Prof. Dr. Fulya BAYRAKTAR: Küresel Maneviyat Krizi ve Tasavvuf

Küresel Maneviyat Krizi ve Tasavvuf*

Prof. Dr. Fulya BAYRAKTAR

Bu çalışma her şeyden önce, bugün bir maneviyat krizi yaşandığı ve bunun küresel bir kriz olduğu tesbitine dayanmaktadır. Küreselleşmenin kendisi, insanlık için bir problem teşkil etmekle beraber, küreselleşme ile ortaya çıkan maneviyat krizi, insanlığın geleceği açısından ele alınması gereken daha önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Dünyanın son birkaç yüzyılında özgürlük adına, ilerleme adına büyük başarılar kaydedilmiş gibi görünmekle birlikte, bunların insanî alanda, değerler alanında, etik alanda karşılığının ne olduğunun sorgulanması gerekir. İnsanlık maddî ve teknik sahada başarılı oldukça, etik alanda büyük bir buhran başladığını söylemek mümkündür. Hatta bunun bir “metafizik buhran” olduğu söylenebilir. İnsanlığın içinde bulunduğu etik, metafizik ve manevî sıkıntıların temelinde bir anlam problemi olduğu görülmektedir. Zira anlamın buharlaştığı, anlamsızlaştığı, hatta anlamsızın anlamsızlaştığı bir küreselleşme modeli ile karşı karşıyayız. Küreselleşme adı altında yaşanan şey; belki de tüm zamanların en keskin nihilizmidir. Bu öyle bir nihilizm ki; her şeyi anlamsızlaştırıyor, her şeyi herşeyleştiriyor, anlam ile anlamsızı eş anlamlı kılıyor. Aslî olanı, ilahî olanı, manevî olanı reddediyor, onun yerine ama onunla aynı ad altında beşerî, ticarî, maddî, gayri insanî ve dünyevî gayeler ikame ediyor. Sahte gayeler her şeyi sahteleştiriyor. İnsanlık; sentetik, yapay hâle geliyor. İnsan, aslî anlamı ile insan olmaktan uzaklaşıyor. Bu uzaklaşmanın bir anlam kaybına yol açtığını fark eden insanlık, bir anlam arayışına yönelmektedir. Anlam kayboldukça, diyalektik bir biçimde, seküler çağda duyulan maneviyat çığlıkları diyebileceğimiz anlam arayışlarının yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak bu arayışların karşılığında da küreselleşmenin ve kapitalizmin ürettiği bir sahte maneviyat alanının piyasaya sürüldüğünü fark etmek gerekir.

İşte maneviyat bunalımlarını küresel bir kriz haline getiren şey, tam da bu noktadır. Yani bir taraftan bir maneviyat boşluğu oluşması ve fakat diğer taraftan bu boşluğun doldurulması için sahte bir maneviyatın ve sahte dindarlıkların gündeme gelmesidir. Bu her iki durum da; gerçek bir maneviyatla, aşkın referanslarla bağın kopmasından kaynaklanmaktadır. Referans, bireyin kendi algısı olmaya başlamıştır.

Bu gün artık mekânın küçüldüğü bir dünyadayız. Modernite ile ve her türlü teknolojik gelişme ile birlikte insan olmak bakımından büyük bir gerileme, bir tersine evrim var gibi görünmektedir. Bu bir anlam krizidir. Modernite, anlamı çökertirken, bireyi yalnız, izole, anlamsız hâle getirirken, postmodern dünya da, ancak köksüz ve sahte anlamlar önerebildi. Sanatta, felsefede, kültürde ve maneviyatta köksüzlük kökleşti. Anlamsızlık anlam hâlini aldı. Yozlaşma, yaygın bir insanlık durumu oldu.

Bütün bu tesbitler, insanlık adına bir çözüm önerisi arayabilmek için durumu tasvir etmek olarak düşünülmelidir. Yoksa insanlığın içinde bulunduğu bunalımdan şikâyet olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü durum teşhis edilemezse ve problemin kaynağı fark edilemezse, çözüm önerilerinde bulunmak mümkün değildir.

