Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK: TÜRK DÜNYASINDA AHMED-İ YESEVÎ

TÜRK DÜNYASINDA AHMED-İ YESEVÎ

VE YESEVÎLİK KÜLTÜRÜNÜN YAYILIŞI:

BİR SUFİ KÜLTÜRÜN YENİDEN GÜNCELLEŞMESİ

Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK[1]

KAYNAK: Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu,26-29 Mayıs 1993, Kayseri, s.299-305

Bilindiği gibi dünyamız son on yılda çok hızlı ve beklenmedik değişimlere sahne oldu. XIX. yüzyılla birlikte başlayan tarihin hızlanması süreci, 1980’li yıllarda doruğuna ulaştı. Sonuçta, pek çok olay arasında biri var ki, bizim açımızdan özellikle zikre değer: Bu olay siyasi bağımsızlıkların gerçekleşmesinin ardından kaçınılmaz bir şekilde gün­deme gelen kültürel kimlik kazanma çabaları, yani bir anlamda, toplumların eski kültür­lerini yeniden keşfetme hadisesi idi. Bu hadisenin, eskiden Sovyetler camiası içinde ya­şayan çeşitli Türk toplumlarında da görülmesi şaşırtıcı değildir. İşte Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik,bu tabii hadisenin bir sonucu olarak ortak kültür kökenlerinden biri hüviyetiyle gündeme geldi. Bu, yüzyıllar önce Orta Asya’da müslüman Türk kültürünün temelini at­mış olan bir sufi sistemin, tarihin dayatmasıyla güncelleşmesinden başka bir şey değil­dir. îşte biz burada, bu sufi kültürün İncelenmeğe değer pek çok cephesinden yalnız biri­ni, Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün yayılma alanını ve sürecini kısaca ele almak istiyoruz.

Orta Asya’da Türk toplulukları arasında X. yüzyılın ikinci yarısına doğru başlayıp İslâmlaşma ve dolayısıyla yeni bir kültür yaratma süreci, XII. yüzyılda Ahmed-i Yesevî ile yepyeni bir ivme kazandı. Bu büyük tarihi şahsiyet, İslâm’dan önce Budist, Şamanist, Maniheist mistik kültürleri tanımış ve özümsemiş Türk toplumlarının İslâm’a geçişinin yine mistik bir yolla olacağını keşfetti. Yesevîlik kültürü işte böyle başladı ve bu mistik zemin üzerinde gelişti. Ahmed-i Yesevî’nin fedakâr halifeleri, daha XII. yüzyılın ikinci yansından itibaren Yesevîlik’i Maveraünnehir ve Fergana havalisinde, yani bugünkü Ka­zakistan, Kırgızistan. Özbekistan ve kısmen Türkmenistan ve Tacikistan bölgelerinde yaymaya başladılar(1). Buralarda Yesevîlik sımsıkı tutundu. Buralarda Yesevîlik İslâm’ın kendisi oldu. Kalabalık kitleler İslâm’ı Yesevîlik kanalıyla tanıdılar.

Bu arada XII. yüzyıl başlarında Orta Asya’da meydana gelen yepyeni ve karşı ko­nulmaz bir siyasi hadise, Yesevîlik’in yayılma alanını alabildiğince uzaklara götürdü. 12181crde başlayan Moğol istilası, Yesevî dervişlerini önüne kattı. İstilacıların ulaşamayacaklarını sandıkları bu uzak mıntıkalara akın etmekte buldular. Bir yandan Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girdiler, diğer yandan da Hindistan’a sark­tılar. O halde Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün bugün için başlıca üç ana coğrafi bölgede yayıldığını ve günümüze kadar devam ettiğini söyleyebiliriz:

  1. Bugünkü Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ve Tacikistan’ı ve Volga boylarını içine alan Orta Asya ağırlıklı saha,
  2. Hindistan sahası,
  3. Anadolu sahası.

