Dr. Münir Derman: KÂBE (Allah Dostu Der ki…)

KÂBE

Dünyanın şerefli ve mukaddes, lâmekânâ, bakan mekânıdır. Ruhların niyaz ve teveccühü buradan lâmekâna gider..

Lâmekânın, mekânda görünür kapısıdır, bu mübârek yer… Dualar, arzular orada kabul olunur, huzura oradan gidilir… Meleklerin, Velilerin toprakta uğrağıdır. Mirâc-ı Nebi oradan başlamış, nidâ-i Rasûl oradan dünyaya yayılmıştır… Kelâmullah o topraklarda kalb-i pak-i Rasûle verilmeye başlanmıştır… Orada her şey sâkin gök insana çok yakındır, o yerde… Kelâm-ı İlâhinin heybetinden, her zerresi toprağın Allah’ı tesbih etmektedir, o yerde… Milyonlarca, rızaya koşanların çevrildiği makamdır orası… Hiç bir an yoktur ki o makam insanla çevrilmemiş bulunsun. Lâmekânın mekânı Beytullah’tır o yer… Rasûlün mübarek ayaklarını bastığı, o topraklar, mübarek sadrlarına giren hava, o havadır. Rahmetin kaynağıdır o makam. O makama yakından yapılacak hürmette, biraz beşerî korku veya riya gizlenebilir. Uzaktan yapılacak hürmette ise, havf ve sevgi vardır… Bundan dolayıdır ki, Rasûlullâh bile, ruh-u muallâlarını, uzakta, Medine’de teslim etmişlerdir.

Rasûle yapılacak hürmet ile Kâbe’ye yapılacak tâzîmin ayrılması murad olduğu içindir bu ayrılık.. Ravza-i Rasûl Kâbede olsaydı hürmet dağılacak, ortaya hürmette ikilik ve kıskançlık çıkacak… Rasûller tarihi tetkik edilecek olursa, bütün Rasûllerin, Nil, Filistin, Hicaz, Cezire’tül-Arab mıntıkasında ilâhî vahiylerini aldıkları görülür… Nil, Kudüs, Tur-i Sina, Cebel-i Hıra, Arz-ı Kenan seçkin ve mukaddes yerler olarak taayyün etmişlerdir. Binlerce mucize, yüzlerce afat-ı ilâhîye taşkın insan kitlelerine çarpmıştır o yerlerde; adeta bu mıntıkalar Kudret i İlâhîye i1e mücadele eden sapkın insan kitlelerine sahne olmuştur… Lut kavimleri, Sodom ve Gomoreler, Nuh tufanları, Adem ve Havva, Firavun ve Musa vakaları, Ebucehiller, Nemrutlar hep bu mıntıkaları, küfür ve îmânın, hakikat ve dalâletin, çarpışma sahneleri yapmıştır. Bu hâdiseler murad-ı ilâhî ile vukua gelmiş, beşer dalâletinin, hakikatı ilâhiye karşısında, mezarı olmuştur o yerler… Dalâlet ve küfürden süzülen beşer oğlu, bu hakikatların tam yerini, bir namaz esnasında, Rasûlün birden bire Kâbe’ye Medine’den teveccüh ederek dönmesi ile bütün bu mukaddes yerler birleşerek Hâtem-ün-nebiyyîn asıl ve esas Kâbe’si son tecelligâh-ı ilâhîsini bulmuştur…

Mucizeler birleşmiş, Ruhlar tevhide bağlanmış, bütün Allah diyenler Kâbe’ye çevrilmiştir. Cenâb-ın Rasûl’ü, Illiyyîn’e, Mi’rac’da Cebrail kavuşturmuştur. Mekke ile Kudüs arası Miraç’ın ilk merhalesini teşkil eder… Âbit olarak… Ötesi bizce meçhul… Bir şey söyleyemeyiz.. Namaz, müminin Miracı olduğuna göre, cami, kulun Illiyyine çevrilerek, Mirac’a gitmesine aracılık yaptığından, Cibril-i Eminin yerini tutmaktadır… Bundan dolayı, Cibril-i Emin, Mescid’i Aksâ’da, Rasûlün Enbiya ervahına imam olduğu yerde, ilk ezanı okumuştur.. Ervaha imam olan Cenâb-ı Rasûlün hareket noktası, mekânda cesedi ile Mekke’de olduğu için, bir gün, Medine’de Mescid’i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, Rasûle Mekke’ye dönmek emr-i vahyi gelmiş ve hemen Mekke’ye dönmüştür. Mekke illiyyine gitmek arzusuna talip abdin hareket noktası, yâni Miraç’ın başlangıcı olduğundan, namazda Kâbe’ye dönülür…

Ruhanî Âlem kapısı, rızaya giden yol, Cemâle giden nur yolu, Melekûtun hareket noktası, ruh âleminin görünür merkezidir, Kâbe… Beşerin dalâleti o kadar katılaşmış bir hale gelmişti ki, Kâbe’yi taştan ilâhlarla doldurmuştu…

Hacer-ül  Esved

Heykel, resimden çok farklıdır. Resim iki boyutlu, heykel üç boyutludur. İnsan, iki gözle bakar, herşeyi tek görür. İki gözün mevcudiyeti, üçüncü bu’du idrak içindir. Kesret’ten vahdete işarettir. Küçük çocuklarda, henüz göz sinirlerinin tasallûbu husule gelmediğinden, üçüncü buudu çocuk idrak edemez; onun için her şeye elini uzatır. Derinlik mefhumu yoktur. Çocuk büyüdükçe tasallup husule gelir, derinlik mefhumu idrak olunmaya başlar… Kâbe’nin heykeller ile dolması bir hikmet-i ilâhiyeye matuftur. Cenâb-ı Allâh buradan kuş uçurmazdı arzu buyursa; fâkat hakikatı anlatmak için böyle murad etmiştir. Ebrehe’nin fillerini, ordusunu, Ebabil kuşlarının, minicik taşları ile yok etti. Bir çok insan kütlelerinin mukaddes saydığı ve dalâlet içinde bulunarak putlarla doldurduğu Kâbe’ye bir nur indirdi ve bu nur putları eritti ve her tarafı kapladı, kudret tecelli etti…

Üç bu’ut Mekân’da bir yer kaplar, iki buut kaplamaz, resim gibi… Resim bir gölgedir, cisimsiz olan Allah’a izafe edilerek, mekânda, bir yer verilerek cisimlendirildiğinden heykel küfürdür denir; bundan dolayı putların kırılması ile mekân kaybolmuştur. Beşer çocukluk devrinden kurtulup, gözleri üçüncü buutu idrak ederek, onu yok etmiştir. Bu hâdise, bir anda, Kâbe’de tecelli edivermiştir…

Ondan Rasûle birden bire Kâbe’ye, namazda dönmek emrolundu… Her türlü tabiî süsten, ağaçtan, çiçekten âri, mübarek toprak, taş yığınları, cehennemî sıcak dekoru içinde bulunan Kâbe ; geniş, ucu bucağı olmayan masmavi bir sema altında mübarek bir arz parçasıdır. Cennet nimeti olan su, İsmail’in ayaklarının altından (Zem!Zem!) feryadı ile çocuğun bir niyazı, nezd-i ilâhide kabul buyrulmuş ve buz gibi su, cehennemi sıcak kum deryası içinde mübarek topraktan fışkırmaya başlamış, hâlâ fışkırmaktadır; o yerde, sıcakta, suyun cennet nimeti olduğunu, suyun kendisi haykırmaktadır… Rabb’il-maşrıkayn, bütün kâinatın, namütenahi görünür âlem-i şahadetin, Rabbi’dir. O Rabb’il-mağribeyn ise ruhanî âlemin Settar esmasının kapladığı âlem-i gaybın Rabbi’dir. ikisi birleşiyor tevhid ve teklik çıkıyor ortaya… Maşrık, Kâbe’den başlar; Mağrıp, Ravza’dan… Maşrık dünyaya geliştir ruhâni âlemden.. Mağrıp ruhâni âleme gidiştir dünyadan…

Mescid-i  Nebevi / Medine-i   Münevvere

Dümdüz, yeşil bir sâha içinde, bembeyaz bir taş yığını halinde, Medine ufuklardan görünür. Ortasında yemyeşil Maşrık ile Mağrib’in birleştiği, öpüştüğü yerden, semalara Rahmetenlilâlemin’in remzi olan yeşil kubbe yükselmektedir… Burası, Allah sevgilisinin yeşil kubbesi, nazar-ı ilâhînin bir an bile eksik olmadığı Mustafa’nın makamıdır… Milyonlarca müminin salât u selâmının okşadığı yerdir orası… Oranın toprağında ceset bile kalmaz, yalnız cesed-i pak-i Rasûl bulunur… Diğer mezarlar, makamlar hep temsilen kalmışlardır… Naş-ı Mubarek-i Rasûl arzdan kaldırıldığı zaman dünyanın sonu gelecektir… Niyazlar, dualar, arzular, ölmüşlere Kur’ân hediyeleri; hep, mekândan Lâmekân’a Rasûle uğramadan gitmez, gidemez kabul olmaz… Saray-ı ilâhiye ancak, Rasûl kanalı ile müracaat olunur. Bu bir murad-i ilâhîdir. Bu lâmekâna hürmetin mecburî olduğundandır. (Ben ve Meleklerim Rasûle selâtu selâm götürüyoruz. Siz ne duruyorsunuz) meâlindeki Âyet bu demektir… O huzura kabul edilen, ünsiyet peyda eden, ancak namazda bir tekbir ile uğramadan girebilir. Fakat şeytan aklından çıkmaz… Rasûl’den izin al, yâni, onda eri… Ondan sonra, Allâhu Ekber diye namaza başla… Mirac’a girersin… Namaz Miraç’tır. O zaman sana yanaşmaz. Çünki sen Rasûlde eridin. Rasûlullâh’ın potasında erimiyende daima şüphe mevcuttur. şüphede olan gafletten kurtulamaz. Gaflette olan hiç hir şey olamaz.