Küreselleşmenin yarattığı problemlerden; insanın hapsedildiği sanallık, kitleleri manüple etmek için kullanılan simülasyonlar, bölgesizleştirme ve dolayısı ile yersiz yurtsuz kılma, her yeri heryerleştirme, herkesi herkesleştirme gibi pek çok konu ayrı ayrı değerlendirilebilir. Ancak burada özellikle ele alınmak istenen; küreselleşmenin yarattığı küresel maneviyat krizidir. Ve küreselleşen dünyada, bu krizden nasıl çıkılabileceği sorusunu gündeme getirmektir.

Zira bugün, kriz kâhinleri denen dünyanın ünlü ekonomistleri, gelecek muhtemel ekonomik krizleri öngörmekte ve çözüm önerileri sunmakta; bazı sosyal bilimciler bu ekonomik krizlere dayalı muhtemel sosyal krizleri öngörmekte ve çözüm önerilerinde bulunmaktalar. Ancak asıl konu, yani “maneviyat krizi” konusu pek az entelektüelin gündemini işgal etmekte, kitleyi ise içinde bulunduğu bir girdap olan bu konu, fikren ilgilendirmemektedir. Belki de bu nedenle hiç değilse manevî tefekkür gündemimize taşınmalıdır.

Ekonomistler, muhtemel krizleri aslında anlaşılabilir ve basit eğrilerle açıklayabiliyorlar. Maneviyat krizlerini, bu kadar basit ve anlaşılabilir grafiklerle açıklamak mümkün olmayabilir ancak nedenlerini tesbit etmek fazla zor değildir.

Sorunun temelinde, insanın insan olmaklıktan kaynaklanan aslî anlamının kaybolması ve insana bu anlamı veren aşkın referansın unutulması olduğu söylenebilir. Hatta insanın bu dünyada ne aradığını unutması, hatta bu dünyada ne arıyor olduğunu kendine hiç sormaması bütün bu anlam probleminin temelini teşkil etmektedir.  Belki de kendimize Yunusla beraber yeniden sorabilmeliyiz: Yunus, sen bu dünyaya niye geldin?

Hakikat arayışlarının küçümsendiği, insanın savrulmuş bir varlık olduğu, kaba güç, ötekileştirme, barbarlık, cehaletin övüldüğü, hakikat adına hakikatin terk edildiği bir dünyada insanın kendi kendisine bu dünyaya niye geldiğini ve burada ne yapması gerektiğini sorması için bütün bu karmaşanın ortasında bir an durması ve kendine dönmesi gerekmektedir.

Ancak, pazarın orta yerinde durup, kendine dönme hamlesi yapan o insanın karşısına çıkacak olanın, küresel ve kapitalist dünyanın yeni bir sektörü hâlini almakta olan o maneviyat olmaması gerektiğine de dikkat çekilmelidir. Taptuğun Tapusunda, kul olduk kapusunda ifadesindeki gibi; kendisi ile beraber kulluk/ insanlık bilinci geliştirebileceğimiz bir mânâ olmalıdır.

Bugün insanlık, hem bir maneviyat krizi oluşturmaktadır hem de içinde bulunduğu manevî ve metafizik buhranlardan kurtulabilmek için bir tarz arayış içindedir. Maneviyat arayışları, “dinin yükselişi” gibi bir tanımlama ile bizi karşı karşıya getirmiştir. Fakat aslen yükselen din ve dindarlık mıdır? Din bir moda mıdır, dindarlık pazarın yeni malı olabilir mi? gibi sorulara cevap aranmalıdır. Mesela dindarlık yükselmekte ise, bugün nasıl oluyor da din ve terör kavramları bu kadar çok yan yana anılabiliyor? Ya da nasıl oluyor da âlemlerin Rabbine kul olduğuna inanan, el-Vedûd olan bir Allah’a iman eden ve ‘Selam dini’ne bağlı olduğunu söyleyen insanlar mesela sevgisiz, aşksız, ayıran, kaba bir tavır sergileyebiliyorlar? Belki de bu problemlerin temelinde aslî olanı anlamakla ilgili bir sıkıntı yer almaktadır.