 

Bugün için Türkiye tarih araştırıcılığı Fuad Köprülü’nün araştırmaları sayesinde birinci sahada Yesevî kültürünün yayılışının tarihini ancak klasik dönem için bilmekte­dir. Fakat bu sahanın Nakşibendilik sonrası, yani XV. yüzyıldan bugüne kadar olan du­rumu, Türkiye tarih araştırıcılığının hemen hemen meçhulüdür denilebilir. Ekim 1917 Rus ihtilali’nden sonraki durum, Alexandre Bennigsen, Chantal Lemercier-Quelquejay gi­bi Fransız araştırıcıların çalışmaları vasıtasıyla teferruatlı olmasa bile yine, az çok takib edilebilmektedir(2). Ama bu bilgiler de kesinlikle yeterli değildir. Dolayısıyla XV. yüz­yıldan günümüze kadar Orta Asya’daki Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürü, Türkiye ta­rihçilerinin en kısa zamanda tanımaları gereken bir alan olarak karşımızda duruyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Ahmed-i Yesevî’nin Orta Asya’da asıl mühim rol oynadığı saha, işte bu birinci saha, yani bizzat kendisinin ve Yesevîliğin doğduğu Tür­kistan sahası oldu. XIV. yüzyılın ikinci yarısında Muhammed Bahaü’d-Din-i Nakşibend (öl. 1389) ‘in kurduğu Nakşibendilik merhum Fuad Köprülü’nün ifadesiyle, Maveraünnehr’in büyük İslâm merkezlerindeki Sünni İran kültürünün Türk-Moğol paganizmine karşı bir aksülameli olarak tarih sahnesine çıkarken(3), buralarda şöhreti çok yaygın ve saygın bir evliya hüviyetiyle yaşamakta olan Ahmed-i Yesevî’nin hatıralarından geniş ölçüde yararlandı.

Bir yandan Ahmed-i Yesevî’nin eski imajı giderek Nakşibendilik’in doktrin yapısı­na uygun bir manzara kazanırken, diğer yandan onun Divan-ı Hikmet’i aynı doğrultuda zaman içinde revizyona tabi tutuldu, içine aynı tarzda söylenmiş başka hikmetler karıştı ve böylece zamanımıza kadar geldi, İşte bugün elimizde bulunan çeşitli Divan-ı Hikmet nüshaları, tıpkı bizde Yunus Emre Divanı’nın uğradığı maceranın bir benzerinin sonu­cu olarak oluştu. Bu yüzden bugün Ahmed-i Yesevî’nin ağzından çıkan hikmetleri topla­yan bir Divan-ı Hikmet nüshasına sahip değiliz(4).

Bu değişim ve uyarlanma süreci sonunda, muhtemelen bir Melameti-Kalenderi şeyhi olan Arslan Baba’nın en ileri gelen halifesi Ahmed-i Yesevî, Nakşibendilik’in oluşmasında katkısı bulunan ve Hacegan diye anılan silsilenin bir üyesi olarak takdis olunmağa başlandı ki, Hace unvanını alışı bu sebepledir. Bundan sonra o artık hep Hace Ahmed-i Yesevî diye günümüze kadar anılagelecektir. Böylece Ahmed-i Yesevî ile Nakşibendilikin özdeşleşmesi süreci tamamlanmış oluyordu. Fakat bu, Yesevîlik’in Nakşibendilik dışında mevcudiyetini sürdürmediği anlamına alınmamalıdır. Aksine Yesevîlik Nakşibendilik’in çıkışından sonra da -eskisi kadar olmasa bile- yine hayatiyetini sürdürdü. Bu arada ünlü İranlı sufi Necmüddin-i Kübra’nın (öl. 1221) kurduğu Kübrevilik tarikatı da Orta Asya’da yayılıyordu. XIV. ve XV. yüzyıl, bu büyük coğrafi sahada bu üç tarikatın bir rekabet ortamı içinde yayıldıkları bir dönemi simgeler. Şurası bir ger­çektir ki, Nakşibendilik bu rekabetten kazançlı çıkmıştır.

Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün etkileri o kadar köklü idi ki, bu etkiler yalnız Nakşibendilik içerisine nüfuz etmekle kalmadı. Orta Asya’da Nakşibendilik raki­bi olan Kübrevilik tarikatı içine de nüfuz etti. Başka bir ifadeyle, Orta Asya sufiliğinin temeli Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştı ki, son­raki her sufi cereyan mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda olduğunu gördü. Mesela, Kübrevilik tarikatının bir kolu olan Zehebilik’in ileri gelen şeyhlerinden Abdülvahhab Hoca kendisini Ahmed-i Yesevî’nin halifelerinden Zengi Ata’nın halifesi Sadr Ata’ya dayandırıyordu(5). Kübrevilik ve Nakşibendilik’in silsilelerinin içinde Ahmed-i Yesevî ve halifelerinin yer alması, Ahmed-i Yesevî’nin Orta Asya Sufilik geleneğindeki köklü etkisinin bir başka göstergesidir.

Her halü karda Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürü artık XV. yüzyıldan itibaren çeşitli Orta Asya Türk ülkelerinde ve özellikle bugünkü Kazakistan’da İslâmiyet’in, özel­likle de halk İslâmlığının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve adeta İslâmiyet’le özdeş sayılır olmuştur.

İkinci saha, yani Hindistan sahası ise bizim için hemen hemen tamamiyle meçhul­dür. Hind sufiliği tarihiyle uğraşan batılı ve Hind kökenli müslüman araştırıcılar ise Hind sufıliğinde yer alan çeşitli tarikatlardaki Türk etkisinin ya farkına varamamışlar, veya önemsememişlerdir. Bu gerçeği farkeden ilk batılı araştırmacılardan biri Simon Digby olmuşsa da(6) o çalışmalarında meseleyi gerektiği ölçüde vurgulamamıştır. Türk araştırıcılardan merhume Emel Esin ise, yaklaşık on yıl önce yayınladığı bir makalesin­de, kuvvetli bir Yesevîlik etkisi taşıyan Haydari dervişlerinin Hindistan’daki faaliyetleri­ni kısaca özetlemiştir(7). Nitekim XIV. yüzyıl ortalarında ünlü Tancalı Seyyah İbn Battuta da Hindistan’da dolaştığı pek çok yerde Haydari dervişlerinden ve onların tekkelerin­den bahseder(8). Fakat Hind sufıliğinde bizzat doğrudan doğruya Yesevîlik’in etkisini fark eden ve buna dikkati çeken, genç bir Fransız araştırıcısı olan Thierry Zarcone olmuş­tur. O, daha yakınlarda yayınlanan kısa bir yazısını yalnızca bu meseleye tahsis etmiş ve Yesevîlik’in doğrudan ve dolaylı olarak Hindistan’daki etkilerini dile getirmiştir(9).

Öyle görünüyor ki Moğol istilası başladığı zaman pek çok Yesevî şeyh ve dervişi Hindistan sahasını tercih etmiş ve daha XIII. yüzyılda Keşmir vadisinden başlamak su­retiyle yavaş yavaş Hindistan içlerine nüfuz etmişlerdir. Kaynaklar bunların hepsinin de Türk kökenli olduklarını gösteriyor. XVI. yüzyılda ise, ünlü Osmanlı denizcisi Seydi Ali Reis, Sind ve Pencap bölgesinde bazı Yesevî dervişlerine rastlamıştı(10). Fakat XIV. yüzyıldan itibaren Hindistan sufiliğinde artık İran etkilerinin bollaştığını görüyoruz. Hindistan Sufıliğinde Yesevîlik etkisinin sonraki yıllarda daha çok, Nakşibendilik’in bazı kollan içindeki ayin ve erkânla sınırlı kaldığı gözleniyor.

