Dr. Hayati BİCE: “KUR’AN’IN ANLAŞILMASI” ÜZERİNE…

“KUR’AN’IN ANLAŞILMASI ” ÜZERİNE…

Dr. Hayati BİCE

(Yeni Düşünce, 8 Temmuz 1988 Sayı:349 – 15 Temmuz 1988 Sayı:350 )

Ankara’da yayınlanmakta olan ve akademik niteliği ile diğer İslamî yayınlardan ayrılan “İslami Araştırmalar” dergisinin düzenlediği “Kur’an’ın Anlaşılması” sempozyumunda şahidi olduğumuz kimi tavır ve yaklaşımlar bu yazının yazılmasını bir görev haline getirdi. Oldukça yüklü bir programın yer aldığı sempozyum, son yüzyıl müslümanlarının aklına karıştıran konularda bir açıklık getirmek bir yana, konuyla ilgilenenlerin kabul edeceği gibi “Kur’an’ın Anlaşılması” konusunda adeta bir engel işlevini yerine getirdi. Sempozyumu düzenleyenlerin hiç arzu etmediklerinden emin bulunduğumuz bu durum, bir yerde gerekli ilmi zihniyeti kazanamamış olduklarını üzülerek müşahede ettiğimiz bazı tebliğ sahiplerinin -hazır canlı bir dinleyici topluluğu bulmuşken- “gol atma” sevdalarının sonucunda kendiliğinden oluştu.

Sempozyumu izlememizde etken hususlardan biri olan “İlmi Tefsir Hareketi” konulu ve A.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Salih Akdemir’e ait tebliğ son yıllarda bazı müslüman grupların duçar olduğu “hastalık” nedeniyle oldukça önemli olacaktı, olmalıydı.Gerçekten de son yıllarda eli kalem tutabilen hemen herkes, ihtisasına, müktebesatına bakmadan son derecede ‘anlamlı’ bir cesaretle “Hakim” Kitab’ımızı eline alıp köşe-bucak didikleyerek “ilmi gerçekler” “sonsuz mu ‘cizeler” keşfine çıkmıştır desek yeridir!..Ve yine gerçekten , müslüman alimlerin bu konuya açıklık getirerek Kur’an-ı Kerim etrafında bu “amatör bilim adamları”nın kopardığı velveleyi hizaya sokması, akord ermesi artık mecburiyet halini almıştır. Epeyce süredir zihnime takılmış bulunan bu “mecburiyet”in kaldırılması yolunda ümidlerle dinlemeye başladığımız Sayın Salih Akdemir, genel bir girişten sonra kısmen beklentilerimizi yerine getirirken, kesinliği herkesce kabul edilmiş hipotez ve varsayımlarla hiç kimsenin Kur’an’ı açıklamaya çalışmamasını, böyle bir durumda ortaya çıkabilecek açmazların müslümanları iman konusunda zora sokacağını belirtiyordu. Sayın Akdemir “bilime göre” sevdalıların önlünü de almak ister gibi söylediği cümlelerinde kesin olarak isbatlanmış bilim gerçeklerinin ise Kur’an’ın anlaşılması ve anlatılmasında kullanabileceğini iddia ediyordu. Günümüzün determinist zihniyetinin hemen bütün müslümanlara kabul ettirdiği kabullere son derece uygun düşen bu “hoş” ve o kadar “boş” vecizenin bir müslümanı nasıl açmaza düşüreceğini de Sayın Akdemir hemen oracıkta yine bizzat kendisi gösterdi. Geçmişteki müslüman alimlerinin çeşitli açıklamalarının bugünün “müsbet bilimi”ne göre artık bir safsata olduğunu, bunun ise “Allah Kelamı”na ait bir unsur olmadığını, olsa olsa o devir alimlerinin sığdığı olarak kabul edileceğini pek doğru olarak anlatan Sayın Akdemir, birkaç saniye sonra da kendisi benzer bir örneği ortaya koyuveriyordu:

Selef alimlerinin “gaybî” bilgiden kabul ettiği ana rahmine düşen çocuğun cinsiyetinin ne olduğu bilgisinin bugünkü müsbet ilim tarafından isbat edilebildiğinin, dolayısıyle selefin bilgi seviyesine göre “gayb” olanın bugün için “gayb” olmaktan çıktığının bildiren Sayın Akdemir, bu “gaybi” bilginin edinilmesini tasvir ederken “bilime göre” fikrinin saliklerinin ortak vasfı olan hastalığın bulgularını ele veriyordu: Sayın Akdemir, çocuk ana rahmine düştükten sonra “rahme yerleştirilen bir aletle” çocuğun cinsiyetinin ne olduğunun tesbit edilebildiğini söyleyerek salondaki dinleyicilerin çoğunluğu için çok önemli bir tesbitte bulunuyordu.Oysa konunun uzmanları, hatta sıradan bir tıp öğrencisi için bile bu tesbit sıradan bir bilgiydi. Tıp mensubu olanlar dışında bilim ile ilgili kişiler de en iyi ihtimalle bu konuda bazı şeyler işitmişti veya belki de kendi çocukları ana rahminde iken 4-5 aylıkken hanımını götürdüğü bir doktor, 4-5 ay sonra doğacak çocuğun %90 kız veya erkek olacağını söylemiş olabilirdi.”Gaybın bilgisi” gibi İslam’ın temel akaid konularından birisi üzerine konuya bu derece uzak bir topluluğa bu konudan bahsetmenin yanlış anlamalara yol açma tehlikesi gözönüne alınmalıydı. Bizim gayemiz, bir ilahiyat alimini tıptan sigaya çekmek değildir, bunun alemi de, anlamı da yoktur!

Bu konuda bilinenler ise ana hatları ile döllenme anında oluşan “ilk” hücrenin çocuğun cinsiyetine ait kodu taşıdığı ve bu “ilk” hücreden itibaren cinsiyet kodunun belirlenmesi ile çocuğun cinsiyetini öğrenmenin mümkün olduğu şeklinde özetlenebilir.(Meraklısına İnsan Embriyolojisine Giriş, Temel Tıbbi Genetik konulu kitaplardan edinerek konuyu anlamağa çalışması önerilir.)

Burada Sayın Akdemir’in şahsıyla ilgili hiç bir kastımız olmadığı gibi, bu satırları yazmamıza sebep olduğu için de kendilerine müteşekkiriz, Allah razı olsun cümleden…

Herkesin herşeyi bilmesi hiçbir devirde mümkün olmamıştır. Ama çok eskiden bazı insanlar, çok şeyi biliyorlardı. Bugün ise bazı insanlar bazı şeyleri bilebilirler. Bu bazı şeyler ise giderek iyice sınırlarını daraltmaktadır. Bu durumda, Allah Kelamı olduğuna iman ettiğimiz Kur’an-ı Hakim’deki hikmetleri, ilahi gerçekleri tamamına hiçbir zaman vakıf olmayacağımız bilgilerle, “çağdaş bilime göre” diyerek açıklamaya kalkmak artık cesaretten de öte bir şeydir.

Yazımızı şöylece tamamlamamız uygun olacaktır: “Kesinliği herkesce kabul edilmemiş hipotez ve varsayımlarla hiç kimse Kur’an’ı açıklamaya çalışmamalıdır. Kur’an’ı kesinliği kabul edilmemiş gerçeklerle açıklamaya cesareti olan babayiğitler ise önce o “kesinliği kabul edilmiş” gerçekleri belledikten sonra meydana çıkmalıdırlar, tabii buna ömürleri yeterse…”