Aslında insanın metafizik buhranı bir köksüzlük duygusundan kaynaklanmaktadır. Bu köksüzlüğün bir tarafında insanın kendi köksüzlüğünün verdiği derin bir öksüzlük duygusu vardır. O kökü aşkın olana bağlayamayışı vardır, ama diğer taraftan da bağlandığı değerlerin köksüzlüğü, bu buhranı içinden çıkılmaz bir sarmala dönüştürmektedir.

Bağlanılan değerler yerini faydaya bırakınca insan kutsaldan, hikmetten, hakikatten uzaklaşmıştır. Değeri de sahip olduğu bir şey zannettiği için değerle ilişkisi problemli bir hal almıştır. Belki de bu nedenle değer adına imiş gibi görünerek değerlerin yok edilmekte olduğuna şahit olunmaktadır. Bütün bu problemlerin çözümü problemin kaynağında gizlidir. İnsan kendi anlamını aramalıdır. Çünkü insanın içinde bir insan olma değeri vardır. Evrensel bir ahlâka, evrensel kuşatıcılığı olan bir mânâya, buradan hareketle ulaşılabilir.

Hemen ifade etmek gerekir ki burada küreselleşme ile evrensellik arasındaki fark muhakkak ortaya konmalıdır. Küresel dünya tasarımında herhangi bir değer olmadığı görülmektedir. Evrensel değerlerin hiç olmadığı, şiddetli bir rölativizmin olduğu fark edilmektedir. Küresel adı verilen “hiçbir yerli hiç kimse” olma projesinde evrensel bir değere bağlı etik bir insan tasavvuru olmadığı açıktır. Burada murad edilen insan; her yerlidir, yani aslında hiçbir yerlidir. Herkestir, dolayısı ile hiç kimsedir. En önemlisi de hiçbir değere bağlıdır. Bir etik evrensel ideali yoktur. Bir medeniyet oluşturma ideali yoktur. Bu bakımdan, küreselleşmenin bir ideal olarak alınmasının aslında neleri kaybettirdiği fark edilmelidir. Küreselleşme ile beraber sanki bir tarz modernite eleştirisi gibi görünen, sanki insanın kaybettiği anlamın peşine düşülen ve fakat aslında bütün bir insanlığın kazanımlarını yok sayan bir süreç başlamıştır. Dinde, ahlâkta ve sanatta ölçü kalmamıştır. Postmodern süreç, modernitenin doğurduğu problemlere çözüm olamamış aksine bu problemleri büyütmüştür çünkü temel dinamikleri bakımından moderniteden ayrılmamıştır.

Modernizmin açtığı yaraları sarma çabası olarak ortaya çıkan postmodern süreç, aslında manevî arayışları ve akımları da çoğaltmıştır. Modernitede din, pozitivizmin rakibiydi ve mücadele edilmesi gerekiyordu. Modern paradigma, bireycilik eksenine yerleşerek bireyden daha üstün ya da bireye aşkın herhangi bir değer tanımamak prensibine dayanıyordu. Bu doğal olarak maneviyata, geleneğe ve her türlü dînî tavra karşı olmak anlamını taşıyordu. Ancak postmodern süreçte din, maneviyat, herhangi bir şey hâline gelmiştir. Zira hakiki olanla olmayanı ayıran her türlü ölçü de ortadan kalkmıştır.  Din ve maneviyat, entelektüel gündemin konusu olmaktan çıkmaya başlamıştır. Üstelik bu süreçte herşey herşeyleşirken, her türlü dînî, manevi hareket de eşitlenmiştir. Herhangi bir manevî arayış, herhangi bir spritüel hareket, neredeyse din ile eşit hâle gelmektedir. Ve bugün içinde bulunduğumuz küresel maneviyat krizi en çok bu belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Maneviyat krizi sadece dinin eksikliğinden değil, hatta daha da fazla sahte maneviyatlardan beslenmektedir.