Üçüncü saha olan Anadolu mıntıkasına gelince, buradaki Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürü, tabiatıyla en iyi yine Fuad Köprülü tarafından ortaya konulmuş, Haydarilik ve özellikle Bektaşilik’le bağlantısı üzerinde durulmuştur(11). Yesevîlik’in Ana­dolu’ya girişi de Moğol istilası akabinde, yani XIII. yüzyılın ilk çeyreği içinde olmuştur. Aynı yıllarda, yine Moğol istilasının sebep olduğu göçlerle, Yesevîlik’e çok benzeyen bir başka Türk tarikatı, Tacül-Arifın Seyyid Ebu’l-Vefa Bağdadi (Öl.1105)’nin Irak’ta kurdu­ğu Vefailik tarikatı da, ünlü Türkmen şeyhi Dede Garkın’la Anadolu’ya ayak bastı(12). Anadolu’daki etkisi itibariyle en az Yesevîlik kadar önemli olan Vefailik üzerinde, kısmen Abdülbaki Gölpınarlı’nın bazı atıflarının dışında bugüne kadar pek durulmamıştır. Yesevîlik’le Vefailik arasındaki ilişki ve şaşırtıcı benzerlik üzerinde bir başka yerde du­rulacaktır.

XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde, merhum Köprülü’nün gösterdiği üzere, Anadolu’ya bu hüviyeti temsilen gelen Yesevî ve Haydari dervişleri, Ahmed-i Yesevî’nin vefatından sonra geçen yarım yüzyıllık bir süre içinde oluşan onunla ilgili bütün yazılı ve sözlü ge­lenekleri olduğu gibi buraya taşıdılar. Ahmed-i Yesevî’nin menkabelerini anlatan bir de Menakıb-ı Hace Ahmed-i Yesevî isimli bir eserin kaleme alındığını biliyoruz(13). XV. yüzyıl sonlarına kadar varlığı bilinen bu menakıbname eğer bugün elimizde olsaydı, bel­ki onun hakkında daha çok bilgimiz ve Nakşibendi kaynaklarını kontrol imkânımız bu­lunacaktı. Bununla beraber, bize ulaşmayan bu menakıbnameden bazı pasajlar, XV. yüz­yılın sonlarında Bektaşilik geleneği içinde kaleme alınan Velayetname-i Hacı Bektaş(14) ve Velayetname-i Hacım Sultan(15) da yer almaktadır. Bu pasajlar, Nakşibendi kaynakları dışında ve onlardan daha eski metinler olmaları dolayısıyla bizim için çok değerlidirler.

Her halü karda bugün, Yesevîlik’in Anadolu’da daha XIII. yüzyılda, Kutbü’d-Din Haydar adlı bir Türk şeyhi tarafından Yesevîlik’le Kalenderilik’i birleştirmek suretiyle kurulan Haydarilik tarafından asimile edildiğini biliyoruz. Bu Yesevîlik geleneklerinin bundan böyle Anadolu’da, XVI. yüzyılın başlarında Bektaşilik teşekkül edinceye kadar Haydarilik tarafından temsil edilmesi demekti. Bu yüzyıldan sonra da bu temsilciliği Bektaşilik devralmıştır. Diğer yandan XV. yüzyılda Nakşibendilik’in Osmanlı toprakla­rına ayak basmasıyla birlikte, Anadolu ve Balkanlar’da Ahmed-i Yesevî kültürünün ikin­ci bir temsilcisi devreye girdi. Bu, Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün birbiriyle ta­ban tabana zıt iki farklı sufi çevre tarafından temsili demekti. Ne var ki, Ahmed-i Yesevî, Anadolu ve Balkanlar’da bu iki sufi çevre dışında pek fazla tanınma imkânına kavuşamadı ve hatta bu iki çevre içinde de ikinci derecede takdis edilen bir konuma gel­di.

Bugün Orta Asya’da ise Ahmed-i Yesevî adı, daha önce de söylendiği gibi, İslâm’la özdeşleşmiş olup temel öğelerden biri durumundadır. O çoktandır burada tarihi hüviye­tinden farklılaşmış efsaneleşmiş, bir şahsiyet olarak Altaylar’dan Volga boylarına kadar Pir-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hoca Ahmed-i Yesevî, Ata Yesevî olmuştur.

