TASAVVUFUN BASAMAKLARI

TASAVVUF YOLUNDA 100 ADIM

Burada yer alan metinler Abdulkadir es-Sufi'nin Yüz Basamak adı ile 
yayınlanan eserinden alınmış olup Şazeliyye tarikatının Darqawi 
kolunun tasavvuf anlayışını yansıtmaktadır... 
Eserde tasavvufi terminolojiyi ifade eden kavramlar 
100 bölüm halinde  düzenlenmiştir. 
Burada bu  bölümlerden bazıları kitabdaki sıralanış sayıları ile  
sunulmuştur.
ŞERİAT  ~  2

Şeyh’ül Ekber, «Hakikate şeriatın söylediğinden başka bir yol yoktur,» dedi. İslam şeriatı Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu tasdik etmektir. Günde beş vakit namaz kılmaktır. Ramazan ayı boyunca oruç tutmaktır. Malının zekatını vermektir. Eğer imkanı varsa Hacca, Allah’ın Münezzeh Evi’ne gitmek ve Arafat’ta vakfe yapmaktır. Şeriat bunların üzerine temellendirilmiştir. Şeriata uyan kişi, Kur’anî buyruklarda belirtilen geniş ahlakî ölçüler ve Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’in yaşama biçimi olan sünnet çerçevesinde yaşamayı seçmiş demektir. Şeriatı kabul etmiş olmak; insan denilen mahlukun sınırlı olduğunu, bir bedende bulunduğunu ve böylece fiziksel dünyadaki tüm bedenler gibi, verilen belirli yasalara uyduğunu derinlemesine kavramış olmaktır. Hayatın işleyişinde zorlama yoktur, bunun için şeriata «örgütlenmiş bir din» denilemez; hayır; bu, insanın, aydınlanmanın suyunu içmek üzere kendi kaynağına, hayatının kaynağına ulaşıncaya kadar bilgisini derinleştirmek için benimsediği, kendi seçtiği hayat tarzıdır.

Bu yüzden şeriat, varoluşun her kademesinde işlerlik gösteren biyolojik yasalara dikkat çeker. Nitekim, inkar edenlerin, kafirlerin de herşeye rağmen kendi şeriatlerini izlediklerini gözleriz. Herkes bir şeriat tutar, uydurulmuş da olsa hepsinin bir işlevi vardır. Bizim şeriatımız herşeyiyle rahmettir. Onlarınki ise her zaman zalimdir, baskıcıdır, daraltıcıdır. Bizimki milyonlarca insanın sevgilisi, Yaratılmışların En Mükemmeli vasıtasıyla gelendir. Onlarınki, ıssız kuruntuların karanlık gölgesidir.

TARİKAT  ~ 3

Yol, iki karşıtlık arasında, şeriat ve hakikat arasında uzanır. Zahiriyle tanımlanabilir ve batıniyle tasdik edilir. Şeriatın İslam olarak adlandırılışı gibi, tarikat da îman -kabulleniş- olarak adlandırılabilir, îman kabul ediştir, İman Allah’ın, Kitaplarının, Elçilerinin, Meleklerinin, Son Gün’ün, Mizan’ın, Kader’in kabulüdür. Olaylardaki yaratılışsal gerçekliklerden görünendeki kişisel kozmik manzaraya kadar, tüm kozmik manzaranın batınîleştirilmesidir. Bütün bunlar varoluşun ikili (dual) tabiatını ve onun tevhid sırrının anlamlarını açıklıyor ve yorumluyor.

Tarikat alelade varoluşun güvenli konumundan arayışın tekinsiz varoluşuna geçiştir..Bu, kişinin hayatını anlamlı kılan özel tasarımlarından, yani aileden vazgeçmesidir. Allah celle celalühü, bunun bir tuzak olduğunu ikaz etmiştir. Bu ikaz, toplumun sunduğu hedefin terki anlamına gelir. Toplumun sunduğu hedef yine toplumun kendisidir ve vadettiği şey de topluma kulluktan ötürü ödüldür. Arayışı göze alan kimsenin ödülü hayatın sonunda değil Görünmez’de ve ölümden sonradır. Bu, hayatı hedefleştiren şöhret ve başarı tasarımlarını terketmek demektir, çünkü nefîs, “arayıcı” (mürid) için bir düşmandır. Yani nefs, saf ruhun nurlu hakikatine dönüşünceye kadar bir düşmandır.