Yabancılaşma, modernitenin en büyük problemlerinden biriydi. Belirsizlik ise postmodern sürecin en büyük problemidir. Bu belirsizlikte aslî olanı aramaya koyulmak, belki de bu krizin çözümü için bir başlangıç hamlesi olacaktır. Ancak postmodern süreçte karşılaşılan her türlü arayışın, hakikate talip olmak anlamındaki bir tasavvufî arayış ile aynı anlamda olmadığı da açıktır. Zira moderniteden beri insan, hakikate yükselmek değil, onu kendine, kendi aklının sınırlarına, kendi düzeyine indirmek peşindedir. Böyle olunca da daha arayışı itibariyle insan, bulacağı şeyi belirlemiş oluyor. İnsanlığın bugün hakikati aramayı da unutmakta olduğu göz önüne alındığında, insanlığı bu maneviyat krizinden çıkartacak hamlenin hakikate ve kendi hakikatine doğru sahici bir yönelme olduğunu söylemek mümkündür. İnsanlarda böyle bir yönelmeye doğru bir iştiyakı uyandırabilecek olan tavırlardan biri de tasavvuftur.

İslâm tefekkürünün ve maneviyatının birlikteliği demek olan tasavvuf, sadece bir kişisel gelişim ve kurtuluş alanı değildir. Tefekkür ile buluşmuş bir maneviyat, maneviyatla buluşmuş bir tefekkürdür, bu nedenle de insanlığın anlam bunalımları ve metafizik krizleri için bir çözüm üretebilir. Bu noktada, bugün tasavvufa davet eden her nefes; insanlığı içinde bulunduğu kuyudan daha derinlere düşmekten kurtaran birer kanat gibi değerlendirilebilir. Tasavvufa yönelen her türlü sahici anlama gayreti ve tasavvufî bakışla insanlığa yönelen her türlü çözüm önerisi, insanlığın içinde bulunduğu zindanı ufuklara açacak bir kapı gibi okunabilir.

Bugün hiçbir anlama yönelme değilse bile, bir tarz ruh sağlığını hatta beden sağlığını koruma alanı olarak maneviyata yönelimler başladı. Bu yönelimlerin doğru anlaşılması ve doğru yere kanalize edilmesi, sarih ve sahih maneviyat arayışlarını da belirgin kılacaktır.

İnsan bir anlam varlığıdır. Anlam varlığı olamadığı o yerde kendi anlamsızlığında yok olmakla kalmaz, her şeyi yok eder. İnsan, bir anlam varlığı olarak kendini gerçekleştiremediğinde; yani insan, insan olamadığında, tabiattaki herhangi bir varlık hâline, herhangi bir biyolojik varlık seviyesine inmemekte, bütün tabiatı kendisi ile beraber yok edecek tehlikeli bir yaratık hâline gelmektedir. İnsan kendisi olamadığında insanlığın felaketi olmaktadır. Çünkü insan, eğer insan olamazsa hiç olmaktadır. Bir biyolojik organizma olmak insan için bir seviye ya da derece değildir. İnsan kendisi olamazsa, herhangi bir tabiat varlığı olmaz.

İnsanın anlam ve değerinin sorgulanması, bir insanlık ödevidir. Göçtü kervan, kaldık dağlar başında demeden evvel, yani eyvah demeden evvel bir sorgulamaya yönelmek gerekir. Tekrar etmek gerekirse, bugün manevî arayışların ve bunalımların temelinde; insanın anlamını kaybetmesi ve o anlamın aranmasında yaşanan problemler yer almaktadır.

