Robert Frager: Neden Oruç Tutuyoruz?
(…)
Orucun Mertebeleri
Ancak, orucun daha yüksek mertebeleri vardır. İlk ideal hedef yemekten içmekten kaçındığımız gibi zarar verici şeyler yapmak veya söylemekten de kaçınmaktır. Bu İkincisi, sadece beden orucu tutmaktan daha zorludur. Ramazan ayı boyunca hem öfkelenmemeye hem de başkalarını üzmemeye çalışabiliriz. Ağzımıza girenlere olduğu kadar ondan çıkanlara da dikkat etmemiz gerekir. Konuşmadan evvel biraz düşünmek ve söyleyeceğimizi tartmak için şöyle bir durabiliriz.
Yemekten kaçındığımız gibi zararlı her şeyden de kaçınmalıyız. Mesela, Ramazan ayı boyunca nazarımızı daha çok korumalıyız. Bakışlarımız genelde haddinden fazla kibirli ve yargılayıcıdır ve karşı cinse de bir cinsellik objesi olarak bakar. Bakışlarımızı çok daha sık yere indirebiliriz. Ramazan-ı şerîf, daha dikkatli ve daha şuurlu olma ayıdır.
Orucun bir de üçüncü mertebesi vardır ki bu da velilerin tuttukları mâsivâ orucudur; Allah’ı bir an unutmaktan gafil olmama orucudur. Bu zevât, “salât-ı dâimûn”a ermiş kişilerdir. Onların orucunun seviyesine eremesek de böyle oruç tutabilenlerin varlığından haberdar olmak bile güzel bir duygu. Veliler, her an Allah’ın huzurunda olduklarının idrakiyle yaşarlar.
Kesinlikle ilk seviye orucu deneyebiliriz. Bedenin orucu başı- sonu belli olmak itibariyle nispeten dümdüz bir eylemdir ve pek zor değildir. Ancak, bu orucu tutmak dahi bizim kendi kabiliyetsizden kaynaklanmamaktadır. O da Rabbimizin bir lütfudur.
Orucumuzla iftihar etmek yerine oruç tutabildiğimiz için hamd etmeliyiz. Oruç tutamayacak derecede hasta ne kadar çok insan var. Vücutlarımızın oruç tutabilecek kadar sağlıklı olması büyük bir nimettir. Oruç tutamayacağımız zamanlar da gelebilir; doktorlarımızın bize ilaçlar almamızı söyleyecekleri veya hastaneye düşeceğimiz zamanlar gelebilir. Ramazan ayını oruçlu geçirebildiğimiz her sefer için şükretmeliyiz. Oruç, birçok nimetin kıymetini bize hatırlatıcı bir unsurdur. Yediklerimizi sindirdikten sonra biraz yemek, su ve uyku yoksunluğuna dayanabiliriz.
Tefekkür ve İnziva Ayı
Ramazan-ı şerîf, bir bakıma inziva ayıdır. Gün boyunca bedenî enerjimiz daha sınırlı bir haldedir, dolayısıyla anlamsız ve gereksiz şeylere çok daha az enerji harcarız. Günlük ritmimiz namaz ve oruç etrafında döner. Çalışmaya ve dünyevi vazifelerimizi ifa etmeye devam etsek de bu işler, bu ay boyunca çok daha az önemli görünürler gözümüze. İşleri mümkün-mertebe rölantiye alarak Kur’ân tilaveti ve evliyaullahın eserlerini ve divanlarını tetkik için daha çok zaman ayırmak iyidir.
Birçok Müslüman Ramazan ayı boyunca bir hatim bitirir; ben de hepinizi buna teşvik etmek istiyorum. Kur’ân okurken çabukça okumanızı ama âdeta üstünüze üstünüze gelen ayetlere rast geldiğinizde yavaşlamanızı ve bu ayetleri not ederek onları boş vakitlerde tefekkür etmenizi öneririm. Böyle ayetlerle dolu defterleriniz olmalı. Kur’ân-ı Kerîm’i her okuduğunuzda yeni yeni ayetler size doğru gelecektir.