Şeriat boyun eğmektir. Tarikat teslimiyettir. Hakikat galibiyettir.

HAKİKAT  ~  4

Hakikat, gerçekler, arayıcının kalbine akan bilginin iç parıltılarıdır. Şeriatın duyumların alanı oluşu gibi, hakikat de anlamların alanıdır. Biri nasıl zahir’in ilmi ise öteki de bâtın’ın ilmidir. Bunu müşahade etmenin, insan olma, ölümlü olma, zaman – içi bir yaratık olma gerçeğine boyun eğmekten başka yolu yoktur. Şeriata bir kez boyun eğildi mi, Yol’daki arayıcı yokluktan gelip yokluğa gittiğini anlar. Zaman dardır. Kaçırılmamalıdır. Kestirmeden git! Bu dünyada herşey görünürdedir ama insanlar her yerde kör. Dünya nimetlerinin insanlara doyum getirmediğini görmeye katlanamıyorlar. Doyumun hayal aleminde aranması gerektiği söylenmiyor; öteki dünyada, ölüm sonrasında aranması gerektiği söyleniyor. Burası eylem (ameller) kuşağıdır. Kamil insanlık statüsüne ulaşmak, kuralları yıkmadan mümkün değildir. Kuralların yıkılması denilen şey Yol’dur. Meyveleri şehadet ve aydınlanmadır. Ne var ki bunlar, duyumda ölüm – sonrası’na aittir. Bunun için, mana aleminde görüm’e ulaşmak demek, duyumsal ölümden önce mananın ölümüyle ölmektir. «Ölmeden önce ölünüz,»der ünlü hadis… “Kendinizi kabir sakinleri gibi kılınız,» benzeri buyruklar Sahih’te birçok kez tekrarlanır. Bu, hayattan vazgeçmeyi değil, büyük bilgiye ulaşmak için amel gerektiğini öğretir ve hikmeti de budur.

Eğer hakikati arzu ediyorsanız, artık hayatınız asla eskisi gibi olamaz, «İnsan uykudadır, öldüğünde uyanır!» Hakikat uyanıştır, ihsan.

EDEB  ~  5

Edeb, ruhsal incelik, içtenlikli iyi davranışlardır. Edeb içtenliği, o da alçakgönüllülüğü ifade eder. Çünkü kişi eğer davranışlarından haberdarsa, o zaman bencilliğiyle güdülmekte ve kendiliğinden [zorlamasızl davranış melekesinden yoksun bulunmaktadır.

Edeb, dünyada hemen hemen imkansızdır. «Doğru davranışlar» dünyada yaşanır. Edeb halk çevresinde gösterilir. însan bir kez halkın korunmuş çevresine girdi mi, bir güven ortamına girmiş olur. Artık edeb, sizin için bir görev olur. Nefs’i -zaviyede, halkada, Allah’ın kulları arasında, Şeyh’in önünde- köşeye sıkıştırmışsmızdır. Bu, edeb ortamıdır.

Yol, edebden başka bir şey değildir.

Yabancıya ve konuğa gösterilen bir edeb vardır. Fukaraya gösterilen bir edeb vardır. Soyluya ve seçkine gösterilen bir edeb vardır. Şeyh’e gösterilen bir edeb vardır. Edebin kemale ermesi, kendinize gösterdiğiniz edeb iledir.