Orta Asya’da halen Divan-ı Hikmet adeta mukaddes bir metin olarak okunmağa devam etmektedir. Buradaki hikmet’ler büyük bir saygı ile ezberlenmekte, hatta yalnız erkekler değil, kadınlar arasında da Yesevî-han denilen ezbere hikmet okuyucular bulun­maktadır. Bu Yesevî-hanlar, -tıpkı bizdeki Mevlid merasimleri gibi- çeşitli vesilelerle yapılan toplantılarda Ahmed-i Yesevî’nin hikmet’lerinden parçalar okumakta, halk da kendilerini büyük bir vecd içinde dinlemektedir(16). Yesevîlik’e gelince, bu tarikatın daha XIII. yüzyılda Anadolu’da Haydarilik tarafın­dan eritildiğine, XVI. yüzyılda ise Haydarilik’ten doğan Bektaşilik’in bu vasıtayla bütün Yesevî geleneklerine varis olduğuna yukarda değinilmişti. Bugün artık Anadolu ve Bal­kanlarda Yesevî geleneklerini daha çok Bektaşilik temsil etmektedir.

Orta Asya’da ise, daha önce de belirtildiği gibi, XIV. yüzyılın son çeyreğinden itiba­ren Nakşibendilik’in benzer bir şekilde Yesevîlik’i tamamen kendi içinde eritmeğe baş­ladığını, Yesevî geleneklerine kendi yapısına uygun yepyeni bir biçim ve muhteva ka­zandırdığını biliyoruz. Bu eritme süreci yer yer XVI. yüzyıla kadar sürmüştür. Yesevîlik XVI. yüzyıla kadar hâlâ şurada burada Nakşibendilik dışında çeşitli derviş grupları ha­linde varlığını sürdürmekteydi. XVI. yüzyıldan sonra ise yalnızca Fergana vadisinde hala kalabalık gruplar halinde Yesevîler bulunuyordu. XIX. yüzyılda bile bunlar hâlâ varlıkla­rını sürdürüyorlardı. Orta Asya’da Sovyet rejimi altındaki müslüman Türk zümreleri ve dolayısıyla bunlar arasındaki sufi tarikatları üzerinde kıymetli çalışmalar yayınlamış bulunan tanınmış Fransız âlimleri Alexandre Bennigsen ve Chantal Lemercier-Quelquejay’in araştırmalarına göre XIX. yüzyılın ikinci yarısında Yesevîlik Tarikatı, Laçiler adıyla yepyeni bir yapılanmaya girdi(17).

Heterodoks bir nitelik arz eden ve militan bir yapıya sahip bulunan Laçiler;1870 yılında, Hokand hanı tarafından zındık olduğu gerekçesiyle idam edilen Sanivar adlı bir Yesevî şeyhi tarafından kurulmuştu. Ancak takibata uğraması sebebiyle tarikat varlığını gizli olarak sürdürmüş, özellikle Kırgızlar arasında taraftar bulmuştu. Bu tarikat men­supları gizli gizli düzenledikleri toplantılarında kadın erkek bir araya gelerek musiki eş­liğinde hikmet’ler okudukları için, seks alemi yaptıkları gerekçesiyle takibata uğratıl­maktaydılar. Laçiler, Ekim 1917 ihtilalini önce olumlu karşılamışlarsa da, sonradan ye­ni rejimle anlaşamayarak açıktan açığa ona karşı koymaya başlamışlar, neredeyse reji­me girişilen -mesela Basmacı hareketi gibi- her harekete katılmışlardı(18).

1920 yılı Laçiler içinden yeni bir Yesevî kolunun daha tarih sahnesine çıkmasına şahit oldu. Bu defa, Basmacılar’la birlikte savaşmış bir Yesevî şeyhi olan Ebu Muttalib Gatibaldiev, Saçlı İşanlar adı verilen tarikatını kurdu. Bennigsen ve Chantal-Lemercier’ye göre Saçlı İşanlar, Sovyet otoritelerince, terörist metotlarla rejime karşı her türlü militan hareketi düzenlemekle suçlanıyorlardı. Bu sebeple şeyhleri zaman zaman tutukla­nıyor ve yargılanıyorlardı. 1950’li yıllarda bu tarikatın şeyhlerinden bir hayli hüküm gi­yen olmuştur(19). Bu tarikatın hali hazırdaki mensupları arasında bilhassa Kırgız, Özbek ve Tacikler bulunmaktadır. Gerek Laçiler, gerekse Saçlı İşanlar tarikatları, merkezi bir yönetime göre teşkilatlanmış olup, Laçiler’de şeyhe Ata, ötekilerinde ise Pir veya İşan denilmektedir. Bu tarikatlar halen varlıklarını sürdürmektedirler(20).