Ramazan-ı şerîfin bize verdiği derslerden biri de günlerin ne çabuk geçtiğidir. Bir sonraki Ramazan ayında burada olup olmayacağımızı bilmiyoruz. Hiç bir garantimiz yok. Hatta bir sonraki vakit namaza çıkıp çıkmayacağımızın garantisi yokken bizler nasıl oluyorsa bir sonraki Ramazan ayına çıkacağımıza kesin gözüyle bakabiliyoruz. Her gün yüz binlerce insan âlem değiştiriyor olmasına rağmen biz Allah’ın bizi yarına çıkartacağından, nasıl oluyorsa, eminiz. Onlardan biri olmayacağımız# eminiz. Her gün on binlerce Müslüman son namazını kılıp, son duasını ediyor olmasına rağmen bizler bir şekilde ölümden muaf olduğumuzu düşünebiliyoruz.
Diğer yandan, önümüzdeki sene hayatta olabilir ama oruç tutamayabiliriz. Kolumuzda serum, oruç bir yana, bir lokmayı yutup hazmedecek güçten mahrum bir halde bir hastane yatağında olabiliriz. O yüzden, oruç tutabildiğimiz için Rabbimize karşı son derece minnettarlık hisleriyle dolu olmalıyız. Muazzam bir lütuf bu.
Merhamet ve Kadirbilirlik
Dünyanın bütün dinî geleneklerinde orucun bir türü bulunmaktadır. Demek ki Allah’ın gönderdiği her bir nebi, ümmetine orucu emretmişti.
Oruç neden önemlidir? Bir kere, çaresiz bırakacak derecede fakr u zaruret içinde oldukları için âdeta daimi oruca mahkûm olanların, kıtlık, açlık vurmuş veya savaş yıkımına uğramış bölgelerde bulunanların halini daha iyi anlayıp onlara merhamet duyabilmeyi öğretir. Bu haller dünyanın her yerinde, her an mevcut.
Yiyeceğimiz olduğu için şükretmeliyiz. Kıtlık tüm dünyada olabiliyor. Afrika veya Asya ile sınırlı değil. Geçmişte Amerika’da dahi çok ciddi kuraklıklar yaşandı ve birçok Amerikalı açlık çekti. Bugün çok sayıda evsiz Amerikalı bir sonraki öğününün nereden geleceğinden habersiz.
“Amerika’da olmuyordur,” diye düşünebiliriz ama evsizler ve açlar hemen yanı başımızda. Onları görmüyoruz çünkü görmek için bakmıyoruz. Bizim gözümüze görünmüyorlar çünkü onların ızdırabını görmek istemiyoruz.
Yanı başımızda bir evi dahi olmadan hayat mücadelesi veren yahut sabit bir geliri olmayan binlerce insan var. Genelde “oruçlular” fakat kendi tercihleriyle değil.
Allah’ı razı etmek için oruç tutabilmek, Allah’ın bizden istediği bir şeyi yapabilmek büyük bir nimettir. Allah bizim birçok şey yapmamızı istiyor fakat biz onların çok az bir kısmını yapıyoruz. Rabbimizin rızasını kazanma ve emrine uymak adına en azından oruç tutabilmek için samimi bir niyet edebiliriz. Sonra da gün boyu yemek ve içmekten uzak durarak her an bir amel etmiş gibi oluruz. Ancak, sadece görev mülahazasıyla mekanik bir şekilde, sabırsızlıkla, bütün gün yemek düşünüp ve iftar vaktini bekler bir şekilde yahut minnet ve sabır duyguları içinde oruç tutabiliriz. O zaman yemek ve içmekten uzak durduğumuz her an bir ibadet haline gelir.