İlkine, varışta ve ayrılışta gösterilen cömertlik ve sunulan armağanlarla ulaşılır, ikincisi tercihle belli olur. Elindekilerde ve aldıklannda, kendinden önce kardeşini tercih etmelisin. Sonraki hizmetle, beklemekle, sabırla ve dinlemekle olur. Sonraki, Şeyhinin istediğini sen istiyormuşsun gibi istemendir. Sonuncusu, ilk aşamada deliler gibi dövünmemen, öfkelenmemen ve bağırıp çağırmamandır. Orta  aşamada aşırı keder ve neş’eden kaçınmandır. Son aşamada ise Hakikat’in Huzurunda olmanın hazzıyla hepsini unutmandır.

SÛLUK  ~   7

Sülûk, yol almanm tüm iç ögelerinin ilmidir. Sülûk, yüreği kıpırdadığında, içinde aşk uyandığında ve mahlûkatın merkezinde aşk rüzgarlarıyla hasret fırtınaları hüküm sürmeye başladığında, kendini delilikten korumak için sırtını hikmete dayamandır. Dünya ve dünyanın kapsadığı herşey arayıcı için bir azap ve bir imtihan halini aldığı zaman, yoldaki kişiyi hikmete ulaştıran; böylece, yüz geri etmenin baştançıkarıcılığına karşı zorunlu bazı sınırlamalar koymak gerektiği ve yiğitçe davranmak mümkün olduğu zaman onu sulara gömülmekten kurtaran sülûktür. Süluk, meczub (Allah’ın delisi) olmaksızın cazibenin meyvelerinden faydalanmayı mümkün kılar; böylece cazibe gerçekleşebilir -zira o kaçınılmazdır- ama faydasız cazibeden kaçınılmış olur. Demek ki, insan bir makama mahkum olmadan müşahadeye ulaşabilir.

Yolumuz salik/meczub olmak, yani sülûk sonunda cezbeye ulaşmaktır. Dıştan (zahiren) aklıbaşında ve içten (batınen) Allah delisi, dıştan dengeli, ayık, içten sarhoş…

Süluk, zahiren kötü sözleri iyi sözlerle, kötü davranışları iyi davranışlarla, kötü niyetleri iyi niyetlerle, doğru konuşana, doğru davranana ve doğru niyet edene kadar değiştirmektir. Salikin işareti elinden ve dilinden emin olunması, kanıtı ise salikin kendi elinden ve dilinden emin olmasıdır.

Süluk, kişiye usulün hazmedilmesiyle halden makama yükselmeyi ve makamı da Esirgeyici Rabbin ileriki armağanlarının umuduyla bırakmayı sağlar. Sülûkun şartı, onu başka arayıcılar için de doğrulamak üzere geri dönmek ve Hakikat’in dilinden olandan başkasını iddia etmekten kaçınmaktır.

MÜRÎD ~ 19

Efendimiz, Şeyh el – Kamil, Seyyidi Muhammed îbn el -Habib şöyle demiştir:

«Mürid, irade’den gelir ve ihlas’a dayanır. Mürid’in hakiki anlamı, kendi iradesinden soyunan ve Allah’ın kendisi için istediğini isteyendir. Bu da Allah’a, o şanı büyük olana ibadet etmekle olur. Çünkü O, “İnsanları ve cinleri yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım,” buyurmuştur. Mürid – içerde nefs ve şeytanın sözü geçtiğinden – nefsini disiplin altına almada zayıf düştüğünde kendini Şeyh’in iradesine ve O’nun gücünün korumasına bırakır. Buna karşılık O da, Allah’ın izni ve bağışıyla etkili olan himmeti ve sözleriyle müridine, Allah’a itaat ve ibadet etmesinde yardımcı olur. Böylece bir mürid, zamanın şeyhlerinden hangisi kendisine uygunsa O’na bağlanmalıdır.

Seyyidi Abdülvahid ibn Aşir şöyle der: «Mürid, onu yolculukta tehlikelerden koruyan ve nasıl davranılacağını bilen bir şeyhten ayrılmaz. Mürid, şeyhi gördüğünde Allah’ı hatırlar ve sonra Şeyh o kulu Mevla’sına yöneltir.»