 

Sonuç

Görüldüğü gibi Ahmed-i Yesevî’nin etkileri ve Yesevîlik kültürü, aradan geçen yüz­yıllara rağmen giderek kaybolmak söyle dursun, daha da güçlenerek özellikle Orta As­ya’da günümüze kadar canlı bir şekilde gelmiş, Orta Asya halk müslümanlığıyla özdeş­leşerek bir yandan Nakşibendilik ve Kübrevilik içinde, bir yandan kendi başına varlığını sürdürmüş, hatta kendine mahsus bir folklor oluşturmuştur. Öte yandan Hindistan ve Anadolu sufıliğini de geniş ölçüde etkilemiş, buralarda yeni tasavvufi yapılanmaların oluşmasına katkıda bulunmuştur.

O halde günümüzde yapılması gereken şey, Ahmed-i Yesevî etrafında oluşan bu büyük sufi geleneğin, Anadolu’dan Asya içlerine kadar yayılan geniş alanda meydana ge­tirdiği kültürü bütün yönleriyle, mevcut bütün malzemeyi toplayarak çok iyi bir analiz ve değerlendirmeye tabi tutmak, bugünün Türk dünyasındaki anlamını ve fonksiyonunu tes­hile çalışmaktır. Böyle bir mesai başlıca şu safhalardan oluşmalıdır:

  1. Önce hangi devirden olursa olsun, Yesevî kültürü ile ilgili mevcut bütün yazılı metinler toplanıp tasnif edilip yayınlanmalıdır. Divan-ı Hikmet koleksiyonlarının sistematik neşri de buna dâhildir.
  2. Nakşibendilik içindeki etkileri dâhil, Yesevîlik’in bir sufi tarikatı olarak bugün mevcut durumu çok iyi bir şekilde tesbit edilmelidir.
  3. Halk müslümanlığı içinde aldığı folklorik görünümler, uygulamalar, şifahi riva­yetler ve ikonografık malzeme ses ve görüntü olarak zapta geçirilip muhafaza altına alın­malı, ayrıca bilimsel tahlile tabi tutulmalı ve sonuçlan yayınlanmalıdır. Mutlaka bir Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Bibliyografyası oluşturulmalıdır.
  4. Bütün bu mesaiyi gerçekleştirecek Türkiye’li ve Orta Asya’lı bilim adamlarını bir işbirliği çerçevesinde bir araya getirecek ve gerekli finansmanı sağlayacak ortak bir araştırma kurumu tesis edilmelidir.
  5. Bu araştırma kurumu, bütün bu mesaiyi iyi bir planlama sonucu, en fazla beş senede gerçekleştirebilir. Bu sürenin sonunda da Türk dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürü’nü muhtelif cepheleriyle tanıtan, bilimsel ve popüler nitelikli iki versi­yon halinde sistematik bir plan çerçevesinde ortak sentetik araştırma eserleri yayınlama­nın yollarını araştırmalıdır. İşte Ahmed-i Yesevî’nin Türk dünyasındaki gerçek rolü ve etkisi bu yolla ancak ciddi bir şekilde meydana konulmuş olur.

 

Seçilmiş Bibliyografya

Fuad Köprülü,Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1976,3bs.

—- , “Ahmed Yesevî”, İslâm Ansiklopedisi

A.Zeki Velidi Togan.Yesevîliğe dair bazı yeni malumat, Fuad Köprülü Armağanı (Melanges Köprülü), İstanbul 1953.

Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevî, Divan-t Hikmetten Seçmeler, Ankara 19912.bs.

—- , “Yesevî’nin Fakrname’si”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXII (1977).

İrene Melikoff, Ahmet Yesevî and turkic popular İslam,Utrecht Papers on Central Asia, “Utrecht Turkological Series”;2, Utrecht 1987.