Gün boyunca kendimizi aç ve susuz hissederken şükran hisleriyle dolu olabilir ve kendimize şöyle diyebiliriz, “Şükürler olsun Allah’ım, şu açlık ve susuzluğu hissediyorum ve Allah rızası için bir şey yapmayı tercih edebiliyorum. Açlığım ve susuzluğum Rabbime olan hasretimin ve O’nu razı etme arzumun bir alameti. Biraz rahatsızlık çekmeye hazırım ve bunu hissedebildiğim için minnettarım. Umarım ki bu azıcık gayretlerim beni Rabbime yaklaştırır.”
Neden Oruç Tutuyoruz?
Ramazan ayında neden oruç tutuyoruz? Neden namaz kıldığımızı ve neden zikrullah yaptığımızı da kendimize sormalıyız. İlk haccımda Tosun Efendim bana, “Neden buradasın? Ne diye Mekke’ye geldin?” diye sormuştu. Kendimizi ve oraya geliş sebeplerimizi incelememizi istemişti. Kısmen manevi bir yolculukta yakın arkadaşlarla beraber olmak için, kısmen haccetmekten gelen prestij için orada bulunduğumuzu itiraf etmek durumunda kalmıştık ve elbet bir de dinî bir vecibeyi yerine getiriyorduk. Ayrıca bu süreçten manevi bir şeyler kazanmayı da umuyorduk.
Peki, neden oruç tutuyoruz? En birinci cevap şu ki Allah bu ayda oruç tutmamızı emrettiği için tutuyoruz. Ama oruç tutmamız cezasından korkmamızdan mı kaynaklanıyor? Diğer insanlar da tuttuğu için mi tutuyoruz?
Kendimize, “Oruç tutan kim?”, “İçimdeki hangi bende oruç tutma arzusu var?” gibi sorular sorabiliriz. Orucu sadece bir mükellefiyet olarak görürsek, kolaylıkla sadece bir vazife hissine ve formaliteye dönüşebilir. İşte, “Bir saatlik tefekkür altmış senelik nafile ibadetten hayırlıdır,” hadis-i şerifinin bir manası budur. Yaptığımızı düşünmek zorundayız. Oruç tutma arzusu içimizde nerede? Oruç tutmadaki niyetimiz nedir?
Kendimize şu soruyu da sorabiliriz, “Bunu muhabbetten mi yoksa sadece itaatten mi yapıyorum?” Allah’ı razı etmek için bir şeyler yapma isteğimizin temellerine inebiliriz. Bütün eylemlerimizi farklı tür motivasyonla yapmamız gibi bunların altında da farklı sebep mertebeleri vardır.
Oruç tutarken içimizdeki bu farklı mertebelerini incelemeye başlayabiliriz. Oruç tutmak yerine yiyip içmek isteyen tarafımızı olduğu kadar herkes gibi olmak isteyen tarafımızı da inceleyebiliriz. Kendi rahatımız için ne gerekiyorsa yapmak isteriz. Uykuya bayılırız ve bir ay boyunca sahur için erken kalkmak istemeyebiliriz.
Ama diğer yandan oruç tutmak isteyen ve bu disiplinden keyif alan bir tarafımız da vardır. Bu yanımız eğer oruç tutmuyor olsak kendini çok kötü hissederdi. Mekanik bir itaatle, korkudan veya “atalete düşmeyeyim” diye değil de seve seve oruç tutmak isteyen bu yanımızı daha iyi tanıyabiliriz.
Namaz, zikir ve sair ibadet ve taatlerde de kendimizi bu şekilde incelemekle meşgul olabiliriz. Hangi yanımız Allah’ı zikretmek istiyor? Zikrimiz arttıkça bizde ne gibi değişiklikler oluyor?
Zikir mekanik bir şekilde başlar. Dilin zikriyle, sadece tekrar ile başlarız. Zikirden manevi haller gelmeye başlayınca dilden kalbe inmeye başlar. Ama bu ne anlama geliyor? O indiği kalp nedir? Bu iniş aslında bir yükseliş olmuyor mu? İçimizdeki gerçek zikir merkezinin farkına varabiliriz. Namaz kılan o içimizdeki yer neresi? Allah’ı özleyen içimizde neresi? Hangi yanımız oruç tutmayı çok seviyor?