İbn Ataullah, Allah O’ndan hoşnut olsun, Hikem’inde «Hali seni değiştirmeyen ve konuşması seni Allah’a yöneltmeyenle birlikte olma ! » demektedir.

Makamın yükselmesi ve sohbetin yol göstericiliği bu beraberliğin sonuçlarıdır. Demek ki, kim onunla birlikte olmakla böyle bir hali bulamazsa, onu Allah’a havale etsin ve bu tanıma uyan birini arasın. Mürid kendi içtenliği ve sebatınm gücüne göre bir Efendi[=Mürşid] kazanacaktır. Yardımı istenecek olan Allah’tır.

ZİKİR   ~ 21

Zikir, Allah’ı anmak, beşerin en büyük melekesidir. Üç mertebesi vardır. Avam için dilin zikridir. Seçkinler için kalbin zikridir. Seçkinlerin seçilmişleri için sırr’ın, gizlinin zikridir; ilki, herkesçe bilinir, ikincisi, uyanıklıkla yapılan ve bu suretle Mevla’nın huzurunda kalbi istiğrak alanı kılan zikirdir. Sonuncusu dehşetli bir iştir. Onda dil susar, kalp durur.

İlki, yokluk zamiri Hüve’nin zikridir,ikincisi, varlığın zamiri Ente’nin zikridir, Üçüncüsü, tevhidin zamiri Ene’nin zikridir.

Birinci mertebeden ikinciye geçiş, – ritmik sallanışlar gibi -bazı bedenî davranışlardan, ani haykırışlardan, ayağa fırlamalardan belli olur. İkinci mertebeden sonuncusuna geçişin alameti ise uzuvlardaki uyuşma ve dildeki suskunluktur; böylece zikir “kaybolur”. Üstadım, Saki, Şeyh el-Fevterî bunun için şunları söylemişti: «Ne harika şey! Sen zikri arıyordun, zikir de seni arıyordu!»

Hikem’de deniliyor ki: «Zikirde Allah’ın Huzur’unu duyumsayamıyorum diye zikri terketme! O’nun zikrini unutman zikirde O’nu unutmandan daha kötüdür. Herhalde o seni, unutkanlığın zikrinden uyanıklığın zikrine, uyanıklığın zikrinden Huzur’un zikrine, Huzur’un zikrinden içinde zikredilenden başkası olmayana götürür. Ve bu, Allah için güç değildir.»

Allah’a doğru yolculuk için gerekli üç şey vardır. Zikir bunlardan ilkidir.

FİKİR  ~  22

Fikir. Düşünme. Şeyh ibn Ataullah, Hikem’inde şöyle der:

«Fikir kalbin gayblık alanında yolculuğudur. Fikir kalbin ışığıdır, söndüğünde kalbin de aydınlığı kalmaz. Fikir iki türlüdür: teyidin ve imanın fikri, müşahadenin ve tecellînin fikri;  ilki imtihana çekilenler için, ikincisi de tecellî ve basiretin ruyet ve iç müşahade ehli içindir.»

«Ufukta ve nefs’te ayetler var.» Öyleyse ilk fikir yaratılışta Allah’ın birliğini tanımak ve alemde Buyruğu bilmektir. İkinci fikir, insanın özünü, uzuvlarının büyüklüğünü, melekelerin sıralanışını, iç uyanıklığını (vukuf) «Ben»in ulaşılamazlığını dikkatle düşünmektir. Üçüncü fikir, murakabenin, gözlemlemenin en derin evresinde, halvette yer alır. Burada O’nu görmemizin imkansız oluşu gerçeği karşısında, O’nun bizi görüyor oluşunun şiddetiyle, gözlemcinin bulunduğu yer eriyip gider.

Zikir duyumsaldır, fikir anlamdır. Zikir zahiridir; fikir batınidir. Allah’a doğru yolculuk için üç şey zorunludur. Fikir bunlardan ikincisidir.