Allâh’a ibadetin devamlı oluşu, bu erimeyi temine fırsat verdiğindendir. Yoksa… Allâh’ın ibadete ihtiyacı yoktur… Beşeri, düşünme muradı olduğu içindir… Nebilerin, velîlerin, mürşitlerin, gavsların, kırkların, dörtlerin, üçlerin mucize ve kerametleri gafletten, şüpheden kurtulmak kuvvetinin insanda mevcut olup onu bularak Rasûl’de erimelerine işarettir.. Erime çarelerini beşer bulsun, yardım alsın; kurtulsun diye lâmekâne doğru yoluna istikâmet versin diye Kâbe’yi görerek tanıyarak, el ile tutarak kolaylık göstermişlerdir…

Allâhuekber… Bunların hepsi edep içinde Hayy’i-lâyemuta kavuşmak için kurulmuş dekorlardır işte… Herşeyi önüne serdim, her şeyi burnunun ucuna kadar getirdim… Sen hâlâ deli dolu; bön bön bakıp duruyorsun… Kabahat kimde… Sende, sende, sende… Seni beni at da gaip zâmiri (O) ol. O… İşte iş bundadır… Hâlâ mırıltı, dırıltı, zırıltı ile uğraştığın yeter… Edep, fazilet, doğruluk içinde ömrü geçenler vardır. Bir de hayvan gibi ölüp gidenler.. Şüpheler, vesveseler içinde her an değişmede bir ümit vardır. Bunların yerinden kımıldanma ve sökülüp atılmağa hazırlanma olduğunu da unutma. Bir gün belki sana da bir el girerek hepsini söküp çıkarır… Şakk-ı sadr yapan Cebrâil olmaz da seni şüpheye düşüren bir el olur bu el.. Şüphe, kuruntu, bir nev’i ruh uyuzudur. Uyuz aklında olursa fena, ruhundakini iyi ederler belki ; şüpheden bazan acı bazân zevk duyarsın, uyuz da böyledir… Uyuz hastalığının ârazı tamamiyle bir hikmettir. Yani kaşınması… Fakat sen uyuzdan kurtulmağa ilâç ara… Uyuzu kireç ile kükürt iyi eder, kireç ve kükürt nasıl kireç ve kükürt olmuştur, hiç düşündün mü?

Kireç ve kükürt uyuz olmaz. O hastalık onlara yanaşmaz. Bu hassaya sahip olmak için ne yapmışlardır? Hiç olmazsa onu ara, bul, sor öğren… Hazıra konacağım diye çabalama, vakit az.. Güneş batmağa gidiyor her şey yarı yolda kalır… Kendini musalla taşında bulursun, iş işten geçer… Biraz aklın ile ruhunu fırçala.. Ruhunla aklına tekme vur, bu mücadele çok güzel bir mücadeledir… Kendini öğrenince mesele kalmaz…İşte bunları hazırladıktan sonra Beytullâh’a dön Rasûlullâh’a iltica et, öylece kıpırdamadan dur. Sabır içinde…Hiç olmazsa bir gece bu halde uyumadan, sabaha kadar sebat et…Yardımcı her zaman, her an mevcuttur, sana da uğrarlar.

İlk önce aklını iyice doyur da itiraz ve şüphe kapılarını kapa, ruhunla başbaşa kal… Haydi yolun açık olsun…Bu yazımızdaki sözlerimizden, bir son bekliyorsun. Lâflar kulağına vurdukça, içinde şüpheler artıyor.. Böylelikle bir şey öğrenemezsin; bırak bizi, git işte Allah aşkına…

MİHRAB

Hak’kın huzuruna çıkış kapısı…

Kâbe’nin perdesidir. Kâbede mihrab yoktur.

Kâbe de Hak’kın huzurunun perdesidir. Bütün mihrablar Kâbe’ye ; Kâbe de insanın tahammülü hududuna kadar Hak’ka bakar. Netice olarak Kâbe lâmekâna bakan mekân kapısı… Bu mekânın mekânda görünür kapısıdır. Bu kapının anahtarı orada asılıdır. Eline geçirmeye çalış…

Birisi sordu. “Hoca efendi ne tükenmez anahtar bu…” “Anahtar fabrikası orasıdır” dedim.

Alay ederek “Nerede satılır? Sizde var mı?” dedi.

“Var!” dedim…

“Göreyim.” dedi. Suratına bir tokat vurdum. Dudağı sola kaydı. Kaşı aşağı düştü, yüzü felç oldu. Mahkemeye düştük. Hikâyesi uzun. Beraat ettirdiler… Tansiyon varmış ondan rapor verdiler.

“Allah’ı görür gibi ibadet ediniz.” (Hadis). Râsul-ü Ekrem Kâbe beldesinde doğdu. Vahyi Mekke’de aldı. Mirac Mekke’de iken vaki oldu. Mekke’den Kudüs’e doğru namaza dönerlerdi. Mekke’den Kudüs’e kadar teşrif etti.

Mirac Kudüs’den başladı. Dönüşte doğruca Mekke ye geldiler. Kudüs’e uğramadılar. Mekke’de iken namazı niçin Kudüs’e doğru kıldı? “Mekke’de putlar vardı” sözü perdedir perde… Medine’ye teşriften sonra Kâbe’ye dönmek emrolundu. Bunlar ne demektir?…Bunları bilmeden Kâbe’nin hakikatini bilmek zordur. Kurcalama. Kâbe Beytullah’tır. Oraya döneriz. Bu sana yeter, artar bile bu zamanda…

Bayezid-i Bistami ne diyor bak:

“İlk hac ettiğimde Beytullah’ı gördüm. Yani Kâbe’yi…

İkinci hac ettiğimde; Buytullah’ın sahibini gördüm.

Üçüncü hac ettiğimde; ne Beytullah’ı ne de O’nun sahibini gördüm.”

Aha bu sıralanmış lâflardan mihrab nedir, içinde pirinç ayıklar gibi bul…

MANEVİ   ALEMDEN  YAĞMUR  DAMLALARI

Ruh vardır derler…

Ruh yoktur derler…

Her ikisi de birdir. Yok dediler varlığından şüphe ettiler ki yok demişler. Var dediler var olduğunu sezdiler. Yok olandan hiç bahsedilir mi? Ruh bir vardır ki yok görünür. Bir Allah dostu böyle söylemiş… Yok diyenler dışı süslemek için uğraşırlar. Dışlarını süslemek isteyenler içlerini harab etmeden bunu başaramazlar… Fakat içi süslemek çok güç ve çok zor bir iştir…

Manevi alemden gelen bu yağmur damlaları içinizi ıslattıkça, ruhunuzda bir başkalık, bir huzur duyacaksınız… Bu satırları münakâşa etmeden, sûal sormadan, gökte bir hayal seyreder gibi okumak yeter…His olarak okuyun, akıl olarak değil… His olarak takip ederseniz tatlı bir rüya zevki içine dalarsınız… Akıl olarak devam ederseniz nefsin gaflet zincirinden çıkamazsınız… Gülünç olursunuz…

Aklın ötesinde şûhud aleminin dışında zaman zaman manevi seyehatlere çıkan içleri aydın kimselerin seyahat notlarıdır, bunlar da ondan böyledir… İnsan özü kokan toprakta yeşermeye başlayan buğday çimleri gün ve haftalar geçtikçe boy atar, toprağı kaplar… Simsiyah toprak yeşil bir derya olur. Rüzgâr bu yeşil nimet namzedi denizde, sakin ve her an değişen, muntazam ve yek diğeri içinde birden bire kaybolan dalgalar husûle getirir. Bir gün gelir nimet olma amacında bulunan yeşil deniz sararır içi aziz nimet dolu başlarını öne eğerler, kendilerini o hale sokana adeta huşû ile rükû içindedirler… Buğdayın bu halinden kimse haberdar değildir. İşte küçük hikâyedeki hoş çile gibi satırlarımızı okuyun; içinizde kalsın kimseye söylemeyin.. Okuya okuya siz de ruhca buğday gibi olgunlaşırsınız…

Buradaki olgunlaşmada ruhen bir cehde lüzum yok… İnsan topluluğu içinde binbir renkle yoğrulup,bitkin bir hale gelen insan ruhunu yıkamak, hem de bütün şüphe ve batıl düşüncelerini, hırslarını, kötü arzu ve heveslerini silip süpürmek, maddi cesedin ve maddi refahın bir şey ifade etmeyip; ruhun manevi huzur içinde ancak rahat ve mes’ut olacağını da en güzel, en cazip, en hakikat yoldan öğretmek manevi sevabına kavuşarak mukaddes ve her şeyden münezzeh varlığın rızasına bahan arıyor bu yazılar… Muhtelif kitaplardan alınmış, veyâhut bir tahsilin neticesi akıl ve mantıkla sıralanmış lâflar değildir . . .

Kalp penceresine akseden hakikatların insan özü ile ifadeleridir… Yazan yazmamıştır. Yazana kalp maverasından yazdırılmıştır da ondan bir kıymet taşıyor… Yağmur gökten toprağa düşer. Birçok hoş ve iyi işler görür. Tekrar göğe buhar halinde yükselir. Bu güzel işleri yapan bazen bulut; bazen kâr, bazen buhar, bâzen insan şeklinde bir rahmet olur. Bu değişiklikte rahmet kalıptan kalıba, şekilden şekle giriyor. İşte gayemiz budur.

Biz bunlan anlatacağız, söyleyeceğiz okuyanları da rahmet denizinde seyâhatlere çıkaracağız…

Manevi hazla dolu gönüllerin her an çevrildiği, ruhi arzuların kabul edildiği YERE doğru seyahate çıkmışlardı… Uzun maddi bir meşakkat, sabır, tahammül, kanaat hasletlerinin seferber edildiği bir kafile yavaş yavaş yol alıyordu…Binbir renk ile süslü kervanı kâh rüzgâr, kâh sıcak, kâh susuzluk, kâh açlık okşuyor geçiyordu. Vücut ve ruhlarında bu güçlükler bir tesir yapmıyor.. Gönülleri dolu, akılları doymuş, vücutları pişmiş durmadan yürüyen bu kervan sabır, kanaat, tahammül, fazilet, adalet, doğruluğun sembolü yekpare bir kütle halinde yoluna devam ediyordu… İçlerinde öyle gönülleri dolu, öyle ateşli, öyle manen zengin insanlar vardı ki, bunlar zaman zaman kervandan ayrılıyor, hedeflerine kervanları henüz ulaşmadan gidip gidip geri geliyorlardı . . .