Kısaca çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu karmaşık tabloyu netleştirecek çabaların müslümanların kafasını karıştıran soruları gidermek yolunda salih bir amel olacağı bellidir. Böylesi hayırlı çalışmaların arzettiği önem, konunun zorluğu ile paraleldir. Ancak görülen o ki, müslümanların çoğu zora talib olmak şöyle dursun ilk fırsatta; kolaya, şamataya, demogojiye ve ucuz şöhrete yönelmektedir. Bu kanıyı güçlendiren birçok örnek -maalesef “Kur’an’ın Anlaşılması” gibi iddialı bir sempozyumda da sergilendi. Kısaca tebliği konusuna değindiğimiz ve hemen farkedilebileceği gibi son derece önemli bir konuda konuşması beklenen Sayın Salih Akdemir, yüzlerce dinleyicinin vaktini eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’a yalın kılıç daldığı “19 Kelimesinin Esrarı” meydan muharebesinde harcıyor ve “İlmi Tesfir Hareketi”ne ilişkin pekçok soruya bir ışık bulabilmek ümidiyle kendini dinlemeğe gelen bir çok kişiyi üzüyordu. Sayın Akdemir’in yapacağı çalışmalarla ve yayınlarla bu konu üzerindeki tartışmalara ciddi katkılarda bulunacağı ümidimizi muhafaza ediyoruz.

“19 Meselesi” nedeniyle gündeme gelen ve kısmen haksız bir eleştirinin hedefi olan eski Diyanet İleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın tevazu örtüsü ile inceltmeye çalıştığı bir itirafı ise sempozyumun İslam ile ilgili izleyicileri arasında buruk bir tebessüme yol açıyor ve hafızalarda yerini alıyordu. Kendisine yapılan dozu hayli yüksek eleştiri nedeniyle oldukça bunaldığı görülen Sayın Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkanı iken hazırladığı ve Diyanet Vakfı Yayınları arasında yayınlanan Hz. Kur’an adlı kitapçığa aldığı bir yanlışa özür dilerken “kendisinin İslami hiçbir konunun uzmanı olmadığını”itiraf ediyordu.

Okumuş ve okumakta olan müslümanların yakından ilgilendirdiğini bildiğimiz bu konuda bütün düşünen müslümanları imal-i fikretmeğe davet ediyoruz. Hergün öğrenmekte olanın hergün doğmakta olduğudur tek bildiğimiz!..

“Alimü’l-gaybı veşşehadeh” yar ve yardımcınız olsun.

***

“KUR’AN’IN ANLAŞILMASI ÜZERİNE… (II)

Bir önceki yazımızda, Allah Kelamı olduğuna iman ettiğimiz Kur’an-ı Hakim’deki hikmetleri, ilahi gerçekleri tamamına hiçbir zaman vakıf olamayacağımız bilgilerle “çağdaş bilime göre diyerek açıklamaya kalkmanın artık cesaretten öter bir şey olduğunu ve böyle bir işe soyunan babayiğitlerin öncelikle ( Kerim Kitabımız’ı açıklamaya çalıştıkları) “kesinliği kabul edilmiş” ilim verilerini öğrendikten sonra meydana çıkmalarının uygun olacağına işaret etmiştik. Bütün genellemeler gibi, somut örneklerle izahı gerekli olan bu ifadelerimizin anlaşılması için gayet güzel olduğuna inandığım bir örnek etrafında konuyu işlemeye çalışacağız.

“İnsanın Yaratılışı”konusu ile ilgili ayetler, “Kur’an’daki İlmi Gerçekler” ana başlıklı hemen her çalışmanın konusu olarak işlenmiştir. Bu satırları okuyan hemen herkesin de bu konuda bir şeyler okuduğunu veya işittiğini sanıyorum; bu bile konunun ne kadar “popüler” halde olduğunu göstermeye yeterlidir. Burada söz edeceğimiz ayet de dolayısıyla “daha az popüler” olmuştur. Önce ayeti verelim:
“Sizi bir tek kişiden yaratmıştır. Onun eşini de ondan var etmiştir. Sizin için hayvanlardan sekiz çift te indirilmiştir. Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa döndürmektedir. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl O’ndan çevriliyorsunuz?”
( Zümer Suresi, 39/6, Hak Dini Kur’an Dili Meali, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Eser Neşriyat)

Ayetin tamamını işlemenin güçlüğü nedeniyle biz konuyu sadece kavram olarak “üç karanlık ( zülumat-ı selase ) ” etrafında bir alan belirlemesi yaparak tartışacağız. Bu yöntemin gerekliliği, yani ele alınan “belirli” bir alanla kendimizi sınırlamamızdaki gereklilik, benzer çalışmalarda karşılaşılan kargaşanın bize telkin ettiği bir husustur.