HİMMET  ~  23

Allah’a doğru yolculuk için gerekli üç şey var; himmet  bunlardan üçüncüsüdür. Şeyh ibn el – Habib ,ünlü Divan’ında  «Kimde zikir, fikir ve himmet varsa, o her an  masivanın ötesine yükselir. O kişi, istediğinden fazla marifete  kavuşacak ve varoluşun sırlarını hızla kavrayacaktır.” der.

Şunları da söyler: «Himmetini arzu ve hasreti ve Ebedî olandan azına razı olma!» Ve şöyle der: “Ah dostum, himmet malik olunacak bir mülkiyettir;eğer bütün ariflerin amaçladığını arzuluyorsan onu aramaya başlayabilirsin.»

Himmet, yüksek bir gayeye ulaşma arzusu, Şeyh’ül Ekber tarafından şöyle tanımlanmıştır: «Kalbin tutkuyla özgür  kılınmasına denir. Müridin içtenliğinin başlamasıdır. Bütün himmet, tutkunun arıtılmasıdır.»

Şeyh ibn el-Habib ondan «himmet bineği» olarak söz etmektedir, çünkü Yol’u himmetle alırsın. Arayıcıyı, önce bir kılavuz aramak ve sonra da sanatın temelini ele geçirmek  üzere harekete geçiren kalbin dürtüsüdür himmet.Sonra   uygulamada bir kez başarıya ulaştı mı, aracı amaçla karıştırdığı için, arayıcının kalbine bir uyuşukluk yerleşir.Yolculuğun zor olan orta kısmında arayıcıyı harekete geçiren  yine himmettir. Yol’un ortasında hatırlanmalıdır ki , o anda himmet olan şey daha sonra kökünden değişecektir. Çünkü sonunda şehadet şarabı ve Maşuk’un kutlaması için huzura kabul arzusundan başka bir tutku kalmayacaktır.

Başlangıcında, ilimleri elde etmek için arzudur. Ortasında, doğrudan müşahadeye ulaşma arzusudur.Sonunda müşahadeden de daha ileri marifetlerle ödüllendirilme ve  Rabb’ın temaşasında erime arzusudur.

NEFS   ~  24

Bu üçlü, marifetteki bütünlüğü çerçevesinde insan denilen yaratığı tanımlar. Beşer hayvanının ilk deneyim düzeyi nefs düzeyidir. Nefsin bilinmesi yolculuk için gerekli temel şarttır. Onsuzsanız -yani mecnun (deli) iseniz- başlayamazsınız. [Ayağınızı basacağınız] işe yarar bir deneyim merkezi olmadığı sürece, kendini tanıma sürecinde bu merkezin kaydırılıp silinmesi sözkonusu olamaz.

Şeyh’ül Ekber, Nefs’i «kulun niteliklerinden doğan şey» olarak tanımlıyor. Böylece nefs, bizzat kendisini özgürleştireceğini sandığı unsurların (eylemlerin) kafesine kapatılmıştır. Nefs birşeyler yaptıkça, yanılsamaya dayanan bir süreklilik ve tarih inşa eder kendine. Olup-biten herşey, benlik mitos’unu pekiştirir. Şeyh el-Kamil’in nefsteki herşeyin korkunç olduğunu söylemesinin nedeni budur, iyi bir nefs kotarılabileceğini tasarlamak abes olur. Bu kötü olandan daha dehşetli bir puttur. Nefs başka putları dikerken kendini deviremeyen büyük puttur, insanın bir şeyhe bağlanmasının nedeni de budur.İşlevi, basit olarak, kişiyi, durmadan kendini yineleyen benliğin aldatmacaların-dan kurtaracak bir benlik aynası olmaktır. Halkın amacı, deneyimleri gerçekleştiren benliği ortadan kaldırmaktır.

Beşerin bir melekesi olan zikir, kalbi arıtır ve böylece katı ve donuk nefs incelip nurlanır. Zikir ve dostluk bir kez nefse boyun eğdirdi mi, arayıcı, insan denilen yaratığın yerinin göründüğü gibi olmadığını ayırdedecektir. Ben’in anlatısal kurgusu yerine doğrudan bir biyolojik kimliğin farkına varacaktır. Bu evrede sözkonusu olan, artık nefs değil, ruhtur.

RUH  ~ 25

Ruh. Şeyh’ül Ekber onu «Gayb’ın ilmini kalbe belli bir yönde akıtan olarak tanımlar. Görüyoruz ki her iki durumda da, onları izleyen durumda da deneyim alanı kalptir. Ama şimdi deneyim alanı tarihsel değil doğal biçimde görülmektedir. Artık bir olay-alanı olarak değil bir temaşa perdesi olarak düşünülmektedir. Böylece eski eylem meydanı, temaşa meydanı olmaktadır.

Şeyh ibn el – Habib, Divan’mda şöyle diyor: «Ruhum benimle konuşuyor vo diyor ki: Benim hakikatim Allah’ın nurudur, bu yüzden ondan başkasını görme. Ben bir nur olsaydım O’ndan başkası olacaktım, masiva yokluktur gerçekten. bu yüzden onunla yetinme.»

Bu bir kere görüldü müydü, artık arayıcıya ruhun sırrını bulmak kalıyor. Kendi özgün nefs’ini. Ademî suretini keşfetmelidir.

Bu, marifetin son aşamasıdır ve bu aşamada ruha, bu anlamlara uygun bir başka ad seçmek gerekir. Böylece gördük ki, burada benlik deneyiminin en mahrem ve kişisel alanım tanımlayan bu üçlü aslında daha önce yalnızca kavramlar ve inançlar kalıplarını tanımlayanlardan hiç de farklı değillerdir.

SIR  ~ 26

Sır, giz. Bu, benlik alanımn üçüncü tasviridir. Şeyh’ül Ekber’in açık tanımına bakın ve anlayın:

«Denenmiş ve denmiştir ki: bilginin sırrı, onu bilenin marifetine; halin sırrı, Allah’ın onda dilediğinin hikmetine; hakikatin sırrı, işaretin getirdiğine tekabül eder.»

Artık arayıcı, «tarihsel» varoluşun anlamını bulmak için başlayan “otobiyografik” arayışın ortadan kalktığını anlamış olmalıdır. Artık kendini anlatısal bir figür olarak göremez. Bir biyologun organizmayı kendi [doğal] çevresinde incelemesi gibi, o da kendi, doğallığını gözlemekte, incelemekte; halini görmektedir. Kendisinin bilen [bir varlık] olduğunu keşfeder. Bu öyle bir yetidir ki, her an derinleşebilir ve derinleştikçe bir önceki aşamada bildiklerini – safra gibi – bir kenara atması gerekir, işte o zaman, bilgisi başlayınca «hayat»ının bir hedefe vardığı söylenebilir. Sufi ölümden sonra yaşar. Nefs/evren alanının gittikçe incelen anlamlarını, bağlanmadan tadabilir. Sırrın ilk dairesi etkindir, gösterileni kavrama ve yalnızca Allah için himmete sarılma yetisi gerektirir, ikinci daire edilgendir. Burada bütün rehberler geride bırakılmıştır. Bu bilgiye gözlemlemenin (murakabe) derinliklerinde ulaşılır. Üçüncü daire o kadar incedir ki, Aşıklar Sultanı, Şeyh ibn el-Farid’in kullandığı gibi şifreli bir dil olmadan konuşulamaz. Etken/Edilgen’dir. Tevhidi keşfe dayanır. Buna sırru’s-sırr denir. Sırrın sırrı , gizlinin gizlisi… Şeyh’ül Ekber bunu «Allah’ın onunla kuldan ayrıldığı şey» olarak tanımlar.