….. , “Les origines centre-asiatique du soufısme anatolien”, Turcica, XX (1988).(Her

iki yazının Türkçe çevirisi şurada yayınlanmıştır: Irene Melikoff, Uyur idik Uyardılar (Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları), Çev. Turan Alptekin, İstanbul 1993, Cem Yayınevi).

Les Orderes Mystiques dans Vlslam (Cheminements et situation Actuelle). Ed. A.Popovic-G Veinstein, Paris 1985.

Bennigsen-Ch.Lemercier Quelquejay., Le Soufı et le Commissaire (Les Confreries Musulmanes en URSS,) Edition du Seuil, Paris 1986 (Sufi ve Komiser Rusya’da İs lâm Tarikatları, Çev. Osman Türer, Ankara 1988)

Milletlerarası Ahmed Yesevi Sempozyumu Bildirileri , (26-27 Eylül 1991 Ankara), Ankara 1992

Thierry Zarcone, Hindistan’da Türk tasavvufu: Yesevîyye örneği. Çev. Süleyman Derin, Dergah, Sayı 38, yıl 1993.

 

Dipnotlar ve Referanslar

Yesevîlik’in nasıl yayıldığı, bunda önemli görevler üstlenen halifelerin faaliyetlerine dair bk F. Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara bs.ss.

2 Bu konuda adı geçen yazarların şu eserine bk Sufi ve Komiser, çev. Osman Türer Ankara 1988,ss 85-86,117-121; ayrıca bk A. Bennigsen Les Tariqat en Asie Centrale Les Orders Mystiques Chemminements et Situation Actuelle. Paris 1986, ss 27-3

3 Fuad Köprülü Ahmed Yesevî, IA

4 Bu çok önemli mesele için bk. Köprülü İlk Mutasavvıflar, s.101-107; aynı yazar agm; Kemal Eraslan Ahmed-i Yesevî Divan-ı Hikmet (Seçmeler/ Ankara 1991 Ön­söz s.4

5 Bk Thierry Zarcone Hindistan’da Türk tasavvufu: Yeseviyye örneği çev. Süleyman Derin Dergah, Sayı:38, Nisan 1993 s.20.

6     Msl. bk. S Digboy, Qalandars and relatedgroups İslâm in Asia nşr.Y. Friedmann, Jerusalem 1984,; aynı yazar The Naqshbandis in the Deccan Naqshbandis, Cheminements ef situation Actuelle d’un Orde Mystigue Musulman nşr. M Gaborieau- A Popovic T. Zarcone, Istanbul-Paris 1990, ss.167-207.

7    Bk. 6 nolu notta zikredilen ilk makale.

8     Les Voyages D Ibn Batoutah, nşr.C.Defremery-B.R. Sanguinetti, Paris 1874- 1979II,6-7; III, 309-311; 439; IV, 60-61.

9 5 nolu notta zikredilen makale

10 Mir’atü’l -Memalik, İstanbul 13l3,ss.65-72.

11 İlkMutasavvıflar, ss 93-95.

12 Yaşar Ocak, Babailer isyanı, İstanbul 1980,ss.91-94.

13 Vilayetname (Manakib-i Hünkar Hacı Bekta-ı Veli) nşr. A. Gölpınarlı İstanbul 1958, s.14

Burada Ahmed-i Yesevî’nin menkabelerinin hesap kitaba gelemeyecek ka­dar çok olduğundan yazıların bunların cüzi bir kısmını oluşturduğundan söz edilir.

14 ag.e., ss. 5-16.

15 Das Vilajet-name Des Hadschim Sultan (KVelayetname-i Hacım Sultan) nşr. R Tschudi, Berlin ss.6-9.

16 Baymirza Hayit, Türkistan Kadınlarının Yesevicilik ananesi Milletlerarası Ah­med Yesevî Sempozyumu Bildirileri, (26-27 Eylül 1919), Ankara 1992 ss.45-47.

17 Bennigsen-Lemerciler-Quelpuejay, Sufi ve Komiser, s.l 17.

18 a.g.e.,118.

19 a.g.e. ,120.

20 a.g.e., 134.

 

[1]Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi