Doç. Dr. Nadirhan HASAN: YESEVİYYE’DE TARÎKAT ÂDÂBI

HÜDÂYÎ’NİN “TARÎKATNÂME” VE HAZÎNÎ’NİN

“CEVÂHİRUL-EBRÂR” İSİMLİ ESERLERİNDE TARÎKAT ÂDÂBI

Dr. Nadirhan HASAN*

“Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi Kaddesallahu Sirrahu”

Hat: Hüseyin KUTLU                 Tezhib : Müzehher Özdallı BİCE

[  Bu eser 2000 yılında Dr. Hayati Bice tarafından Türkistan’daki Ahmed Yesevi Külliyesine armağan edilmiştir. ]

13 ve 14. yüzyıllarda Anadolu’ya Orta Asya ve Horasan bölgelerinden bir çok mutasavvıflar, bilhassa, Yesevî dervişleri ve Türkmen babaları göç etmişlerdir. Bunun neticesinde Anadolu’daki dinî-tasavvufî hareketler daha hızlı gelişmeye başladı.

Zamanla Anadolu’da Yeseviyye, Nakşbendiyye, Bayramiyye, Mevleviyye, Rifâiyye, Halvetiyye, Bektaşiyye gibi bir çok tarîkatlar faaliyet gosterdiler.

İlmî-tarihî kaynaklarda kaydedildiğine gore, 16-17. yy.lara gelindiğinde Anadolu’da manevî, fikrî hayat yuksek seviyyede idi. Meşhur âlim, tarihçi, edip ve mutasavvıflar vâsıtasıyla, bu asırlarda sadece tekke ve zaviyelerde değil, cami ve medreselerde de ilim ve marifet büyük bir hızla yayılıyordu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî böyle bir ortamda dünyaya geldi. O önce medreselerde eğitim görüp, Nâzırzâde Ramazan Efendi’den tahsil gördü, Nureddinzâde Muslihiddin Efendi’nin sohbetlerini dinledi. Üstadıyla birlikte Mısır va Şam’a seyahat etti. Şam’da Halvetî şeyhi Kerîmuddin Halvetî’ye intisab etti. Eğitim dönemi bitince çeşitli müesseselerde kadılık vazifesinde bulundu. 1576 yılında ise Bayramî şeyhi Muhammed Üftâde hazretlerine biat etti. Sonra Sivrihisar, Rumeli ve İstanbul şehirlerinde vaizlik ve şeyhlik faaliyetini sürdürdü. Hem zâhirî hem de bâtinî ilimlerde derin vukuf sahibi olan Hüdâyî, bir taraftan camilerde telebelere ders verdi, diğer taraftan tekke ve dergahlarda susayan gönülleri tasavvufî hakikatler ve ilâhî muhabbet ile tanıştırdı. Ayrıca te’lif ettiği ilmî-tasavvufî eserlerle ilim ve tasavvuf ehlini aydınlattı.

Bu büyük zât, özellikle İstanbul’da yaşadığı devirde ilim ve devlet ricali arasında büyük bir ilgi görüyordu. O faaliyetini sistemli şekilde devam ettirirken, geçmiş seleflerinin, özellikle de üstadi Üftade hz.nin yolunu tutmuştu.

Hüdâyî hazretleri 20’ye yakın Arapça, 10’a yakın Türkçe ilmî-tasavvufî eser yazmıştır. Bu eserlerden bazıları Hüdayî’nin, Türkler arasında ilk kez tasavvufî bir tarikat kuran Hoca Ahmed-i Yesevî ile fikrî münasebeti ve gelenek benzerliği hususunda ip uçları vermektedir. Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik konusunda bilgiler ihtivâ eden Hazînî’nin “Cevâhirul-ebrâr” isimli eseri ile Hüdâyî’nin “Tarîkatnâme” isimli eserini karşılaştırdığımızda bu durum daha iyi anlaşılacaktır. “Cevâhirul-ebrâr”ın müellifi, aslı Türkistanlı olan Ahmed bin Mahmud Hazînî’dir. O Hüdayî hz.yle aynı dönemde, yani 16 yy.da aynı bölgede yaşamıştır. “Cevâhirul-ebrâr”, “Menbaul-ebhâr“, “Câmiul-mürşidîn”, “Huccetul-ebrâr”, “Tasellî ul-kulûb” gibi eserlerini İstanbul’da kaleme alan Hazînî aynı zamanda kâbiliyetli bir şâirdir ve ondan hacimli bir divan miras kalmıştır[1]. Bu eserler bugün İstanbul, Konya, Berlin ve Paris kütüphanelerinde mevcuddur.