Kervanın geceleri konakladığı yerlerde, yıldızlı semalarda ruhen gezenler, karanlıkların içinde nur bularak oraya gidip gelenler var. Bu kervan kütle halinde maddi bir varlık bir ihtişam arz ederken, manen yerinde durmayan ve daima dalgalanan bir nur membaı idi… Çünki gayeleri nurun çıktığı yere varmaktı. Zaten onun için yola çıkmışlardı.. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki konuştuğu zaman etrafındakilere ümit, fazilet, doğruluk, manevi bir huzur dağıtıyordu… Bu zatın cildi şeffaflaşmış, adeta insan şeklinde bir nur yığını halini almıştı. İşte bir gün bu kervana tesadüf ettik… Sohbetlerinde bulunduk… Onları dinledik… Bize birçok hakikatlar anlattılar. Biz de onları okuyucularımıza bu yazılarımızda anlatacağız…

Mütevazi küçük bir kasabada, gayet temiz ve şirin bir evde otururdum… Gündüzleri hastalarla uğraşırdım, manevi ve ruhi tarafımı takviye için.., küçüklüğümden beri kıymetli annemin telkin ve öğretimi ile Allah emirlerini, insan olmak şükrünü harfiyen yerine getirmek arzu ve hevesim, akademik bir ilim gözü ile taassup denecek derecede düzgün ve sarsılmaz bir halde idi… Ruhiyat tahsilim ve doktor olmam, bu düşünce ve inanma kabiliyetimi sarsmak değil, manevi tarafımı takviyeye hizmet etti…

Her türlü hurafe ile karışık din bilgilerinin üstünde, bana bir inanma zevki ve kabiliyeti verdi. Bu lütuftan dolayı fevkalhad memnun ve bir huzur içindeyim…

Hayatta çok maddi sıkıntılara, aylar ve yıllarca duçar oldum. Fakat bunlar ruhiyatım üzerine tesir değil, küçük bir leke, bir toz bile konduramadılar. Bundan dolayı büyük ve tatlı bir şükür tarif edilmez bir huzur, sarsılmaz bir inanış içinde dünyada iş ve gücümle meşgulüm… Bu hasletlerin muhassalası üzüntü vermeyen, bunaltı hissettirmeden bir sabır mecmuası haline getirdi beni… Bu basit görünen hasletlere insanı kavuşturan yolların, tatlı çilelerin hikâyeleridir bunlar…

Günlerden bir yaz günü idi… Kazadan ayrılmış tek başıma kırlarda dolaşıyordum… O mıntıkada çok bulunduğum için beni herkes tanır hürmet eder ve çok severdi… Ben de onları severdim… Çoban köpekleri bile tanırdı, kuyruklarını beni gördükleri zaman sallarlar yanıma gelirlerdi. Ben hayvanları çok severim zaten… Onlara ara sıra ekmek de götürürdüm… Çok eski devirlerde yaşamış bir olgun, en fâziletli canlının köpek olduğunu söyler. Bir dilim ekmeğe hayatı boyunca sadakat. Kolay iş değil… İnsan fazileti kedininki gibidir. Menfaatine dokundu mu elinizi tırmıklar…

Birden bire karşıma o mıntıkanın yabancısı olduğu elbisesinden, yüzünden, her türlü hareketinden belli, yaşlı beyaz sakallı başında yeşil bir sarık bir adam çıktı. Bana doğru eğildi.. “Doktor bey!” diyerek selâm verdi. Sağ omuzumu öptü. Tarif edilmez güzel bir koku içinde yıkanmış gibi kokuyor… Gözleri siyah zeytin gibi parlak, insanın görmediği yerleri gören bir bakışı ve insana huzur ve emniyet veren bir tavrı vardı…

“Oğlum, Doktor Bey yolumu şaşırdım. Bana (D.D) köyü yolunu gösterir misin?” dedi. Bu köy bulunduğumuz yerden azami birbuçuk kilometre yokuşta idi. Ben sizi oraya kadar götürürüm dedim yürümeye başladık… Havanın güzelliğinden, tarlaların bereketinden, göğün temiz maviliğinden bahsediyordu… On dakika ancak yürümüştük. Etrafıma baktım bulunduğumuz mıntıka değişmişti…Belli etmeden hayret içinde kaldım… Karış karış bildiğim bu yerler, tanımadığım bambaşka bir mıntıka idi. Gök aynı, güneş aynı, ihtiyar aynı, ben aynı.. Fakat mekân ve yer o yer değildi… İçimden annemden öğrendiğim birçok yardım ve istimdat ayetlerini okumaya başladım.. Korkmuştum. Fakat bunu belli etmiyordum…Birden bire; “Oğlum doktor bey, merak etme, hayret etme, korkma… Ben zaten senin bütün bu hallerini senden gidermek, korkunu kaldırmak için vazifeliyim” dedi… İsmini söyledi. Söylememe izin vermedi. Mekanı bildirdi tarif ve isimlendirmeme müsade etmedi…

Nereye götüreceğini anlattı, kimseye bildirmeme aman vermedi… Tepeyi aştık tatlı bir meyil ile yeşil bir vadiye doğru iniyorduk… Bir göl kenarına geldik… Göl uzun bir kilometre kadar dar ve suyu tatlı idi… Gölü nasıl oldu bilmiyorum yürüyerek, su üzerinde geçtik hayret içinde idim ayaklarım suya batmıyordu… Su üstünde iz bırakmıyordu… Zaten ayak izleri su kenarına kadar varır sonra o da kaybolur… Tatlı bir huzur içinde idim… Karşı sahile tekrar çıktık… Biraz gittik… Kesif yemyeşil ağaçlık bir yere dahil olduk…

Orada yüzlerce kişi oturmuş beni götüren zatın aynısı gibi zatlar… İçlerinde hiçbirine benzemeyen her tarafından nur ve emniyet veren insan içine yayıldıkça insanı hafifleten bir koku yayılıyordu… Bana ikram ettiler… Oradakileri anlatmama izin verilmedi… Gördüklerimi söylememek için yemin ettirdiler… Bana, ben sormadan birçok şeyler öğrettiler…

Öğrettiklerini değil de anlattıklarını ben de bu yazılarımla anlatacağım… Bunda hilâf yoktur. Hepsi hakikattır…

Suyu tatlı gölün öte tarafındaki meclisden ve yerden ayrıldıktan sonra gölü bana aynı zat geçirtti… Yokuşu çıktık… Tanımadığım o mekanda, geldiğimiz yerleri aynen görerek yürüdük…İhtiyar durdu: “Oğlum artık ayrılacağız .” dedi. “Sen uzun senelerden beri mideni boş bıraktın… Buna da sebep midendeki hastalıktır… Bir de çocukluğundan beri aldığın terbiye ve teneffüs ettiğin temiz havanın şükrüne bağlı olman ve bunu hiç unutmamandır…”

“Mideyi boş bırakmak, hikmet ve manevi alem hazinelerinin kilididir. Bâtın gönül pınarları ,açlık ve oruç bereketi ile fışkırır… Bununla herkesin aynada gördüklerinden daha fazlasını bir tuğla parçasında görebilirsin… Biraz evvel meclislerine götürdüğüm yerlerde gördüklerin –birisi müstesna – yük çeken develer gibidirler. Ağır yükler çekmiş, çok sıkıntılı yollar çiğnemişlerdir… Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışlar. Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş, dar boğazlı olmuş zayıflamışlardır… Bugün Ramazandır. Sen oruç tutuyorsun. Gördüğün yerde sana ikram ettiler. Yemedin, verdiklerini yanına aldın. Akşam onunla iftar edersin ..” dedi.

Gözlerimi öptü. Göğsümü meshetti.. Tekrar sağ omzumdan öptü. Arkana bakmadan yürü oğlum diyerek benden ayrıldı. Ben yürümeye başladım, küçük bir yokuş çıkıyordum. Tepeye vardım. Tekrar yürüyordum. Bir aralık, yol üstünde bir karınca yığını gördüm. Merakla eğilerek onlara baktım. Yuvaları başında toplanmışlardı. Biraz o çalışkan ve mübarek hayvanları seyrettim… Doğruldum… Ortalık kararıyordu… Saatime baktım akşama 45 dakika vardı. Semti meçhule doğru yürüyordum. Yalnız kasabama eski yerimde olsaydım; şimale doğru yürümem icab ediyordu. Ben de tanımadığım mekânda şimale doğru yürümeye başladım. Tekrar saate baktım. 15 dakika iftara vardı. Yorulmuştum da. Yolun sağ tarafına oturdum. Biraz dinleneyim ve ne yapacağımı da şaşırmıştım. Bir iki dakika geçmişti ön taraftan iki kişi belirdi. Merhaba “Doktor bey!” dediler. Bunlar kasaba köylülerindendi. Kendilerini tanıdım. “Yoruldunuz mu nereden geliyorsunuz?” dediler. “Aşağıya iniyorum biraz gezmiştim…” dedim… Yoluma devam ettim. İftar olmuştu. Allah’ı anarak ikram ettikleri gıdalarla iftar ettim. İçime bir ferahlık, vücuduma bir şey yayılır gibi oldu. Tarif edemiyorum… Biraz sonra tanımadığım mekân değişmeye ve tanınmaya başladı. Kasabaya yanaşmıştım. Eve geldim. Ailem ve annem “Nerede idin?” dediler… Merak etmişler… “Biraz kırlarda dolaşıyordum.” dedim.

Annem, “Oğlum saat l l de evden çıktın, şimdi saat 19.” dedi. “Yüzün niçin solgun? Yine midene ağrı mı girdi…?”

Sedire uzandım. Bana dokunmadılar. Annem alnımı okşuyor ailem ayak ucumda idi… Sahur oldu dediler. .. Bu hakiki macerayı anneme ve aileme anlattım. Ailem hayret etti… Annem güldü…

Ve “Bak ne güzel yemekler hazırladım sahura…” diye söyleyerek “Yarın gece Kadir Gecesi oğlum. Mübarek Ramazan da çıkıyor bir daha ya kısmet” dedi. Bu hadise böylece kapandı . Aradan seneler geçti… Birçok çilelere duçar olduk. Kıymetli ağabeyimi kaybettik… Şimdi o mübarek ağabeyimin aziz manevi hatırasına ithaf için bu satırları hafızamda dün gibi yakın ve gündüz gibi aydın duran o hadiseyi ve orada bana anlatılanları anlatacağım… Bu anlatmada sizi adeta sisli bir hava içinde gezdireceğim. Çünki buna mecburum ve böyle kapalı anlatmaya da söz vermiştim…

HIZIR

“Hızır” derler. Vardır. Kimdir?

Musa peygambere Ledün yani var olan akla zorlanmadan sokulamayan kudret aleminin sırlarının ilmi…

İlim var olan bir şeyin künhüdür esasıdır vardır demektir. Hakiki inanç alemine kavuşanlar bilirler, sezerler, inkâr edemezler, etmezler.

İmkân aleminde bunalanlara yardıma koşan mübarek bir Zat-ı şerif… “Var mıdır? Yok mudur?” sözleri inanmayanların veya inanamayanların sözleridir bunlar…

Halk gönlünde yaşıyor ya, inanıyorlar ya, bu inanana da inanmayana da yeter.

