün engelleri ve makamları aşarak Hakk’a eren. Sufilere göre, mürid müptedi, murad müntehidir.

[3] Kibrit-i ahmer: Marifetullah, ilahi hakikat ve buna aşina olma, bunu yaşama. Erenlerin sohbeti. “Yolunu sapıtanları ancak kibrit-i ahmer olan ehl-i irşad sohbeti ıslah eder.”

[4] Sahih hadis kaynaklarında aslını bulamadım.

[5] Tirmizi, Emsal, 6, (2873); Kütüb-i Sitte Muhtasarı Trc. ve Şerhi, İbrahim Canan, c. 13, sh. 84, Hd. No: 4522

Bir cevap yazın