Sultan III. Murad hanın teklif ve teşvikiyle Orta Asya tarîkat âdâbını, özellikle Yeseviyye ve Nakşbendiyye geleneklerini İstanbul ve Anadolu halkına tanıtmak maksadıyla 1593 senesinde yazılan “Cevâhirul-ebrâr”, tarihî, irfânî, edebî ve menkabevî mahiyyette nâdir bir eserdir. Onda Yeseviyye ve Nakşbendiyye meşâyıhının hayat hikayeleri, görüşleri, gelenekleri, fakr, fenâ, zikir, halvet, semâ, âdâb gibi bir çok tasavvuf meseleleri, bununla birlikte Yesevîlik âdâb, erkân ve makamları beyan edilmiştir.

Hüdâyî hz.nin “Tarîkatnâme”si ile Hazînî’nin “Cevâhirul-ebrâr”ındaki tarikat adabına dair fikirler mukâyese edilirse, onlar arasındaki yakınlık va benzerlik açıkça ortaya çıkar.

Hüdayî’nin ahlak güzelliği, kalb tasfiyesi, ruh tezkiyesi, şeyh ve şeyhlik makamı, marifet ve aşk kudreti, mükemmel teslimiyet, sağlam ve sâbit îtikad konusundaki görüşleri onun Ahmed-i Yesevi’den ve Yesevî kültüründen etkilendiğini göstermektedir. Mesela, sadece şeyh ve mürid münasebetlerine dair fikirlerini ele alalım:

  1. Hazînî “Cevahirul-ebrar”da Ahmed-i Yesevî hz.nin şu sözlerini nakleder:“Her kim ki tevfîk-i Rabbânî refîk olup, tahsîl-i ma‘rifetullah ve tekmîl-i nisbet-i intibâh için istese ki, bir muktedây-i Rabbâni’ye mürîd olup, müstefîd ola ve yevm-ul cezâ hîn-ul likâ’da hacâlet çekmeye, inâbet u bîat-i pîr kâmil-i mükemmil gerek. Şeriatında zâhir ve tarikatında mâhir ve hakikatında mazhar-i muzâhir gerek. Etvâr-i gayb-ul gayb’da ve esrar-i la reyb’de sâlik-i mâlik ve vâsıl-ı mutevasıl gerek… (v.58)”

Hüdayî hz. de kendi eserinde şeyhin salâhiyeti ve terbiye mahâretini vurgulayıp,  şöyle diyor: “Tarîk-ı Hakk’a sâlik olmak isteyenlere ma’lum ola ki.., bir mürşid-i kâmil ve müeddib-i hâzik lâzim olmuştur… Mürîd-i müsterşide lâzımdır ki, evvelâ meşâyihten bir kalbi karar edüp, gönlü dolandığı şeyhe biat ede. Ahdini bir vech ile muhkem tuta ki serrâda ve darrâda, şiddet’te ve rehâda ol ahdi nakz etmeyüp, biatinde sâbit-kadem ola”[2] (s.40). Bu fikirler Ahmed-i Yesevihz.nin:

Tarîkata siyâsetlik mürşid gerek,

Ol mürşide îtikadlık mürid gerek.

Hizmet edip pir rızasın bulmak gerek,

Böyle âşık Hak’din feyzler alır imiş, –

gibi hikmetlerini hatırlatıyor.

  1.  Tasavvufta vahdet-i pir düşüncesi var. Bu , sâlikin sadece bir şeyhe bağlanması ve ilahî feyzi ondan alması demektir. Ahmed-i Yesevi hz.nin müridlerinden ve halifelerinden Sûfî Muhammed Dânişmend “Mir’âtül-kulûb” isimli eserinde şöyle yazıyor: “Sultânul ârifîn’den şöyle dediğini duydum: Mürid bir şeyhe intisabettikten sonra, diğer bir şeyhe irâdet edemez (mürîd olamaz). (Ancak) Eğer müridin şeyhi hakikî mürşidolmazsa, müridini murâda erdiremezse, başka bir şeyhe gidip hizmet eder ve o murşidden murâdı hâsıl olursarevâdır (uygundur). Ama yine de evvelki şeyhten icâzet (izin) almak gerek”.[3]

Hüdayi hz.nin düşüncesine göre de sâlik kalbini sadece bir şeyhe bağlamalıdır. Bütün âlem şeyhlerle dolu olsa bile, ilahî feyzi ancak kendi seçtigi şeyhden alabileceğini düşünmelidir. Çünkü müridin kalbinde başka şeyhe temâyül olursa, onun bâtın yüzü vahdet makâmına açılmaz (55-á).

Hazini de bu hususta şöyle der: Vahdet-i pir tahsil olmayinca, vahdet-i Habir tekmîl olmaz… Ve şeyh müşâreketikerâmât u derecât babında şirk u nifaktır. Şirk u nifaktan ise ictinâb lâzımdır ki vahdet-i Hakka erişe. Ve huzur-i pir’dezikr-i mâadâ ve mâverâ muhill-i huzûr belki huzûr-i pirden dûr olur” .

        Vahdet-i Hak ger dilersen vahdet-i piring dile,

        Ger muvahhidlik gerek vahdet’de tedbiring dile…

        Vahdet-i pir-i tarikung bul acayib silsile,

        Muftiy-i hallâldin hallinda tasvirung dile (88 a), –

diyor.

Demek ki, şeyhin birliği, Hakk’ın birliğine ulaştiran bir vasıta olarak görülmektedir.

  1. Hüdayi, sâlikin pirine sağlam bir itikad ve mükemmel teslimiyetle gönül bağlamasını, pirin hizmetinde fedâkâr olmasını talep ediyor. Bu konuda Ahmed-i Yesevi’nin şu hikmetleri dikkate değer:

        Candın geçmey baş oynamay yolga salmas,

        İtikâdin tam olmasa kolung almas.

        Tâliblerde kin u hevâ, kudûret bolmaz,

         Geçse bolmas pir hizmetin kılmayınca.

Hazînî de şöyle der: Şeyhe mutlak teslim olmak, şeyhin söz ve hareketlerinden razı olup, ona itaat etmek lazım… Şeyhin hizmetlerinde becerikli olmak gerek. Çünkü şeyhin rızasını kazanmak Allah’ın rızasına ermek demektir. (88 à).

  1. Bilindiği gibi, sır konusu tasavvufta muhim meselelerdendir.Hüdayî hz.nin yazdığına göre,“Dervişe lâzım ve vâcibdur ki, hâlini ifşâdan sakınup, şeyhinun  esrarını hıfz etmekde gâyet ihtimâm ede ki, mahlûk sırrına emîn olmayan Hâlik sırrına mı emîn olur”. Ayrıca derviş kendi sırlarını ve mânevî hâllerini başkalara âşikâr etmemesi gerekir (55,59,60-á).

“Cevahirul-ebrar”da ise Hazini buna dair şöyle yazıyor: “Şeyhin ve mürşidin sırr-ı nihânlarına râzdâr olmak gerek ve ifşâsından sakınmak gerek ki ifşâus-sır küfr korkuluk mazmûndur…” (63 à)

Sır kelimesi tasavvufta gönül anlamında da kullanılır. “Cevahirul-ebrar”daki Ahmed-i Yesevî hz.nin sır tahâreti yani gönül temizliği hakkındaki sözleri dikkate değer: “Ey sır, abdest kıl, kaçan sır riya vu hevây-i nefsi yusa (yıkasa), ihlas ve akîde nuru zuhura gelur ve zulumât-i şübhe vü inkardan kurtulur ve cümlegî ikrar u itiraf olur. Ucub ve enâniyeti yusa minnet nuru iklim-i sırrı münîr eder… Câh-i dünya muhabbetini yusa intibâh-i ukbâ nuru alem-i sırrı aydın eder ve fütüvvet ve mürüvvet ziyâları nûranî kılur” (7 á)

Buradan anlaşılıyor ki, Ahmed-i Yesevi hz.nin düşüncesine göre sır abdestinden sonra sâlikin bâtınından (içinden) riya yani gösteriş, nefs istekleri, bencillik, makam ve dünya sevgisi, şöhretperestlik hastalıkları yıkanır. Neticede salikin gönül ve bâtın sarayına ilahî nur girip, Allah Teâlâ’nın müşhedesi hasıl olur, beş hazarâtı görmeye kâbiliyet ve liyâkat peydâ olur (6 á).

Ahmed-i Yesevi hz.nin hikmetlerinde sır hakkında şöyle deniliyor:

Âşıkları gece yıglab seher kopar,

Sır şarabın içen âşık sırrı yapar…

Vallah, tallah sümme billah sırsız olma,

Sırsız yüz bin taat kılsang makbul olmas….

  1. Mâlum olduğu üzere, rüya, sâlikin gönül terbiyesinde mühimbiryer tutmaktadır. Çünkü rüya ve gönül bir-birine bağlı hususlardır. Dolayısıyla Hüdayi hz. eserinde: “Mürid kesinlikle gördügü rüyadan bir şey saklamaya, başka bir nesne de katmayıp emaneti oldugu gibi sahibine ulaştira. Eğer şeyh rüyasını tâbir eylerse onu dinleye, eğer tâbir etmezse, tâbir etmesi icin şeyhini zorlamaya ve ısrarlı olmaya. Zira bazen olur ki hayır bunda olur” diye yazıyor (s.42).

“Cevahirul-ebrar”da da rüya tâbirine dair şöyle fikirler yer almıştır:

“Tâbir olan rüya eger hayrdur niyazmendlik ve eger şerr tâbir olundu taksir demek ile ref’ olur ve hayırlara döner bi fazlihi teala. Ve eger niyazmendlik ve taksir babında te’hir ve ihmal karşulasa terakkîden kalkup tenezzul çekmesine delildur” (28 à).

Hem Hazînî, hem de Hüdayi, sâlikin manevî-ruhî âleminde geçen hallerden şeyhini haberdâr etmesi gerektiğini, rüyasını pirinden gizlememesini, ona anlatıp tâbirini öğrenmesinin gerekli olduğunu söylüyorlar.

Tarikat âdâbına göre, sâlik kemalâta ermesi için şeyhinden şüphe etmemesi gerekir. Bu konuda Hazini Ahmed-i Yesevi hz.’den naklen şöyle der: “Mürid şeyhine şekk ve şüphe getürse, enâniyet ve benlik alâmetidir, (mânen) cünüp olur.Cünüp ise Hakk hazretine yaramaz bezm-i kabul ve mahall-i vusulden mahrum olup, taşra atarlar ve kasr-i tevessülden ihrac ederler. Ey derviş, eğer bağrında havf-i ilahi varsa, gözün giryan ve bağrın biryan gerek, gönlünde şekk u şüphe ne ister… (Sâlik) mürşidin hakikatında şüphe vu tereddüd getürmez ve inkar meclisinde durmaz” (10 b)

Yesevî’nin bu fikrini izah ederek Hazini nazm ile şöyle yazıyor:

Şeyhdur çün hazret-i Hak mazharı,

Şekk u inkâr ve cefâlardan berî (11 b).

Şeyhler hakkında yoktur iştibâh,

İştibâh-i evliyadın din tebâh (72 b).

Şübhe ve inkar kılanlar hacil,

Münkir-i erbâb-i dildur münfail (43 b).

Hüdayi hz. de “Tarikatname”sinde Ahmed-i Yesevi hz. ve Hazini fikirlerine uygun olarak: Derviş şeyhi hakkında yersiz şübhe etmemesi lazim, çünkü bu yolla o, Allah yolunu bilenler ve Allaha kulluğu öğretenlerin itikadına erer, diye yazmaktadır (58-59).

  1. Malumdur ki, tasavvuf kültürünün önemli bir vechesi deâdab-ahlak meseleleridir. Bundan dolayı tasavvuf edebiyatındaen çok işlenen konulardan biri âdab meselesi olup, Ahmed-i Yesevi, Aziz Mahmud Hüdayi, Hazini gibi mutasavvıfların eserlerinde de edeb konusuna geniş yer verilmiştir.

Ahmed-i Yesevi hz.nin düşüncesine göre, “Tarikat yolu baştan sona edebtir”. Bu fikir, Ahmed-i Yesevi hz.nin tarikat ile edebi bir-birinden ayırmadığını gösterir. Hüdayi hz. de, “Tarikatname”sini peygamber efendimizin “Cenab-i Hakk beni edeplendirdiği için edebim ne güzeldir” sözyle başlıyor. Bu hadis-i şerife muvafık tarzda Ahmed-i Yesevi hz. kendi hikmetlerinde edebin mahiyetini anlatmaya çalışır:

        Tarikatnı türlük edeb bilmeyince,

        Nefsi birle muharebe kılmayınca,

        Aşk yoluna özin layık etmeyince,

        Hakikatni sırlarını bilse bolmas.

Ahmed-i Yesevi hz.nin düşüncesine göre sâlik şeriat, tarikat, hakikat makamlarını geçmeyince, tam manasıyla âdab-ı mârifete eremez.  Mârifet adabı ise, tarikatin yüksek edeblerindendir… Adabın tasavvuftaki yerini anlayan Hudayi hz. “Tarikatname”sinin bir kısmını tarikat ehlinin edepleri ve güzel vasıfları konusuna ayırmıştır ve müridin zahir ve batınını temiz tutması, nefsanî ve seytanî arzularla mücadele ederek, gönül âlemlerini riya, hased, gıybet, gammazlık, mâlâyânî söz söylemek gibi çirkinliklerden pak etmesi, ahlak güzelliğine ermesi, riyazat ve mücahede ile nefsini daima muhasebe altında tutması, güzel ahlâka ermesi, fütüvvet sahibi olmasi, halkın iltifatından gurur duymaması gibi muhim meseleleri telkin eder.

Hazini de “Cevahirul-ebrar”da adab-ahlak meselesine geniş yer verir. Bu konuda şöyle der: “Ey derviş-i âkibet-endîş, mârifetullah kalb tasfiyesi ve cezbetullah ruh tecliyesi ve tevfikullah nefs tezkiyesidur (105 á)… Nefs ile mücâdele müşâhede güneşini gösteren rasat cihazıdır (usturlab). Eğer müşâhede istiyorsan,  nefsinle güreş, zira, nefse karşı savaş müşâhedenin aynasıdır (128 á). Hazînî’ye göre, Allah Teala’nin rahmet ve vuslat kapısı açıktır, ama oradan sadece edeb ve hürmetle girilir:

Uruc-i avc-i vasl-i Hak edebdur,

Edebsiz vuslata ermek ecebdur.

Tarikatta aizze kodu âdâb,

            Edeb miftah-i babullah deryab (19b).

Aziz Mahmud Hüdayi ilmî ve tasavvufî eserlerle beraber, tasavvufî halk edebiyatı tarzındaki şiir ve ilahilerin demüellifidir. O, zamandaşlari olan Bâkî, Nef’î, Hâletî, Cevherî ve Yahya Efendi gibi şairlerden farklı olarak kendişiirlerini Ahmed-i Yesevi okulu şairleri usulünde kaleme almıştır. Hüdayi şiirlerinin vezni Ahmed-i Yesevi hz. hikmetleri gibi halkâne, dili sade, ifadeleri nihayette kolaydır. Onun şiirlerinde de Ahmed-i Yesevi hz. hikmetlerindekigaye ve düşüncelere ayrıca kıymet verildiğini kolayca anlamak mümkündür. Mesela, Ahmed-i Yesevi’nin birhikmetinde şunu okuyoruz:

        Erenleri Hak yâdıdın gâfil bolmas,

        Ricâlun lâ tülhîhim der Hâlikun-nâs.

        Eren yolun tutgan hergiz yolda kalmaz,

        Ol hazretde sır-esrarı makbul olur.

Erenler hakkındaki şiirlerinde Hudayi hz. de şöyle diyor:

        Tevhid ile olur her derde derman,

        Hakka tevhid ile ermiş erenler.

        Tevhid ile olur her muşkil âsân,

        Hakka tevhid ile ermiş erenler.

Hüdayi’nin insanları doğruluğa, Hak ve hakikata davet eden şiirlerinde san’at ve edebiyat ilk unsur olarak goze çarpmıyorsa da, o daha çok Ahmed-i Yesevi ve Yunus Emre gibi tekke şairlerinin izinden yürüdü.