İnsan madde ve mânâdan oluşan bir bütündür. Bedeni ile maddî, fizik ve biyolojik dünyanın bir parçasıdır. Fakat öte yandan bu varlık, entelektüel ve manevî donanıma ve ihtiyaçlara sahiptir. İnsanın; ruh ve beden, madde ve mânâ, hayat ve ölüm arasında kurduğu denge, sağlıklı bir varoluşun işareti iken, bu dengenin bozulması, bir maneviyat krizi olarak kendini göstermektedir.

Bu kriz saymış olduğumuz kavram çiftlerinin bir tarafına yaslanmak ve diğer tarafı yok saymak ya da ihmal etmekten kaynaklanır. İnsanın varlık dengesinin kaybolması, onu kendisini bilmek, bulmak ve olmak iştiyakından alıkoymakta, yarım kalmış, tamamlanamamış bir proje gibi kalmasına yol açmaktadır. Bu yarım kalmışlık ve tamamlanamamışlık duygusu, deniz suyu içerek susuzluğun giderilemeyeceği metaforu ile anlatılabilir. Bu yarım kalmışlığın küresel pazara sunulmuş her türlü çeldirici meta ile tamamlanmaya çalışılması ise, insanlığı içinden çıkılmaz bir dipsiz kuyuya sürüklemektedir.

Tüketerek var olmaya çalışan insan, pazarda kendine benlik bulamadıkça, sarıldığı hiçbir maddede, metada itminan bulamamaktadır. Bu çaresizlik içinde neye tutunması gerektiğini, bu kuyudan nasıl çıkacağını kendi başına bulamamaktadır.

Bu kuyudan çıkış için insanın köklü ve sürdürülebilir bir anlama ihtiyacı vardır. İnsanlığın ekonomik krizlerden kurtulmak ve hatta onlara tutulmamak için ihtiyaç duyduğu sürdürülebilir bir kalkınmaya ihtiyaç duyması gibi, maneviyat krizi ile mücadele edebilmek için de sürdürülebilir bir insanlığa ihtiyaç vardır. Sürdürülebilir insanlık ise sürdürülebilir, yeniden üretilebilir bir maneviyatla mümkündür. Sürdürülebilir insanlık sürdürülebilir insanî değerler dünyasının kurulması ile mümkün olur. Bu değerler ise tüketilemez. Tüketimin, en sonunda insanın kendisini tükettiği bir dünyada, tüketilemeyen bir anlama ihtiyaç vardır. Ancak bu; mal edinmek anlamında bir ihtiyaç değildir. Bu, varoluşsal bir ihtiyaçtır.

İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız olduğu, dünyanın kaynaklarının sınırlı olduğu düsturundan hareketle bu ikisini dengeleme ilmi olarak kendini ortaya koyan iktisat biliminin daha tanımı itibariyle oluşturduğu sıkıntı, insanın ihtiyaçlarının sınırsız olmadığı bilinciyle aşılabilir. İnsanın istekleri sınırsızdır. İhtiyaçları sınırsız değildir. Tasavvuf bize en temelde, ontik olarak bunu hatırlatır. İhtiyaçlarımızla isteklerimiz arasındaki ayrımı fark ettirir. Tasavvuf, ölmek için doğmuş olmanın anlamsızlığını haykıran modern insana; ölümden ne öğrenmesi gerektiğini fısıldar. Bu konukluğun anlamını hatırlatır. Buraya dava için gelmediğimizi, sevgi için geldiğimizi söyler.

Ancak, Tasavvufun bütün bu krizler için çözüm önerileri barındırabilme imkânından bahsetmek, onun bir yeni reçete olduğunu söylemek demek değildir. Onun bir postmodern yeni cereyan olduğunu söylemek demek de değildir. Bu çok önemli ayırıma dikkat edilmelidir. Bu sadece özü itibariyle sevgiyi barındıran bir dinin, bugün bir tehdit gibi görülebilen çeşitli yıkıcı yorumlarına sapmadan, özün fark edilmesine davettir.