Hızır ab-ı hayat suyu içmiştir derler. Devamlı olduğunun güzel inancının delilidir bu… Bizce Hızır Aleyhisselâm vardır. Bunaldığımızda yardıma Hakk nasip etsin diye dua ederiz.

Bir de İlyas vardır. Onun hakkında denizlerde, Hızır karalarda imkân aleminin her yerinde Hak’kın kullarına yardımının mümessilleri… Senede bir defa buluşurlarmış sözü halk arasında yaşar. Bu gönüllerde hürmete bürünmenin timsalidir.

(Hızır – İlyas)… Günü diye anarlar, dilekler yaparlar. Gün doğmadan her diyarda Hızır’a rastlamak ümidi vardır.

Bir kul rastlamış Hızır’a konuşmuş. Ondan dinledim ben de. Naklediyorum güzel bir mülâkat…

İster “evet”, ister “hayır” de. Efsane,hurafe menkıbe olamaz. İnananlara inanmayanların saldırışlarından çıkar menkıbe, efsane, hurafe… Biz reddederiz bu lâfları. Efsaneyi hurafeyi araştırın, aslına varın. “Hikâye” diyelim bunlara. Güzellikleri insana hitap eder o kâfi değil midir?

Rüyada gördüğünü inkâr edebilir misin? Bu ne demektir? diye sorar durursun.

Rüya kûdret alemine ait olan ruhla imkân aleminde dolaşmaktır. Rüya bu…

“Allah kulunun biri”, günün birinde Hızır’a rastladı senelerce evvel… Sonraları da Hızır ona rastladı. Hızır konuştu “o kul” dinledi.

Hızır’a sordu Hızır söyledi. Günün birinde Hızır o kulu götürdü bir yere…

O kul bu tesadüflerden utandı. Kimden utandı: Kendinden..

“Ben kimim ki Hızır bana rastladı” diye…

Başka bir gün de “o kul” ormanda kırklarla görüştü.

Yaylalarda yedilerle buluştu. Geceleri onbirleri dinledi…

Aradan yine seneler geçti. Bu kul konuşuyordu diğer bir kul ile…

Hızır’ın kendisine söylediğini o rastladığı kula dedi… Ne dedi bilir misin?

Kul arkadaş, üçler kalmadı bugün…

Yediler iki kişi kaldı…Kırklar onbir kişiye indi…

Hamdolsun ki onbirler baki…

Hızır’ın rastladığı kula “o kul” sordu, beni bir yere götürdü dedin. Nereye götürdü?…

Hemen cevap verdi. “Beni değil. Bizi…” Ben başka, biz başkadır. Malûm ya… Sözlerimi anlayamadın.

Hem bunları sualle uzatma. Anlattığımı anlarsan yeter.

1.6.1982/Salı

MANEVİYAT    BAHÇESİ

“Ruhları, cehd ve manevi terbiye ile yüksek idrake erişmiş meçhulat aleminin dışında, zaman zaman, manevi seyahatlere çıkan içleri aydın kimselere hediyedir.”

Madde âleminde dolaşan, gayp âleminin malı ruh bir (Var) dır ki, yok görünür ve kimsenin madde âleminde onu görmeğe yolu yoktur.

Bu köşede anlatılacakların hakikatı ve mânâsı akıl ile değil ilâhi zevk duygusu ile anlaşılır…. Kendini yorma, oku geç, içinde zevk duyarsan kâfidir. Bu zevk aklın şuurlu zevki değildir. Şuursuz gibi görünen asıl ruhun zevkidir. Arı ile çiçek arasında gizli olan bal peteği gibi, zevk burada gizlenmiştir. İlim var, Fen var, Akademik bilgiler var deme, bu hudutta bunların işi yok. Hem de bunlarla halledilemiyor… Akıl ve mantık yürümüyor. Bu malzeme ile de hallederim deme… Edep haricine çıkarsın….

Gözlerin ve beş duygunun şahitliğine dayanarak bunlar hakkında bir fikir yürütme… Aklın yetmediği yerlerde kanunlardan bahsetmek gülünç olur. Kanun, etraflı bilgi demektir. Mâneviyat bilgi âleminde yalnız tezahürleri ile vardır… Ve bu böyle kalacaktır. Bu hüküm, bu tahdit normal durum üstündeki insanlar zaviyesinden objektif ilim hakkında, Kanun mânâsındaki umumi bilgi içindir. Normal durum üstündeki insanların enfüsî müşahedeleri, marifetleri, umumi duygular mânâsındaki bilgi için değildir.

Bu öyle bir duygudur ki, onun kendine mahsus bir uzvu yoktur. Her uzuv onundur. Ruhun umumî duygusudur… Bu hal beş duygunun dışında mühim bir ruh başarısıdır ki o duyguya erişenler bütün ruhları ile şuhud âlemini duyarlar. Bizim gördüğümüz âlem şuhud âlemi zahiren maddedir. Batınen mâneviyattır.

Madde âleminde mihaniki kaideler, prensipler, kanunlardan bahsederken bâtınî âleme çevrildiğimizde o âlemde kanun değil, beşerî bilgi ile ancak ihtimal kelimesini ileri sürebiliriz…

Buranın idrâki; asıl aklın, idrâkin altında bütün ruhûn bir idrâki vardır ki oraya erişmekle mümkündür:

Bu gibi olgun kimseler maddeye akseden derin manaları şuurlarından süzerlerken, ses, söz, şekil olur. Bazen de herkesin anlayamayacağı bir dile, bir kalıba dökülürler… Bu gibi aydınlar ilâhî kanun ve emirleri kendi temiz kalp ve vicdanlarında duyarlarken meleklerle tanışırlar, göklere çıkarlar, Buraklara binerler ve nihayet tamamiyle dünyevî her şeyden alâkalarını keserek perde arkasından senli benli Rabbü’l-âlemîn ile konuşurlar.

Bu güzel sözlerdeki mânâdan, aşk makamına çıkamayan, henüz madde âleminin kesafetinde yürüyenler, bir şey anlayamazlar… Zira îmansızların ve her şeye çabuk inananların zannettiklerinden çok derin bir meseledir. Burada:

Renkler değişmiştir.

Kokular başkalaşmıştır…

Ruh uçar haldedir…

Bütün: Ben, sen, o mânevî morfin tesiri altındadır.

Okuyucularım bir an için cesetlerinden ruhlarının ayrıldığını farz etsinler, ruhlarla yürümeğe devam ediyoruz.

Tüy kıpırdatmayan bir sükûn… Göz almayan tatlı bir nur içinde gidiyoruz… Etrafına bakarken hayret et, geç, ileri gitme…Çünkü hakikatlar bu diyarda, toprak üstünde giderken toprak altına geçen ve sonra yine toprak üstüne çıkan su cereyanları gibidir…Hakikât nuru her tarafı kaplamıştır. Gözün kamaşır, yuvarlanırsın… Bu böyledir, münâkaşa etmeye kalkma.. Bu duygudur, histir, bir haldir ki izah edilemez, ancak yaşanır… Yüksek ve temiz duygularla dolu bir rüya âlemi gibidir… Nice kimseler vardır ki gözleri açık, uyanık iken bu halin içine dalıp çıkarlar, onlar yüzlerinden bellidirler… Onların gözlerinde hakiki doğruluk dile gelir. Konuşur.. Ben de bunlara karışayım diye arzu edersen, garip gibi görünen bir seyahat yap….

Doğruluk ayağı ile, adalet asâsı ile, temizlik libasiyle, alınteri azığı ile, ilim feneri ile vücut sahrasını aş…

Sözlerimiz müphem sözlerse, onları açıklamaya kalkışmayınız. Her şeyin başlangıcı zaten müphemdir. Fakat sonu öyle değildir. O halde bizi bir başlangıç olarak hatırlamanızı dileriz. Her şey evvelâ bir billûr değil, bir sis olarak tasavvur olunur.

Aksini iddia edebilir misiniz? Belki billûr donmuş bir sistir?

İçinizde cılız ve bitkin görünen şey, dikkat ederseniz sizin en kuvvetli ve en sağlam cephenizdir. Nefsinizin mümkün olsa da bir defacık med ve cezirini görseniz başka bir şey istemezdiniz… Yine mümkün olsa da rüyanın fısıltılarını dinleyebilseniz, başka hiç bir ses dinlemek istemezdiniz. Fakat görmüyor ve işitmiyorsunuz ve bu da hakkınızda hâyırlıdır. Gözlerinizi bulutlandıran perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir… O zaman göreceksiniz, o zaman işiteceksiniz… Fakat bir zamanlar kör yaşadığınızdan dolayı kederlenmiyecek, sağır olduğunuzdan dolayı üzülmiyeceksiniz. O gün her şeyin gizli taraflarını görecek ve karanlığın kıymetini takdir edip şükredeceksiniz….

Tatlı, nemli, insan içine hoşluk veren bir sis içindeyiz… Bu sis ihtizazlı bir sis… Aklı, düşünmeye bırakmıyor… Kapının solunda şeffaf bir maddeden yapılmış bir pınar var…Gürül, gürül billûr bir su akıyor… Pınarın oluğuna yakın bir yerinde fosfor gibi ihtizazlı ışıldıyan ziyadan yapılmış gibi bir zîncire bağlı bir su tası…Susamayanın bile içeceği geliyor.. Bakıyoruz, yanıyoruz, içleniyoruz, birşeyler oluyoruz…

Bir tas su alın. İçiniz.. Temiz tâsın içinde yay kavisli altı satır yazı var onu okuyunuz…

Artık daha konuşmayacağız, zira ırmak denize kavuştu.. Kapı göründü bahçeye gireceğiz… Tasın dibindeki yazıya bak.

Bu dünyada iken ilerdeki bahçede meclis kuranlardan birinin sözü:

Haktan gelen şerbeti içtik Elhamdülillâh

Şol kudret denizini , geçtik Elhamdülillâh

Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk

Kanatlandık kuş olduk, uçtuk Elhamdülillâh

Dirildik pınar olduk; irkildik ırmak olduk,

Artık denize dolduk taştık Elhamdülillâh

Islanan ağzınızı sağ elinizin üstü ile siliriz… Şükrediniz yürüyünüz….

Kapının tam önündesiniz… Kapıda sağ taraf üstte güzel bir yazı var :

Bu bahçeyi sessiz geziniz… Kendi kendinize böyle bahçe mümkün mü değil mi diye fikir yürütmeyiniz … Olduğunuz gibi, olduğu gibi seyredip çıkınız..

Yazının altında imza gibi bir yer var… Oraya kadar uzanan gül dalları arasından görünen ince yazıları da gül dallarını ayırarak okuyunuz… Yalnız dikkat edin.. Gül dikenleri elinize batmasın.

İbadet etmeyen, inânmayan kimse, ruhunun yurdunu ziyaret etmemiştir. (*)

Kapının iç tarafında uzun beyaz sakallı, geniş alınlı, nuranî, şeffaf denecek kadar temiz bir İNSAN duruyor.

Gözlerinde uhrevî bir tatlılık, yüzünde ruhani gülen bir nur, gözlerine bakanlara emniyet ve ferahlık veren bir parlaklık, duruşunda sessiz bir heybet var. Sesinde dinleyen, kulağı mest eden bir ton, sözlerinde Kâinâtın mânâsı gizli:

Onu gören ve dinleyen cesedinden ayrılmış, seyyal bir şuur, dağlar delen bir kudret hissetmekte…

Bahçeye her girenin kulağına tatlı bir ahenk halinde fısıldıyor:

Kanaatkâr ol, sabırlı ol, şefkatli ol.

Bu kelimeleri duyan kulak, manâları şuura götürdüğünde, ruhta dağılan mânâ helezonları insanı gaşyediyor. Tatlı bir sıcaklık serin bir inşirah duyulmakta.

Sedef, aza (kanaat) ettiği için Allah içini inci ile doldurdu…

Buğday tanesi (sabır) ile toprak altında bir kış geçirmeye tahammül ettiğinden en büyük nimet oldu.

Rasûlullâh (Müşfik) olduğu için, âleme rahmet oldu.

Ey bahçeye girmek niyetiyle, temiz hislerle ve biraz da merak saikasıyla gelmiş olan insanoğlu:

Sana küçük bir el yazması kitap vereceğim.. Onu şuracıkta otur oku ve sonra da birlikte bahçeyi gezelim…

Kitabın üstünde titrek sarı renkte bir yazı var :

Ey insan oğlu!

Cebel-i azamet’e; aklı koy, orada nurdan yapılmış libası giysin…

Cebel-i kibriyâya ; kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libası kuşansın…

Cebeli izzete; Nefsi bırak, orada ubudiyet libasına sarılsın.

Cebel-i ezele; ruhu çıkar, orada nûru’l-nur libasını alsın, sonra aşk narasiyle bağır, bunların derhal toplandığını görürsün… O zaman sende fetih başlar ve (Biz)’den olursun…

Sahifeyi çeviriyoruz!.

Sonsuz semaları masmavi bir nur ile dolduran Allah’â hamdolsun… Ruhu nur âleminin ebediliği içinde aziz olan Allah’ın Rasûlüne ve ona inananlara salât-ü selâm olsun…

Bunlar boş lâf değil dikkat et… Biliyor musun?

Uykuda; ilim, akıl, şuur, evlât, mal her şey gider… Bahr-ı umman-ı ahadiyete atılır…

Hiç kimsenin malı, ilmi, aklı diğerine karışmaz… Birinin ilmi, diğerinin cehliyle, diğerinin cehli ötekinin ilmi ile karışmaz… İyi düşün her uykuya daldığın zaman, vakit vâkit bunlar alınıyor… Bir günde bu (Alış veriş) verişsiz kalacak ona ecel deniliyor… Dikkat et… Hepsi yüzüstü kalır…Allah yüz açıklığı versin….

Kendisine iltifat edecek hükümdarın karşısında titreyen çobanın korkusu gibi ölüm hatırınıza geldikçe, kalbinizin hopladığını hissedersiniz. Fakat ölümden korkmayınız … Siz ne zaman sessizlik ırmağından su içerseniz o zâman terennüme başlarsınız… Toprak sizin gövdenizi geri istediği zâmandır ki, siz hakikaten raksedersiniz…

Yekdiğerinize ekmeğinizden sununuz… Fakat ayni lokmayı yemeyiniz. Birbirinizi seviniz; fakat sevginizi zincirlemeyiniz. Sevdiğiniz, ruhunuzun kıyılarında kımıldayan bir deniz olsun… Beraber terennüm ediniz… Eğleniniz, neşeleniniz, fakat tekliğinizi unutmayın….. Çünkü bu udûn telleri, aynı nağme ile birlikte titrer, fakat her biri ayrı ayrı….

Caminin direkleri bir birinden uzak durur….

Meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez…

İbadet etmekle öğünme….

Yalnız ibadet etmek hiç fayda vermez. İhsan ve keremi ona arkadaş et. Zaten ibadetten maksat ihsan ve kereme kavuşmaktır…

Kur’an okumak dilin ucundan çıkar…. İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir…

Bu sözler içinde doğru olanlar Allah’tandır. Onun lutf ü inayetidîr.

Yanlış olanlar varsa, onlar da yazanın uydurmasıdır. Rahmet, Rasûlullâh’ın kalbi pâk ve ruhu muâllâlarına mütealliktir:

Onun için Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Celîlinde, “Ben ve Melâikeler Nebiy’ye selât-u selâm getiriyorlar, ne duruyorsunuz siz de selât-u selâm getirin, acabasız teslim olun.” Buyurmuştur.

Rahmeti ilâhiye bu makamdan tevzi olunur. İlâhi Rahmet hakikat-ı Muhammediyeye nâzil olmadıkça anın parçaları olan hakâyıka vasıl olamaz. Salât u selâm getirmek herkesin nefsi için rahmet talep etmektir.

Bunu anlayan insanda basiret başlar. Basiret, Evliyaya makam-ı fuaddâ fetih buyrulan ruh gözüdür.

Onun için bu işlerde yürümek isteyen Allah’a inanır ve mümin olur. Kendini Allah’a teslim eder; İslâm olur..

Hakka teslim olmak demek; kısmeti ezeliyesinden razı ve hoşnut olmaktır. Kulun teslimiyetini hâk görünce ünsiyet başlar… O vakit âdem “insan” olur… Ve derakap dâvet-i ilâhîye vâki olur… O davete namaz denir.

Hak buyuruyor; Namazın yarısı benim için yarısı kulum için… marifetullaha bu yoldan sülûk başlar. Bundan, bu zevkten , mahrum olan insan, yaradılışındaki güzelliğin zevkinden mahrum, feyzi fıtrisinde de mahcup olur.

Hayâl ile değil müşahede ile çalış… Müşahede denilen tecelli-i ilâhî hayâl âleminin ötesinde zevkî mânâlara delâlet eder…

Bir hâl-i nûrânîdir.. Hayâlin burada takatı kesilir. Hayal ancak akla mensup olan mânaları hissî kalıplara indirir

Asıl hüner, gaflet anında Allah’ı bulmaktadır.

Bütün nefsanî her türlü arzulardan yok ol… Bundan sonra tekrar var olamazsın… Bir defa da o yoklukta var olursan artık yok olmanın imkânı yoktur. Kavuştun gitti…

Bu iş, en ince, namütenahî ince, incelikten en ileri derecenin bile yanında çok kaba kalacağı kadar ince bir meseledir. Hak ile bâtıl o kadar iç içe ve kucak kucağa tecelli ederler ki, bunları birbirinden ayırd edebilmek için insanda, hem de insan-ı kâmilde Allah vergisi basiret hiddetinin en keskini olması lazım gelir…

Mânâ helezonları esrar mıntıkasına sokuldukça “Aklın almadığı ve reddettiği mevzular” üzerinde yürünmesi ve dolaşılması çok çetin bir mahiyet alır.

Niceleri, bu helezonların dönemeç noktalarından düşüp düşüp giderler, hakikatla şeriat arasındaki büyük, ve mutlak ahengin iltisak noktalarını birden kaybediverirler… Düşer ve küfre yuvarlanırlar…

İbadet yapıyorum derken küfre gitmemek çok dikkatli olmak lâzımdır.

Hayvanlara merhamet et Cenab-ı Hakk tarafından sana emanet edilmiş bir nimettir. Emanete hiyanet Cenab-ı Hakk’a hiyanettir…

Sakın kimseye hakaret gözü ile bakayım deme… Unutma ki Allah’ın dostları bin bir şekil, kıyafet ve edâ içinde gizlidirler. Hakkın nîmetlerinin şükrünü ifa et. Nîmet gelir, şükrü görmezse gider, ilmi var, ameli yok, ameli var, ihsanı yok.

Allah’ın dostlarının yüzünü görmek nimetine erişmiş de, onlara bağlanmasını bilmez. Denizin dalgası bazan kabarır da sahile vururken, ben varım diye mırıldanır. Deniz de ona:

Sen yoksun, ben varım, der…

Aman gururlanma, gönül kırma; tepelenirsin.

Kıyamete kadar, Hakk’ın bu misafirhanesinde, Allah’ın dostu eksik değildir, unutma….

Sadaka Allah namınadır. Sadakada nefsin haz duymasın… Yuvarlanırsın aman dikkat et…

Ben şunu yaptırdım, cami yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım… Şu kadar fakir besledim, şunu yapıyorum deme… Diyenler zaten küfre sapmışlardır. İbadetleri de iyilikleri de boşuna.

Bu âlemde Allah’ın muhatabı insandır zamanın merdivenidir… Namaz Allah’a yaklaşmanın merdivenidir…

Merdivensiz, iki katlı evine bile çıkamazsın

Bu merdiveni bırakma, boşlukta, kalırsın… O merdiven çıkıldıkça nurlaşır. Nurlaştıkça temizlenir….

Billûr gibi bir ruh, temiz kokulu bir ceset, hikmet dolu bir akıl ile Allah’a kavuşursun. Ebedî hayatta nur âlemi içinde haşr olunursun.

Kulların teâlîsini isteyen Cenâb-ı Allah bundan dolayı namazı kat’î bir emr-i ilâhî ile farz kılmıştır. Şekli de tâlim-i ilâhî ile farzdır,

Keyf yapmak istersen; helâl hududu keyfe kâfidir.

Haram kapısını çalayım deme.

Bâzan bir saatlik zevkin, bir ömre bedel azabı olur. Her musîbetin altında, ne büyük nîmetler gizlidir.

Musibetlere hakikat cephesinden bakılırsa, bir rahmânî ihtar olduğu anlaşılır.

Sokakta elinden düşürdüğü şekerini yerden tekrar almasını babası çocuğa meneder. Çocuk alacağım diye israr eder, babası eline vurur, çocuk şikâyet eder, ağlar, tepinir. Halbuki babanın çocuğu himaye ettiği aşikârdır.

Bu muvakkat hayat yolculuğunda, her insanın bir gayesi vardır. Kimi maddî servet ve şöhrete, kimi mânevî huzura kavuşmağa çabâlar.

Kimisi beşerî perdeleri yıkıp Allah’a kavuşmağa uğraşır… İnsan kendi meyline göre ya nefsinin arzularına tâbi olarak kötüye gider. Alçalır… Yahut ruhun ulviyetine tâbi olup iyiyi ihtiyar eder, yükselir. Yüksek ruha sahip insanlar vicdanlarında geniş bir tasfiye yaparak hidayete erişmek yolunu tutmuş ve fani hayatın hudutlarını aşmak istemiştir.

Bu tekâmülü kendiliğinden sezmekle mümtaz bir insan olur.

İnsanın binlerce arzu ve emellerle yüklü nefsiyle mücadele ederek, muhtelif temayüllerini, şehevî ihtiraslarını önleyip onu kötü ve mülevves olan her şeyden ayıklamak, çok güç, bununla beraber çok ulvî ve kutsî bir feragattir.

Bu suretle elde edilen manevî varlık en yüksek bir mertebeyi ifade eder.

Mahsusa taallûk etmeyen bu gibi kıymetlerin tâyinini müsbet ilimlerden istemek imkânsızdır.

Zaten her kıymet, izafî olarak akıllı yoldan idrâk edilecek bir vasfa malik değildir.

Nitekim bazı kıymetler vardır ki olgunlaşmış ve bir nevi hidayete erişmiş insanlar tarafından kabul edilir ve itikad olunabilir.

Fakat ispat edilemez. İnsanların akla uymayan şeylere karşı mukavemet edilmez bir temayülü bulunduğu da inkar edilemez bir hakikattır. Bazı inaanlar bazı kıymetler için yaşar, hatta onun için hayatlarını feda eder, fakat uğrunda can feda edilen şeyin riyazî katiyetle isbatını kim verebilir. Namus için, Vatan için…

Ölümü göze alabiliriz. Bunun bir belâgat olduğunu iddia etmek tamamiyle kıymetten âridir.

Bu kıymetler kudsî arzuların neticesidir. Ruhî huzur ve sükûna ermek, ebedî ve sermedî hayata ermek için şahsî menfaate arka çevirmek çok biiyük bir fâzilet eseri ve çok büyük bir ruh başarısıdır. İşte çilelerle ömür geçiren evliya mertebesine çıkan mübarek insanlar, gönül deryasının hudutsuz derinliklerine kendilerini atmış, gıbtanın üstünde bir gıbta ile aranılacak büyük ve kutsî şahsiyetlerdir. Bunlar, Kur’an âyetlerinde gördükleri ledünnî mâna ve onun derin ve gizli mefhumlarına ermek hususûndaki fikri cehd kahramanlarıdır.

Müsbet ilim denilen kör ve tek gözle bakış mefhumu insani beş duygunun kuru bir makinesi halinde görüyor; ve insanın şahsiyetini hiçe sayarak onu terkip, tahlil ve tecrübe mezhebine âlet etmiş oluyor.

Bu zihniyet içinde; Ey ziyaretçi! İçinden geldiğin dünya ve insanlık, madde ve kuvvetin tesir ve hesabı karşısında, bilgisini, tecrübî usullerle bir asla ve bir kanuna bağlamak mecburiyetinde kalmış, tecrübe ve müşahedeye girmeyen metafizik hadise ve kuvvetlerin karşısında, inkâra sapmıştır.

Bu müsbet ilimler çerçevesinin ortasında mahsur kalanların, iman dünyasına hakaretle arka çevirip, maddî bir uzuv olan gözün göremediği kudreti ilâhiyeyi göremedikleri için inkârâ kalkışması, aczin üstünde bir aczin ve budalalığın ifadesidir. Müsbet ilim sancağı altında toplanan bu sınıf calî bir gurur ile münkir daha doğrusu yalnız maddeye bağlı bir dinsiz tipi çıkarmış ve bu nazariye insanı zaruri olarak ye’is ve ümitsizlik çukuruna sürüklemiştir.

Onların nazarında âkıbet yok, Allah yok, saadet yok, mes’uliyet yok .. Kalp ve ruh gözü ile kâinatı gören mübarek insanlar bunlara acıyor.

İnsanlık tabiatın en korkunç taraf ve hâdisesi olan karanlığı gidermek için çok büyük emekler sarfetti. Çıra, mum, kandil ve nihayet petrolu buldu… En son, nur halinde elektriğe kavuştu, fakat o kandiller, elektrikler ancak onun dışını aydınlattı. Müsbet ilim gururlanıyor maddeyi aydınlattı insanlığın iç alemini tenvir edemedi edemez, edemiyecektir de…

Ey ziyaretçi ! Canın sıkıldıysa geri dön, çünkü sen hala, bahçede ne var diye düşünüyorsun. Daha çok laflarımız var. Seni temizliye temizliye en sonunda, bahçeye sokacağız.

İnsanoğlunun Hakk’a vasıl olması, aşk-ı Rabbânî iledir. Bu aşkın tedarîki için, pota-yı Muhammediye’de erimek şarttır.

Bu pota’ya girebilmek için, imandan feyz almak zarurîdir. Tuz gölüne düşen en pis hayvanın her zerresi tuza inkılâb eder.

Memleha-i Muhammediyye’ye düşen insanın her türlü şekaveti saadete, kesafeti letâfete inkılâb eder. Bundan dolayı dünyaya, imkân âlemi demişlerdir.

Hazret-i Rasûl’ün nazar-ı akdesiyle iltifata nail olan mücrim derhal muhterem olur. İman aşkı tedariki din ile olur.

Din; sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir. Bu dinin umdeleridir. Âlemde aslını esasını bilmek aşkına din derler. Müsbet ilimler bu âleme nereden geldiğimizi söyleyemez.

Fen, hâdiseler arasındaki münasebeti araştırır. Fen nasıl, din niçin? sualine cevabı verir. Dünyadaki büyük dinlerde vâhdaniyet yalnız İslâmiyet’te vardır. Bütün mevcudat onun azameti altında toplanmağa mahkûmdur.

Dinin muallimlerine enbiyâ derler. Bunlar Allah’ı isbata değil ilâhî kelimeleri ilâna gelmişlerdir.

Allah, muhtac-ı isbat değildir. Peygamberin tanıttığı gibi Allah’ı tanımayanların Allah’a îmânları doğru olamaz.

En kalpazan şöyle anlar:

“Ben içinizden biri gibiyim:”

Biraz akıllısı :

“Ben sizin heyet-i mecmuanız gibiyim. İçinizden biriniz gibi değilim:”

Bu ne demektir? Bu âleme gelen her ferdin diğer fert üzerine tercih olabilecek bir sıfat-ı âliyesi vardır. Bu sıfat dolayısiyle bu âleme gelmesi iktiza-yı hikmet olmuştur.

Meselâ: Ben sizden iyi görürüm. Siz de benden iyi yazarsınız. Fakat sizden daha iyi okurum. Okuyuş sıfatım size tercihimi sağlıyan sıfattır.

O halde daha iyi anlıyanlar:

Bilimûm sizdekı sıfât-ı kemaliye bende ‘vardır.

Rasûl’ün, “Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demesi bir iltifattır.

Dünyada ümmetine serbesti vermiştir. Yoksa bilmek değildir.

“Ben ahlâkı tamamlamaya geldim.” demeleri bunun delilidir.

Rasûlullâh’ı biraz daha iyi anlayanlarda:

“Yâ Muhammed! Onu sen atmadın biz attık.” ayetini anlıyanlardır.

O halde Allah’ı bulmanın yolu Bir Allah dostu bulmakla başlar. Bu yola giriş Rasûl’e hakikî bağlanışla başlar.

Ve bütün akıl çerçevesi içindeki hal ve hadiselerin bulunmadığı ve en mahrem yer olan zât-ı tecellî makamında son bulur.

Buranın ilmine vukuf vahiy ile gelir, Melek vasıtasiyledir. Peygamber’e mahsustur.

İlham ile gelen ilim, sıddîkıyet makamında başlar. Bu makamda sarhoşluk yok gibidir. Fakat burada da benlik akıl ve nefisle alâkasını kesmediği için asgarî hatâ mevcuttur.

Mânevî saffet, benlik ile başlar. Tasavvuf şeriatların mâneviyâtıdır. O halde Nübüvvet ve Risâlet ile başlar diye kabul et…

Dünya ve Ahiret diye söylenen sözlerde bir şey gizlidir. O da insanda şerîati gerçekleştirmektir. Bu gerçeklesirse insanda Allâh’ın rızâsı karar kılar.

İşte dünya ve âhirette kıymet bu rızâdadır. Bu rızâ da şerîat ile elde edilebilir.

İnsan şerîata bağlandığı nisbette, ‘ nefsaniyetten uzaklaşır…

Şeriata uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bâzı mücâhede ve riyâzatlar, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir.

Birçok Hintliler riyâzat ve mucâhedede hiç kusur yapmazlar, ancak nefislerini kuvvetlendirirler, başka bir şey elde edemezler. Bâtn-ı irfâna talip olan şeriata sıkı bağlanacaktır. Aksi hakkında söz yürütmek abestir, beyhudedir. Münakaşadan bir şey çıkmaz. Burası münakaşa yeri değildir. Bu iş akıl işi değildir, zevk işidir. Onun için mevzuumuzdaki sözlerimiz kitaplarda yoktur.

Bugünün gafil madde dünyasının sonu olmadığı, bin küsur senedir ortada bulunan ruh imparatorluğunun ebedîliğindeki mânâyı idrâk edenlerin azâlması, dimağlara bir fiske vurup kendilerini toplamağa sessiz bir ihtârdır…

Bu yazıyı okumak arzusunu merak hissi ile değil… eksiklerini tamamlamak maksat ve hevesiyle okursan oku… Yoksa kendini yorma, çünkü insanı sıkar…

Sevmediğin bir filmi seyrederken duyduğun üzüntüyü duyarsın… Bu da senin için hayırlı değildir: Anlıyamıyorsan hakîkatı biz gösteririz. Vazifemizdir. Borcumuzdur… Tâ ki sen anlayana kadr…

Her zaman müşkillerini sor… İnanmadığını kimya laboratuvarından tüp içinde inanacağın şekilde anlatırız.

Ateş bilmem falanı yakmıyor, nasıl olurmuş, olur. Gel sana da göstereyim, hem de öğreteyim… Yakmadığını gör, fakat aklın sarsılmasın… Sen, bütün şüunu 300 sahifelik fizik, 400 sahifelik kimya, 70 sahifelik mantık kitabının içinde mi zannediyorsun?

Kâinat orkestrasında aklın, ruhun tellerini akort edecek insani bul, akordunu yaptır da nâmütenâhî ebedî konserin içinde gaşyol.

Kâinati anla… Peygamber’i bil, Allâh’ını müşahede et… Lâflarım edebiyat değil, zevkle okunsun da diye değil; ihtiyârı zahmet et gel bul, hakikî yolcu isen dermanını bul.

Bir nazarla bir yakaza içinde gör. Ondan sonra git madde âlemine haykır… Haykır o budalalara… O zavallılara…

Madde peşinden koşan kudsî âlemi bilemez. İnsan ruhu kandil gibidir. İlim onun aydınlığıdır. İlâhı hikmet, kudsî âlem onun zeytinyağıdır.

Ruh ve kalbin arzularîyle, bedenin hırçın isteklerine karşı koyup, sabretmeyi kendinde hakikîleştiren insâna semâvîler hizmetçi olur. Madde ve dünya için o kadar zahmet çekiyorsun.

Biraz da HAKK için zahmet çek.

Allah buyuruyor:

“Benim nâmıma zahmet çeken kulun günahlarını izzetim hakkı için mahvederim.”

Sevinci, feragatte ara.

Başkalarının mâlik olduğu şeylere göz dikme. Kalb arzularının kapısını kapatırsan, insaniyetin en şiddetli şuuruna mâlik olursun…

O zaman bu hâdiseler, bu tecellîler anlaşılır. Hakiki kulluk; ibadet, mücâdele ehlinin işidir. İlme’l-yakîn ile başlar.

UBUDİYYET; yakınlık ehli işidir ki ayne’l- yakîn ile başlar. Rasûlullah bile bu sıfat ile kabul buyurulmuştur.

UBÛDİYYET; müşahede ehlinin işidir ki. Hakka’l-yakîn ile başlar. Bu mertebe başlamadan evvel insanda hayâ denilen bir sıfatın belirmesi lâzımdır.

HAYÂ; hukuk-u ilâhiyeyi ve Rabbâni emirleri yerine getirmedikçe Allah’dan bir şey istememektir.

Bu sıfat, yâni hayâ, kulun kalbi ile Allah arasındaki perdenin azalmasından sonra husule gelir. Bunları vehleten anlamak güçtür.

Şunları evvelâ tefrik etmeğe çalış :

Sünnetu’llah nedir?

Âyetu’llah nedir?

SUNNETU’LLAH; tabiî kanunlardır.

ÂYETULLAH; kâinatta hüküm süren kanunlardır.

Bunlardan âyât-ı ilâhiyeyi düşünmek farzdır.

“Siz sünnetü’llâhı öğrenebildiğiniz kadar bilirsiniz. O bildiğiniz miktarda değişiklik bulamazsınız.” Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz fakat keşfettiğiniz sünnetin zâhir eserleri de zarurî değildir. Kâinat Allah’ın ihtiyâr-i ef’alinin eserlerinden ibarettir.

Bu eserlerin bizzat tegayyür etmesine imkân yoktur. Akıl Allah’ın varlığını bildirir. Allah’ın varlığını bilmekle Allâh’ı bilmek arasında fark çok büyüktür.

Allah, akıl ile bilinse idi, bulunsa idi kitâba, nebî’ye hacet kalmazdı. Dış âlem üzerinde elde edilen bilgi mahzun ve mükedder anlarda duyulan ahlâkî ve mânevî boşluğu dolduramaz.

Fakat manevi ve ahlâkî bilgi dış âlem hakkındaki cehaleti daima teselli edecektir. Ve böyle kalacaktır.

Başınızı semalara kaldırınız, durduğunuz yerden ötesini tasavvurdan muhayyileniz yorulacaktır, fakat tabiatın mucizeleri tükenmiyecektir. Bunlar hep sünnet-i ilâhiyedir.

Göze görülen bu âlem, kâinatın muazzam sînesinde ancak belirsiz bir izdir. Hiçbir fikir aslına yaklaşamaz. Anlayış melekeleriniz tasavvurunuzun hududunu aşsa eşyada, saklı olan hakikata kapılsa ancak ufak zerreleri meydana çıkarmış olursunuz. Bu da merkezi her yerde olan, yüzü hiçbir tarafta bulunmayan namutenahî bir küredir. Muhayyilelerinizin en nihayet bu düşünceler içinde kayboluşu Allah’ın sonsuz kudretinin hissolunan en büyük mümeyyiz vasfıdır.

İnsan Allâh’a, varlığı hakkındaki delil ve ispatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla, bir îman ve i’tikat sahibi olmağa çalışmakla yaklaşır. Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup her türlü dünya, saadetlerini atarak halâsa kavuşmuş olanlardan öğreniniz.

İlk defa inanmış ve i’tikat etmiş gibi görünerek hareket ediniz, dua ediniz, ibâdet ediniz, bu hal, tabii bir şekilde sizi îman ve i’tikada doğru götürecek ve aklınızı yenecektir. O zaman hakikî değerinizin ne olduğunu birbirinizden öğreniniz. Allâh’ın sesini dinleyiniz.

Îman size, beş duygunuza aykırı bir şey göstermez. Onların sezemediği şeyleri bildirir…

İman, beş duygunuza, aklınıza, zıt bir şey değildir. onların üstünde bir inanıştır. Aklın muhakemesine her şeyi vurmak istersek, o zaman îman saçma ve gülünç gelir sana…Allah’ı hisseden, akıl değil, kalbdir. İşte îmânın insana öğrettiği şey de budur. Bir insandır, câhildir. Muhakeme etmeden Allah’â inanmış diye hayret etmeyiniz. Allah onların kalblerine sevgisini indirmiş, onlar da kendi nefislerinden nefret duymuşlar, bu da îman ve i’tikada meyil uyandırmıştır.

Ne olurdu akıl olmasaydı, insanlar his ve zevk-i tabiî ile hayatlarını sürselerdi? Başlarını secdeden kaldırmayacaklardı…Asıl hüner gaflet ânında Allah’ı bulmaktır.

Gaflete dalanlar için karanlık, aydınlık müsavidir. Uyuyan gece ile gündüzün farkında, değildir.

Karanlık ile aydınlığın müsavi olmadığını anlamağa çalış, elinde fırsat varken…

Ölüm çattığında pişmanlık çok acı gelir. Dünyada iken vakit kaybetmeden; güneşle deryâyı ayırmağa çalış. Bunu ayırdığın zaman gözlerin her iki dünyayı da görmeğe başlar…

Bir an gelir ki geçmiş, gelecek her şey rüya âlemi gibi olur.

Ölüm : Hikmet âleminden alâkası kesilip kudret âlemine dalış demektir. Bunu iyi öğren…

Küfürden kurtulamazsan, hiç olmazsa zulme gitme..İnsan küfür ile idâme-i hayat edebilir, fakat zulüm ile, asla!..

Madde âleminde ruhu bunalmış bitkin insanoğlu ! Eğer mânen hasta olduğunu hissediyorsan:

Bu da senin için bir müjdedir. Mâneviyat hastahanesine git!

Bu hastahanenin başhekimi Rasûl-i Ekrem’dir..

Asistanları Enbiyalar, hastabakıcıları Evliyâlardır. O hastahane ücretsizdir.

Menfaatsizdir, iltimassızdır, vizitesizdir. Hastahaneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı karşılamaz, bizzat başhekim Rasûl-i Muhterem karşılar. Oraya girdikten sonra tedavi olmadan çıkamazsın. Şifayı alan saadet yolunu bulur.

“Allah yolunda tozlanan ayaklara Allah cehennem ateşini haram kılmıştır.” Allah yolunda…ayakları tozlanmak nefsinin hayrını terkederek Allah’ın mahluklarına hizmetle olur.

Madde âlemi, radyo, telsiz, televizyon, atom, birçok buluşlarıyla bağırıyor, sanki kendileri bunları yarattı.

Bunlar, Sünnetu’llahda gizli hâdiselerin, zekâ ve akıl ile bulunur, terkip edilmesidir.

Bunlar bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın azameti idrâk ediliyor demektir…

Bu buluşlarınla gururlanma, inkâra gitme. Evvelâ ölümü kaldır, zevâli dünyadan zevâl et! Fakir insanı kaldır. Mezar kapısını kapa! Bunları yapabiliyorsan gel konuşalım! Çaresi varsa söyle dinleyelim…

Yoksa:

Mırıltıyı bırak… Cırcır etme!

Daha beyazlaşan saçının rengini, kırışan yüzünün buruşuğunu gideremiyorsun…

(*) İnanmanın en sağlamı imandır. İman eshabı üçtür:

  1. İmani gaybî eshabı,
  2. İmanı şuhudî eshabı.
  3. İmanı zevkî eshabı.

Bu imanların üçüncü mertebesine gelmiş olanlar bu bahçeye gireceklerdir. Yoksa diğerleri bir şey anlayamazlar. Zira bahçede görülecek küçük gösteriler hep Hazreti Rasûlû Ekrem’e bağlıdır. O mübarek büyük insanı anlamak mutlaka lûtf-u ilâhiye bağlıdır. Bu anlamak keyfiyeti: Akıl, Fen, Tarih,Edebiyat, Felsefe, Mantık ile olmaz. 4 mübareğe iman ettim diyenler bile hakiki iman edememişlerdir. Çünkü onun HALIKİ: (Onlar Bana bakıyorlar, amma göremiyorlar) buyurmuştur.

BİR   RÜYA

Rüyamda Kâbe’yi tavaf ediyordum.

Sarıya meyyal beyaz sakallı cüsseli ve gayet küçük gözlü bir zat sağ omuzuma dokundu…

“Oğlum!Sana bir gün soracaklar, Kâbe nedir? Cevabın şu olsun…

Kâbe: Kevni hakikatlerle ilâhi hakikatlar arasında bir geçit… Görünenlerle görünmeyenler arasındaki geçit… Onun için namazda ilâhi hakikatlerin zuhuruna vatan olan Kâbe’ye dönmek lâzımdır.

Böylelikle sûretler Kâbe’nin sûretinde secdeyi bulurken, bildiğimiz hakikatlar de onun bilinmeyen hakikatında secdeyi bulur… Dikkat edersen:

Namazda, ötelerin şartından bu dünyada alınan bir rayiha vardır. (Kendini Kâbe’nin içinde farzet, batıya doğru namaz kılıyorsun. Kâbe’nin duvarının dışındaki adam da Kâbe’ye doğru kılıyor; Kâbe duvarını kaldırırsan karşı karşıyasın. O halde içdeki ve dışardaki duvara mı dönüyorlar, duvarı kaldırırsan yüz yüzedirler).” Sonra bana avucunun içini öptürdü. Ve dedi. “Ben Muhyiddin-i Arabi’yim…” Devam etti:

“Gölge ile vücud birbirinin aynı değildir. Bu düşünce eşiği o kadar derin ve girift bir incelik merkezidir ki orada çoklarının ayağı kaymış ve çoklarının kalbindeki hissi selâmet bozulmuştur… Bütün akılların idrak edemediği Allah sırrının çözüm noktası ölümdür…”

” Ölmek diye birşey yoktur. Şekilden şekile girmek vardır..”.

“ Ölümü herkes anlar. Fakat tekrar dirilmede akıl bulanır, vehim şüphe içinde kalır.”

“Gölgesi olmayanları arayıp bulunuz, ondan sonra düşünerek gölge hakkında kanaat ve mütalaaya varınız…”

Rüyada gördüğümüz şeylerde gölge yoktur. Dikkat etmediğimizden veya etmek imkânı olmadığından öyle şey olur mu demeyiniz…

Rüyada: Renk ile ses vardır,koku yoktur. Bir de gölge yoktur… Niçin bunlar yoktur?Merak etme !…

Bir ilahide “Gölgem kayboldu, gönlüm dolunca” diye bir söz vardır.

Ruhla beden aynı şey değildir…

Ruhla doymuş olsa beden ne acıkır, ne de yorulur. Ama su ister… İnsan bir gölgedir. Dünya yüzünde… “

Nasip bitiyordu: Kâbenin cenub kapısından beni dışarı çıkardı… “Haydi oğlum yürü Arafat’a çık… Yolun nurlu olsun…” Kulağıma yavaşça adeta koku gibi fısıldadı:

“Alem, sıfat-ı kemallerin zuhur mahallidir. Başka söze kulak verme…”

Büyük bir ter içinde uyandım sabah ezanı okunuyordu…( Bozuyük. 9.11.1949 gecesi)

ALLAH    DOSTLARINDAN  HATIRALAR

Öyle hâtıralar var ki bende, insanı yerinden sarsar…

Geçenlerde bir mektup aldım, levha halinde.. 80 lik bir îhtiyar muhteremden: Halimi merak etmiş, görmeden.. Dua ediyor bana, İslâm dilinden…

Bana hocam söylemişti, yıllarca evvel.. Seni ancak ben görebilirim… Başkası göremez… Niçin der gibi mübarek gözlerine baktım.. Gülerek bana:

– Görünmezsin de ondan… demişti..

Hocam, görünmek istiyorum…

– Sırası gelince görün, dedi..

Yıllar geçti, dünya değişti, Hocam göç etti… Ne var, ne yok ufukta kaybolup perdelendi..

Ben öğüt tutarım.. Hocamı kırmak da hatırımdan geçmez… Onun için hocamın bir vecd halini anlatacağım, siz okuyucularıma..

Asrımız âhir zaman asrıdır. Bu gün beşeriyet dünyaya nisbetle çok akıllı, âhirete nisbetle câhil, deli olanlarla doludur.

Hakikî mü’minin sevinci olsa da hüznü kalpde yaşar.

Kalbin en büyük ölümü, Allâh’dan ve O’nu anmaktan gafil yaşamasıdır. Bildiği halde bilmemezlikten gelmek, bilmediği halde bilir görünmek asrımızın mümeyyiz vasfıdır…

Hakikî bilgi Hak erlerinin ağzından alınır… Defter köşelerinden değil… Her çeşit bilginin esası, bilgi sahibinin halinden alınır, sözünden değil.. Tam bilgi halktan geçen, Hak varlığı ile var olandan alınır…

İnsanın bilmediği şey önünde ses çıkarmaması ilimdir. Ve ilmin yetmediği şeyde o bilgin kişiye teslim olmak İslâmiyet sayılır.

İnsanlar yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlerle de beslenir.

Serseri diye bir tâbir vardır. Şimdiye kadar serseriyi ne bir filozof, ne bir romancı, ne bir edebiyatcı, ne de bir gazeteci tarif edememiştir. Serseri kelimesi kendi mânâsını bilmeden, her milletin ülkesinde dolaşır durur…

Bazı âmiyâne tâbirler vardır ki kaba olmakla beraber, bir sahifede ifade olunamıyacak bir şeyi, bir kelime ile ihsas ve itmam ederler.

Şehirli, köylü gibi… Serseri de bunun gibi bir tâbirdir…

Ben size heybemde bulunan üç beş kelimeyi makaslayarak bu târif edilmeyen şeyi târif edeceğim.. Hoşunuza giderse defterinize yazarsınız, beğenmezseniz güler geçersiniz.

Serseri, cahil bırakılmış dinsiz çocuğun büyümüşüdür…

Yalan, gürültü eder. Hakikat sâkindir.

Yıldırım, gök güzültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür.

Güneşe arkasını dönen, gölgesinin peşinden yürür.

Gayb, görülmeyen değil… görülemiyendir. (Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.)

Bu âlemde, kimin başı yere konmamış ve konmıyacaktır!..Dünyanın yarısından fazlasına sahip olan İskender de bu gün bir harabede yatıyor…

Günün adamı değil, hakikatın adamı ol… Günün adamı isimsizdir. Günün adamı, gün geçtikçe değişir. Hakikatin adamı ne ise öyle durur.

Dinsiz için vicdan ve manevi mes’uliyet yoktur, günah yoktur.

Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır. Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır. Anlaşılan anlatılandır. Anlatılamıyan anlaşılmamıştır.

Hocamın evine gitmiştim… Yıllarca evvel…

Dört gündür çıkmıyormuş, odasından.. Muhterem refikaları söyledi.

Mübarek insan oturmuş seccadesinin üstüne… Lâmekânâ bakan, Lâmekânın mekânı Beytullah’a çevrilmiş.

Yüzü solgun, beyaz huzurun tel danelerı, alnında incileşmiş.. Hareketsiz, diz çökmüş Rabbinin önüne… Etrafı görünmeyen bir sâfiyet çemberi ile çevrili. Çember görünmüyor, hissediliyor, madde gibi…

Yavaş yavaş ayakta olduğum halde başım ruhumla secdede edeple yanına yanaştım. (Yaklaştım değil) …

Ötelerin kokusundan koku içinde… Bütün cesedi, sessiz bir ihtizaz içinde… Sessiz, sözsüz dile gelmiş bütün vücudu zikrullah içinde… Allah sesi kulaksız duyulur.. Bu üç “içinde” nin içinde..

Gözleri kapalı, edep yaşları akıyordu mübarek yanaklarına. Vecd halinde idi hocam… Ruhu kendinden geçmiş ve kendi kendisinin ötesinde bir yüceliğe erişmiş idi. (Bu hal maddî ve bedenî bir hal değildir) … Pencereden gece yarısının ılık havası ile ayın nûr damlaları giriyor hücresine…

Ruhu bir çeşit yalnızlık içinde… Akıl hayretten vurulmuş gibi.. Sâfiyet çemberine çok yanaşmış olmalıyım ki ben de bir şeyler olmağa başladım… Bu hücreden hocam kâinatı seyrediyordu. Gördüklerini cihan seyyahları göremez…

İradem, akıl almayacak kadar sevgi içine daldı.. Ruhum sevip sevmediğini ve ne yaptığını ifadeden âciz bir halde… Hafıza yok gibi.. Duyular işlemez… İnsan şekilsiz bir şey görür gibi oluyor, o anda…

Hocam görüyor, ben de kapı aralığından aynı hali seyrediyordum… Seyrine doyum olmayacak kadar güzel, rengi yok… Fakat bütün renkler kadar câzibesi var…

Görülen ışık, güneşe benzemez, fakat çok lâtif bir aydınlıktır.Ve bütün ruhî ve bedenî ışıklar ondan gelir.. Görülen şey bir yer işgal etmiyor, fakat her yerde, her şeyde vardır. Her tarafı doldurur. Görülen şey kımıldamıyor fakat her şeye tesir ediyor. Ve onu idare ediyor…

Ruh gördüğü, ışığın fazlalığından kamaşır… Güneşe baktıktan sonra eşyayı görmekte zahmet çekenler gibi, yalnız güneşin büyük bir ışık olduğunu anlar.. Onun gibi bu karanlıkta Allah ruha büyük bir aydınlık neşreder. Ve onunla ruh hususî bir hakikat değil, fakat Allâh’ın mahiyeti bilinmeyen iyiliği hakkında umumî, belirsiz bir bilgi edinir…

İnsan bütün bencil menfaatlardan sıyrılır, fakat bu ilâhî bir dolgunluğa yer vermek içindir. Düşünceler ve arzular devam eder, fakat hepsi Allah’a yönelir…

Hocam birden bire başını döndürdü, arkasından bana baktı..

Seni hırsız, ne seyrediyorsun, dedi.

Ses çıkarmadım, O:

– Bu temâşâda ruh bütün kabiliyetlerinin üstüne çıkar ve engin bir yalnızlığa dalar, bu hudutsuz hayrın saklandığı esrarlı karanlıktır. İnsan tek ve sâde olan bir şeyin, ilâhî ve sonsuz huzuruna varır… Dedi…

Halk dağın eteğine kadar gelir; Oraya yalnız Musa çıkabilir oğlum…

Allah, hatıra gelen her şeyden başkadır. Gönülde ona şekil verilemez. Biz ancak bu âlemde ef’âl-i ilâhîye, âyât-ı ilâhîye ve hikmet-i ilâhîyeleri bir nizam halinde, müşahade eder, görürüz.

İnsan, Allah’ı idrâkten âciz olduğunu hissettiği dakikada onu idrak etmiştir…

Allah’ı bulamıyacağını anladığı dakikada insan Allah’ını bulmuştur… dedi..

Bugünkü dünyanın mülevves çamuru içinde kıymet bilenler kendilerini, gurup eder gibi gayb edip gizlendiler.

Vaktiyle mânen dağlarda gezerken bir zenci görmüştüm. Allah diye haykırdığı zaman simsiyah yüzü bembeyaz oluyordu. Tekrar kendi rengini alıyordu… Allah’ı ananlar böyle olursa, Allah ile olanlar gayr-ı mer’î olurlar… Gizlenme budur…

Mansur’un “Hakk benim” diyen başı kadrini bilen için , vurulmuştu… Akan kan yerde şu nakşı yapıyordu:

“Vurun başım kanı aksın, kadir bilene, doğru…”

***