Ayetteki “üç karanlık” kavramı selef alimlerinden bugüne gelene kadar müslüman müfessirler tarafından yorumlanmış ve hemen tüm müfessirler bu kavrama zihinlerindeki bilgilere dayanarak bir karşılık bulmaya gayret etmişlerdir. Beyzavi, Fahrüddin Razi, Hazin, Medarik, Nişaburi gibi klasik tefsirlere dayanılarak Mehmed Vehbi Efendi tarafından kaleme alınan “Hülasatü’l Beyan fi Tefsiri’l Kur’an’da bu “üç karanlık” kavramı şöyle açıklanmaktadır:

“Zulümat-ı selase’yle murad; nutfe olarak pederinin sulbünde bulunmak ve sonra vakti geldiğinde anasının rahmine intikal etmek, ananın rahminde uyuşmuş kan olarak bir müddet durduktan sonra çocuk halini iktisabla validesinin karnına çıkmaktır ki gerek pederin sulbün ve gerek validesinin karnı ve rahmi her üçü de karanlık mahallerden ibaretir”…( Zümer Suresi, 39/6, Hülasatü’l Beyan fi tefsiri’l Kur’an, Mehmed Vehbi Efendi, Üçdal Neşriyat) Son devrin en muteber tefsirlerinden biri olan Elmalılı Tefsiri’nde de aynı “üç karanlık” kavramı benzer şekilde “batın karanlığı, rahim karanlığı” olarak karşılanmaya çalışılmıştır. Bu yorumlar eski devir müfessirlerinin ortak görüşü olarak değerlendirilebilir. Selefin devrindeki bilinenlere göre ve hatta bugünün avamı düzeyinde düşünüldüğünde gayet anlamlı olarak değerlendirilebilecek bu yorum, konunun uzmanlık alanı olan İnsan Embriyolojisi’nin temel verileri ile bazı çelişkileri taşımaktadır. İşte konunun en önemli noktası da burada ortaya çıkmakta ve hassas bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Kur’an’ın anlaşılması, Allah’ın ilim ve kudretinin anlatılması gibi halis niyetlerle yapıldığından en küçük bir şüphemizin olmadığı bu yorumların günümüzde Kur’an’ı tebliğe nasıl bir yarar sağlayacağı tartışılır. Hatta konu, son zamanlarda piyasaya dökülen oryantalizm kokulu İslam düşmanı çevrelerin elinde ve dilinde Kur’an’a, İslam’a saldırı için bir bahane olarak da kullanılabilir.

Konu bu kadar önemli olduğu halde selefin yorumlarını dahi aşarak kendi ihtisas, hatta hobi ( ilimin hobisi olmaz ya neyse) alanlarına bile girmediği halde, günümüzde bu konuda tıp biliminin ulaştığı sonuç ve merhaleyi anlamak şöyle kalsın konunun temel kavramlarını kavrayabilecekleri şüpheli “cesur” zevatın, iyi niyetleri yaptıkları vahim hataların yol açacağı zararlara kefaret olur mu; bilinmez…

Ele aldığımız örnekle konuyu somutlaştırırsak bu “cesaret ve vehamet” daha iyi anlaşılacaktır: öğrendiği “muhteşem” lise düzeyindeki biyoloji ‘ilimi’yle “Kur’an’daki İlmi Gerçekler”i ifşa etmeye başlayan oldukça başarılı bir ‘tebliğci’ üzerinde durduğumuz “üç karanlık” kavramını selefin anlayamadığını belirttikten sonra konuyu “çağdaş bilime göre” şöyle açıklamaktadır: Ana rahmine düşen ceninin içinde gelişerek oluşumunu tamamladığı rahim organının üç tabakası vardır: 1. Endometrium 2. Myometrium 3. Perimetrium.