Postmodern çağın egoist bireyi, artık maddeyle ilişki kurma alışkanlıklarından kurtulamamakta ve mânâ ile doğru ilişki kuramamakta, mânâ ile kurduğu ilişki de maddî bir ilişki olmaktadır. Çünkü her an esasen sanal olan bir dünyada, tabiri caizse immateryal bir dünyada, materyalizm pompalanmaktadır. Materyalizm ise nihilizme evrilmektedir. İhtiyaç duyduğumuz şey, bugün adına anlamın yeniden okunmasıdır. Anlama doğru bir yöneliş ve maneviyatla maddî olmayan bir ilişki kurabilmektir. Belki de Yunus gibi; Hoş ben terk etmem seni bir bağ ile bostan için diyebilmektir.

İnsanın kök arayışı, güven arayışı, bağlanma yönelimi, bir tarz manevî ihtiyaç olarak ortaya çıksa da karşılığını bulmak gün geçtikçe zorlaşmaktadır. Çünkü çözüm önerisi olarak sunulan şeyler de neredeyse sonsuzdur. Ve tüketilmeye hazır olarak beklemektedir. Sürekli bir süreksizliğin olduğu bu çağda, tüketilemez olan, hakiki olan, sürdürülebilir ve sürekli bir anlama yönelebilme imkânı olarak kendi irfan geleneklerimizde açılan kapılara bakmak, belki de yalnız bizim için değil bütün bir insanlık için bir umut olabilecektir. Zira Tasavvuf, evrensel karakteri olan bir manevî iklimdir. Anlam ile içselleştirilen bir ilişki kurma biçimidir.

Küreselleşmenin evrenselleşme demek olmadığı açıktır. İlk bakışta bütünü ilgilendiren, dünyanın her yerinde bir karşılığı olan iki kavram gibi görünse de küreselleşmenin evrensel bir değeri ve etik bir ideali yoktur. Evrensellik fikri, insan doğasının evrenselliği ile ve evrensel değerler ile beraber düşünülür. İlkin basit gibi duran bu ayırım, büyük bir anlam ve muhteva farkını içerir.

Küreselleşme, insanın biricikliğini ortadan kaldırmakta, onu bir beden varlığına indirgemekte, sahip olduğu kadar anlamlı hâle getirmekte, sahip olmanın tek hedef olduğu bir dünyada sahip olma yöntemlerinin meşru olup olmamasını arka planda itmektedir. İnsanın insanlık şerefinin kaybolması ise, küresel bir maneviyat krizinin temellerini atar. Bunu görmek için kâhin olmak gerekmez. Evrenselleşme ise manevî ve fikrî planda kendini göstermekte ve doğru algılandığında insan tabiatının korunması için bir çıkış yolu ve ümidi sunmaktadır. Küreselleşme insanı etik ve hakiki olandan uzaklaştırırken, evrensellik bir anlam ve değerler dünyası teklif etmektedir.

Evrensel ufku olan bir manevî tavrın, insanı her şeyden önce insandan umutvar kılacağı aşikârdır. Çünkü mânâya iman edenler, insandan umutlarını kesmezler. Bugün yaşanan bütün bu maneviyat krizine rağmen, maneviyata yönelebilme iştiyakı, onun hakikatiyle buluşabilme imkânına açıktır. Zira; Mânâ eri bu yolda melül olası değil. Mana duyan gönüller hergiz ölesi değil.
________________________________

Prof. Dr. Fulya Bayraktar, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Sanat Bilimleri Bölümü öğretim üyesidir.

(*)  Bu bildiri GÜNÜMÜZDE TASAVVUF kitabından iktibas edilmiş alınmış olup 4. Bakû’den Balkanlara Halvetilik Sempozyumu’na sunulmuştur.


İnternetten Sipariş: 

https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunumuzde-tasavvuf/569981.html