Ayrıca bu yanımızın bazen diğer taraflarca nasıl örtüldüğünü inceleyebiliriz. Bir yanımız sabırsızdır ve aklımızın sağa-sola uçmasını tahrik ederek dikkatimizin namazdan başka yerlere gitmesine çalışır. Oruç tutmak istemeyen bir yanımız vardır. Bütün bunlara rağmen Allah’ı zikretmek isteyen ve O’na iştiyakla kavuşmak isteyen tarafımızı asla unutmamalıyız. Oruç tutmak ve diğer ibadet ve taatlerde bulunmak isteyen de işte o yanımızdır. Namazın hakikatine erebilecek olan da ancak o yandır. İçimize dönmeli ve bunu içimizde bulmalıyız.
Zikir dilden kalbe iner,” demek yetmez. Kelimelerin tek başına bir anlamı yoktur. Bu kalp nedir? Eh, sadrımızın ortasında durup da vücuda kan pompalayan kas yığınından bahsetmediğimiz kesin. Dünyadaki bütün büyük manevi ve dinî gelenekler kalbi, fiziksel bir organ olmanın ötesinde görmüşlerdir. Japonca ve Çincede kalbi temsil eden karakter aynıdır. Genelde “akıl” veya kalp-akıl” olarak tercüme edilir. Kafanın mesaisinin çok üstünde bir düşünme ve hissetme olarak görülür. Arapçada da hem malum organa hem de iman ve sahih aklın tahtı olan maneviyat merkezine işaret olan “kalb” kelimesidir.
Kendi kalplerimizi keşfetmeliyiz. Kalbe dair yaşadıklarımız neler? Kalbin açılması ve kapanması ne demektir? Bu açılma ve kapanma esnasında neler hissediyoruz? Ne tür davranışlar kalbimizi açıyor, ne tür davranışlar onu kapatıyor? Bunları hep kendi içimizde kendimiz keşfederek anlamamız lazım. Mürşitlerimizin hikmet dolu nasihatleri, kendimizi keşif sürecimizde bizim için; ancak birer işaret ve ipucudur.
Neden herhangi bir ibadet ve taatle meşgul olmalıyız? Neden oruç tutmalı, namaz kılmalı ve Mekke’ye gitmeli? Nefs-i emmâre cihetinden baktığımızda bunların hiçbirinin bir mantığı yok. Nefs-i emmâre para, şöhret ve her türlü zevk ister. Ama içimizde anlamamız gereken bir taraf daha var; maneviyat tarafımız. Nefsimizi j anlayamazsak, bilemezsek, bizi dalalete sürükler.
Çoğumuz için Ramazan ayının nimetlerinden biri de daha az yoğunlukta dünya işiyle meşgul olmamızdır. Harcayabileceğimiz daha az enerjimiz olur ve çoğunlukla gün boyunca biraz yorgun ve uykulu oluruz. Daha az enerjik olduğumuz için kendimizin farkına daha bir varabiliriz. Daha içimize dönük olabilir ve dışarıyla daha az meşgul olabiliriz. İyi haber: biz yorgun olduğumuzda nefs-i emmâre de yorulmuş oluyor! “Ben” delisi nefs-i emmârenin bu ay daha zayıf olacağını umarız.
Aç ve yorgunken genelde daha bir asabi olur, daha kolay sinirleniriz; biraz irfan ve insaf ile bakarsak asabiyetimizin içindeki nefs-i emmâre parmağını kolaylıkla seçeriz. İçimizdeki o emmâre dırdırını hemen duyabiliriz: “Besle beni!”, “Haydi, artık uyuyalım!”, “Haydi içecek bir şeyler bulalım.” Nefsin sesine ve o mantık dolu argümanlarına daha bir uyanık oluruz bu ay.
Manevi Hayatlarımız İçin Sorumluluk Yüklenme
Nefsimizin içerideki operasyonlarını araştırmaya ek olarak kalbimizin operasyonlarını da gözlemleyebiliriz. Bu, kendimizi incelemek için çok uygun bir aydır. İncelemek, kendi kalbimizde yaşadıklarımızın okumuş veya dinlemiş olabileceğimiz tariflere uyacağı anlamına gelmiyor. Uymak zorunda da değil. “Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedindedir,” diye meşhur bir söz vardır. Nefesler kadar çok yol varsa, o zaman bir kişinin kalbinde yaşadıkları da diğer kimseninkinden farklı olacaktır. Kendimizde dahi zaman zaman bu tecrübeler değişebilir. Bugünkü anlayışımız, yarınki anlayışımızdan farklı olabilir. Bizim kendi tecrübemiz, başka bir zatın kendi yol tecrübesine dair yazdıklarına benzemeyebilir.
Kitaplarda okuduğumuz veya sohbetlerde duyduğumuz şeyleri körü körüne taklit yoluna çok sık sapıyoruz. Başkalarından bir şeyler öğrenmek elbette ki güzeldir. Ama dikkatli olun. Kendi ihtiyacımızı tam olarak bulup ortaya çıkarmak yerine dışarıdan gelen bir ehil sesi takip etmek çok çok daha kolaydır. Mürşidimiz hariç kimseye kendi manevi hayatımızla ilgili bir mesuliyet vermemeliyiz. Mürşidimiz bizim manevi hayatımız için en büyük mesuliyeti alır ama biz yine de bize verilenleri anlayıp en güzel şekilde tabi olmak için ciddi gayretler göstermeliyiz. Bir mürşit irşad eder, yol gösterir; uyana, takip edene… Mürşitlerimden biri, “Senin için pişiririm ama senin yerine yiyemem,” demişti.
Kendimiz yemeli ve kendimiz hazmetmeliyiz; bunu bizim için kimse yapamaz. Kendi kendimize nefes alıp vermek zorundayız. Namazımızı kendimiz kılmalıyız. Ve kendi manevi hayatlarımızı kendimiz anlamak zorundayız. Mürşit, bizim arayışımızda yolu gösterir ama hakikate işaret eden parmak ne kadar mübarek olsa da bizim kendi parmağımız değildir; bizatihi hakikat değildir; hakikate işaret eden bir parmaktır, o kadar. Hakikat yolunda hepimiz kendimize özel şeridi bulmalıyız. İşte bütün bunları düşünüp bulabilmek, anlamlandırabilmek için Ramazan ayı ele geçmez bir fırsattır.
Senin manevi yolunu yürüyebilecek tek kişi yine sensin. Ve yolumuzda karşılaştığımız şeylerden bize olan tecelli, nefesten nefese değişiklik göstermektedir. Buna karşın umulur ki manevi idrakimiz de günden güne artar. Basit, statik bir yol değildir bu. Geçen ay bize doğru gelen bir şeyi bugün yanlış olarak görebiliriz. Mutlak hakikat sabittir, değişmez ama hakikatin tezahürleri değişir.
Şeriat, dinin temel prensip ve tatbikatlarına işaret eder. Bize çölde rehberlik eden yoldur. Şeriat, net bir şekilde işaretlenmiş, levhalandırılmış olmak itibariyle takip etmesi kolay olan yoldur. Ama şeriatın bu denli net tanımlanmış zahiri amelleri bizim tasavvufi hayatımızın sadece bir yönüdür.
Tasavvuf, bizim zahiri amellerimizin içimizdeki etkilerine, uzantılarına odaklanır. Tasavvuf yolu veya tarikat Arapçada çöldeki net şekilde belirtilmemiş, işaretlenmemiş yol” demektir; kumlar, kum tepecikleri sürekli değişir. O yüzden tarikatı takip etmek için çok ciddi insaflı muhakeme gücü ve irfan gerekir. En başta da yolu çok iyi bilen bir rehber gerekir.
Başkalarını mekanik bir şekilde taklit etmek yerine çok ciddi tefekkür etmeliyiz. Bunun bir neticesi, kendi maddi ve manevi hayatlarımız için kendimiz sorumluluk yüklenmemizdir. Bir anın bizden talep ettiği irfani yaklaşım diğer bir andakinden farklı olabilir. Şeriat bize nasıl davranacağımız konusunda net bir yol gösterir. Sürekli değişen bir dünyada bize meşru dairedeki bütün temel ilkeleri sunar.
Aynı nehirde iki kez yıkanamayacağımıza dair kadim bir deyiş vardır. Burada “nehir” kelimesini sanki sabit bir nesneymiş gibi alıyoruz, halbuki nehir hakikatte statik bir şey değildir. Sürekli akan, dolayısıyla sürekli değişen bir sudur. O anda içine girdiğimiz su akıp gitmiştir; ikinci girdiğimiz su artık tamamen başka bir sudur. Aynı nehir yaz aylarındaki kuraklıkta ipince bir ipliğe dönüşebilir, yağmurlu mevsimde ise galeyana gelip taşabilir.
Bir nehir gibi, hayat sürekli değişen bir süreçtir. Hayatın değişmesi gibi kişinin yolu da değişir. Başka bir kişinin manevi yolculuğu bizimkiyle kesinlikle aynı olamaz. Ama yol aynı yoldur. Her ne yapıyorsak yapıyor olalım -ibadet, zikir, oruç- yaptığımız her şeyde kendi iç halimizin olabildiğince farkında olmak için elimizden geleni yapmalıyız.
Orucu, bâtınına bakmaksızın sadece zahiri hükümlerine uyarak tutmak mümkündür. Bu hal de başka bir meşhur hadis-i şerîfte şöyle ifade buyrulmuştur, “Öyle oruç tutanlar vardır ki açlıktan başka kârları yoktur, geceleri öyle namaz kılanlar da vardır ki tek kârları uykusuz bir gecedir.” Zahiri şekle uymak, bâtıni neticeyi hiçbir şekilde garantilemez. Ama hepsi dış şekle uymakla başlar.
Hz. Mevlânâ’nın işaret ettiği gibi, bazı kişilerin namazı, tahılları didikleyen tavuk misalidir. Dışarıdan bakacak olursak, bizim namazda yaptığımız gibi tavuk da tekrar tekrar yerdeki yiyecekleri almak için yere eğilip, zemini gagalayıp durmaktadır. Bütün bu eğilip yüzünü yere götürmeler tavuğu manevi olarak da gıdalandırmakta mı acaba? Elbette ki hayır. Tavuk gibi namaz kılanlar bir şeyler kazandıklarını düşünüyorlar fakat tek yaptıkları, fiziki bazı hareketlerden ibaret. Tavuk en azından bir şeyler kazanıyor; yerdeki şeyi ağzına atıyor, boşu yok. Demek ki tavuklar, namazdan tek kazancı bir takım fiziksel hareketler yapmak olanlarımızdan daha akıllılar.
Bu ay, İslamımız ve Rabbimizle olan rabıtamızı tefekkür etmek için de çok önemli bir fırsattır. İslam’a dair bugünkü idrakimizin, yarınkiyle aynı olmaması gereğini hatırlamaya da son derece uygun bir zaman dilimidir. İslamımızın bir hayatiyeti varsa hep büyüme ve dönüşme halindedir. Sadece zahiri bir takım amelleri veya “Müslüman” etiketini kastetmiyorum. İslam’ın daha derindeki manası, kendi nefsimizin arzu ve ihtiyaçlarının ötesine geçip de müteal varlığa tabi olabilme istidadımıza işaret etmektedir.
Ramazan ayı boyunca yine bu dünyadayız, yine bütün vazife ve faaliyetlerimizle meşgulüz fakat bir şekilde her zamanki rutin ve endişelerin ötelerinde geziniriz. Farklı bir ritim takip ediyoruz, günlük hayatlarımız oruç ve namazın etrafında dönmeye başlar. Normalde günlük ritmimiz fiziksel ihtiyaçlarımız ve toplumun rutinleri tarafından belirlenir ve günümüzü iş, okul, öğün vs… saatlerine göre düzenleriz. Günümüzün büyük bir kısmını (kendi bedenimiz dâhil) dıştan gelen talepler belirler. Bu ayda, günümüz Ramazan ayının ritmiyle tayin edilir. Sahur vaktinde kalkarız, öğle yemeği yemeyiz, akşamımızı beraber geçirir, teravihimizi beraber kılarız.
Bu ay boyunca çevremizdeki dünyanın taleplerine fazla prim vermeyiz. Bu yüzden Ramazan rutinimizin kıymetini bilip keyfini sürmek gerekir. Senenin geri kalan zamanlarında, kendimizi meşgul tutarken hep etrafımızdaki dünya ile işbirliği yaparız. Bizim için şöyle bir kenara oturup da sessiz kalmak çok zordur. Biraz çalışır, sonra bir kahve molası için yerimizden fırlarız. Bir projeye başlar, sonra da telefonu cevaplarız. Onlarca randevu ayarlar ve kendimizi meşgul tutarız. Senenin geri kalanında dünyevi işlere aşırı derecede fazla enerji harcarız. Halbuki bütün bunların içimizdeki dünyaya da ciddi etkileri vardır. Bu ay daha az dünyevi iş yaparak, daha çok zikretmenin keyfine varabiliriz.
Allah’ın İradesine Tabi Olmak
Az önce, “(Ey Resûlüm!) Buna rağmen (onlar) seninle tartışırlarsa, artık de ki, ‘(Ben) kendimi Allah’a teslim ettim, bana tabi olanlar da!'”(Â1’iimrânSuresi’3:20) ayetini okuduk.
Bazı Müslümanlar bunu yaptılar ama çok azı. Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde olmak, ancak Allah’ın lütfuyla mümkündür. Kendimizi Allah’a teslim etmek istediğimizi, buna niyet ve gayret ettiğimizi söyleyebiliriz. Kendimizi tamamen O’na O nun için kulluğa adayabilmek için dua ediyoruz. Bunu yapmayı arzu edebiliriz ve Allah’ın yardımını dileniriz çünkü bunu kendi başımıza yapmamız mümkün değildir.
Ramazan ayı boyunca ufak-tefek şeylerde Allah’ın iradesine teslimiyet talimleri yaparız. Bedenimizin rahatlık ve kolaylıkla ilgili arzularına muhalefet ederiz. Bu arzuların peşinden gitmeyi reddederiz çünkü biliriz ki Allah bizim oruç tutmamızı emretmiştir. Her gün tekrar tekrar irademizi tabi olmaktan yana kullanırız; her bir susuzluk bastırmasında bir şeyler içmeye karşı, açlığın vurduğu anlarda da bir şeyler yemeye karşı irademizi kullanırız.
Bu zahiri disiplini hemen herkes becerebilir. Bir şeyh efendi bir keresinde, “Fukaranın eşeği her gün oruç tutar,” demişti. Sahiplerinin parası olmayınca o garip hayvanlar da aç dururlar ama bu açlık onları evliya yapmaz. Fakir insanlar da yiyecek bir şey bulamadıkları sürelerde mecbur aç gezerler ama bu açlık da onları dönüştürmez.
Cüz’î irademizi Allah’ın yapmamızı emrettiğine iman ettiğimiz şeyleri yapmak için kullanabiliyor olduğumuz için hamd ve şükür hisleriyle dolu olmalıyız. (…)
KAYNAK: Robert Frager, Sufi Terapistin Sohbet Günlüğü, Sufi Yay., İstanbul-2015, s.221-231.