İşte bu üç tabaka “çağdaş bilime göre” tebliğcimize göre ayette geçen “üç karanlık”ın ta kendisidir ve büyük alimimiz bir mu’cizeyi böylece keşfetmiştir(!). Lise düzeyindeki bir “bilime göre” tebliğ çalışması için son derecede kullanışlı olabileceğini teslim etmemiz gereken bu “keşif”, bırakın embriyoloji, histoloji uzmanı olmayı Tıp Fakültesi birinci sınıfı okumuş bir İslam düşmanı tarafından son derece zarar verecek şekilde kullanılmaya elverişlidir. Çünkü gerçekte, kabaca, şekli olarak üç tabaka olduğu kabul edilen rahim ( tıbbi deyimle uterus) ayrıntılı olarak incelendiğinde her bir tabakanın birbirinden farklı şekil ve yapı gösteren ve farklı görevler ifade eden alt tabakaları vardır.Bu nedenle kaba tasnifle üç birbirine geçmiş tabakadan oluştuğu görünen rahim duvarının mikroskopla incelendiğinde sekiz, elektron mikroskopla incelendiği zaman ise yüzlerce tabakadan oluştuğu görülür.dolayısıyla gözle üç olan elektron mikroskop devreye girdiğinde yüzlerce olmaktadır. Şimdi bu basit ilmi verilerin hiçbirisinden haberi olmayan birisinin Kur’an’ın mu’cizelerini açıklama gibi zorun zoru bir konuda bir müslümanı tehlikeli maceralara yöneltebilecek bir konuda kalkıp kalem oynatmasındaki “cesaret ve vehamet” kısmen anlaşılmıştır.
Yanlışları belirtmenin doğruyu tamamen ortaya çıkarmadığını bildiğimize göre okuyucunun bu konuda nasıl bir yaklaşımı benimsemesi uygun olur? Bu noktada bir şeyler söylemek sorumluluğundayız. Ayet yeniden okunacak olursa Arapça metne hiçbir kelime eklenmeden çok net ve geniş bir açıklama, ifade gücüne sahip olduğu görülmektedir. Buna göre Allah insanı tek bir kişiden yaratmıştır. Eşini de ondan var etmiştir.İnsanları analarının karnında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa döndürmektedir. İşte bu oluşumun tamamını bugünkü embriyoloji bilgilerine göre karşılamak mümkündür, ancak biz günümüzün ilmindeki en değişmez gerçeğin hiçbir konuda son sözün söylenmemiş olduğunun bilincinde olarak “ezel-ebed değişmeyecek” olarak iman ettiğimiz gerçekleri, “değişebilme” vasfı ve potansiyeli olan verilere kıyas etme gibi genel bir yanlışa düşmemek için herhangi bir yorum katmak istemiyoruz. Bu konuyu ille de kavramak isteyenlerin Kur’an’a sarılmalarını, Kur’an’i kavramları öncelikle öğrenmeye çalışmalarını tavsiye ederiz ancak.

Yazıyı okuyan okuyucunun selef alimleri hakkında yanlış zanlara kapılması kaygımızla, selefin kendi devirlerindeki mevcut bilgiye sahip olmadan asla Kur’an üzerinde çalışmadıklarını, İslami bilgilerin ise sadece tefsirle sınırlı olmayıp konuyu bilenlerin teslim edeceği gibi İslam’ın hemen her yönünü kucakladığını belirtmek gereklidir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, artık bu konuda, her önüne gelenin bir şeyler karalaması İslam’a düşman olanlara malzeme oluşturmaya başlamıştır. Günümüzde mevcut bilgi birikimine ulaşmanın, anlamanın imkansız denebilecek kadar zor olduğu bir ortamda, amatörce çalışmalarla hem de İslam adına konuşmanın devri geçmiştir.

Uzmanlık alanlarının giderek sınırlandığı bugünün müslümanına düşen Kur’an’la olan bağını kuvvetlendirmesi, Kur’an’ı kendine rehber kılmasıdır.

Budur Kur’an’ı anlaşılır kılacak.

Ve budur hayatımızı yaşanılır kılacak.

Kendisi yanlış anlayanların, başkalarına doğrusunu anlattığı görülmüş şey midir?

Edeb ya Hu…