Hudayi hz. şiirlerinde kendi manevi halini ifade etmekten daha ziyade dini-ahlaki kaideleri öğretmeye önem verir. Bu cihetten şiirleri didaktik mahiyete sahip olan Hüdayi’yi Âgah Sırrı Levend tasavvufi halk edebiyatında muvaffak olan şairlerden sayıyor.[4]

Hüdayi hz.nin şiirlerinin Ahmed-i Yesevi hikmetlerine benzerliğine dair Turkiye’de bazı görüşler bildirilmiştir. Mehmed Halid Bayrı, Hüdayi şiirlerini tahlil ederken, onun şiiriyeti Anadolu mutasavviflarından daha çok Orta Asya dervişleri ve onların önderi Ahmed-i Yesevi hz.e bağlı olduğunu ifâde eder. Ona göre, Hüdayi hz.nin şiirlerinde Ahmed-i Yesevi hz.nin hikmet usulünü görmemek imkansızdır. Hüdayi sanki Ahmed-i Yesevi ile arasındaki mesafeyi bir anda kaldırıp, onunla aynı dönemde yaşamış gibidir. Zira, o da Ahmed-i Yesevi gibi ahlakçı, ârif ve âşık meşrebiyle kalem yürütmüştür.[5]

Doç.Dr. Nevzat Özkan: “Aziz Mahmud Hudayi’nin nasihat düşüncesi ve Ehli sünnete bağlılığı, Ahmed-i Yesevi’nin görüşlerine yakındır” der;[6] Prof.Dr. Hasan Kamil Yilmaz da onun divanının Ahmed Yesevi tarzında yazılmış şiirlerle dolu olduğunu söyler.[7]

Netice itibariyle bizim muhtasar tebliğimizden de anlaşılıyor ki, Hüdayi hz.nin tasavvufi görüşleri, özellikle, “Tarikatname” risalesindeki ifâdeleri Ahmed Yesevî’nin görüşleriyle paraleldir. Bu durum, Orta Asya ve Osmanlı Türklerinin itikat ve meslek birliği ve tefekkür tarzının bir-birine çok yakın olduğunu gösterir. Bu sadece ilim, edebiyat ve marifetteki benzerlik değil, belki kalb ve ruh, tefekkür ve takdirdeki yakınlıktır.

(*) Dr. Nadirhan HASANOĞLU,  Özbekistan Ilimler Akademisi,

Alişir Nevai Dil ve Edebiyat Enstitüsü TAŞKENT-ÖZBEKİSTAN

[1] Hazini’nin bazi eserleri kismen arastirilmistir (bkz: Köprülü M.F. Türk edebiyatinda ilk mutasavvıflar, İstanbul, 1991; M. Kara, Yeseviliğe dair eserler: “Cevahirul-ebrar min emvacil-bihar”, Milletlerarasi Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s.187-194; N. Azamat, “Cevahirul-ebrar”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, c. VII, s. 432; M. Akar, Osmanlılarda Yesevilik, Bir, 1994. sy. 1, s.11-17; Hazini, Cevahirul-ebrar min emvaci bihar, haz. C. Okuyucu, Kayseri, 1995; N. Tosun, Yeseviligin ilk dönemine aid bir risale: Mir’atu’l-kulub, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sy. 2, 1997, s. 41-85; S. Mahmudova, Hazini’nin “Menbaul ebhar fi riyazil ebrar” adli eseri, İstanbul, 2000; Nadirhan Hasan, Ahmed Mahmud Hazini (hayati ve eserleri), Taşkent, 2001; İ.Kunt, Hazini Divanı, doktora tezi, Konya, 2003.

[2] Biz bildiriyi hazirlarken Doç.Dr. Nevzat Özkan tarafndan nesre hazirlanan “Aziz Mahmud Hüdayi. Arapça ve Türkçe Tarikatname” (Kayseri, 1998) kitabindan istifade ettik. Iktibaslarin sayfa numarasi parantez içinde gösterilecektir.

[3] Sufi Muhammed Danismend. Mirat ul-kulup // Hoca Ahmed-i Yesevi. Divan-i hikmet (yeni bulunan hikmetler), nesre hazirlayan Nadirhan Hasan, Taskent, 2004.

[4] A.S.Levend. Edebiyat Tarihi Dersleri, Istanbul, 1939, 287 vd.

[5] M.Halid Bayri, Halk sairleri hakkinda kucuk notlar, Istanbul, 1937, s.69-70.

[6] Doc. Dr. Nevzat Ozkan, Aziz Mahmud Hudayi, Arapca ve Turkce Tarikatname, Kayseri, 1998, s.11.

[7] Prof.Dr.H.K.Yilmaz. Aziz Mahmud Hudayi: hayati, eserleri, tarikati. Istanbul, 1999, s.95, 119.