MÂNA    ~  34

Mâna anlamdır. Seyyidî Ali el – Cemal şöyle demiştir: «İyisiyle kötüsüyle bütün yaratılış Allah’ı zikreder. Bununla birlikte, kalbinde mana nuru olanlardan başkası O’nu bilmez ve Hakikat’i Hakikat olarak görmez. Allah’ı görüp tanımanın aracı olan Mâna nurları, ancak, Allah’ı arama eğilimindeki duyuların yüceltilmesinden sonra kalpde belirir. Bunun gibi, manaları örten karanlık, ancak duyuların aydınlanmasıyla dağılır; çünkü hikmet [bizzat] zikretme(nin kendisinde) değildir. Hikmet marifettedir; zira Allah herkese aşikar ve herkesten gizlidir. Arif odur ki, O’nu zahirde de batında tanıdığı gibi, batında da zahirde tanıdığı gibi tanıya… O’nu zahirde bildiği gibi batında da bilmeyen ya da batında nasıl biliyorsa zahirde de öylece bilmeyen cahildir. Cahile arif denmez. Şeyh eş-Şüsterî, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, şunu söylemiştir:

“Gemilere bakma

Mana ummanına dal

Belki beni

Sufîlerin dostluğunda görürsün…”

Manalar görmenin, duyuların yüceltilmesi de manaların ortaya çıkmasının bir şartı olur. Bilinci Allah’ı aramaya yöneltme, duyuların kararması için bir şart olur. Başarı Allah’tandır!

Artık şurası açıktır ki, fakir, kozmik/ben varlığının en derin dokusunu kavrayabilecek bir bilgi sürecine şimdiden girmiş bulunmaktadır. Artık bu aşamada o [fakir], bilincini Allah’ı arama yolunda yoğunlaştırdıkça önünde açılan akıl ve hikmet duraklarını ona açacak yeni bir öğretiler cümlesiyle donanmış olmalıdır.

CEZBE  ~  47

Cezbe, çekim/çekicilik. Meczub ilahî çekiciliğe kapılmış olandır. Bu tabir Darqawî Yolu’nda yaygındır ve bazan çok latif bir biçimde kullanılmaktadır. Fakir, Allah’ın kudretinden ve O’nun çekiminden korkmalıdır. Kişi ona doğru sürüklenir, ama marifet için gerekli meleke kesinlikle “akl-ı selim” olduğundan, Rasül’ün delilikten duyduğu dehşetle geri itilir. Behlül Velîsi’nin meczuba karşı edeb «Es-selamü Aleyküm, dedikten sonra onu basından savmaktır.» diye ihtar etmesinin nedeni budur. Meczubla arkadaşlık eden ya meczub ya da meczubun uşağı olur, çünkü bunların zihinleri hiçbir yerde olmadığından yani her yerde olduğundan güçleri çok fazladır. Yine de büyük meczublarla kısa ilişkiler olağanüstü faydalıdır ve arayıcıyı hedefine doğru yaklaştırır, ilahî deryanın derinliklerine dalarken şeriata boyun eğen ve çizgiyi aşmayan bazı Salik/meczub’lar vardır, ama bunlar nadirdir.

Meczub masallarından, bilgiyle bir cezbeyi özleme durumuna düşmekten kaçının. Cüneydî Yol’umuz zahirde ölçülü, batında sarhoş olmaktır. Şeyh el – Fevterî bize şunu demiştir: «Dünyayı aşıp bende halvete girmekten daha büyük cezbe var mıdır? Sizin cezbeniz sizi marifete, şehadet ve velayete götürür. Kazanılacak cezbe budur. Saki için tutkuyla dolup taşan bir özlem.»

Şeyh ibn’ül-Habib şöyle demiştir: «Bir çoğuna meczub diyorlar, ama gerçek meczub öğleyi Meknes’te Ulu Ca-mi’de, ikindiyi Mekke’de Kabe’de kılan ve akşamı kılmak için Meknes’e geri dönendir!»

TEVHÎD   ~  61

Tevhid, birlik ve birliğin doğrulanması.

İmamımız şöyle demiştir: «Ana çizgileri silip, bilgileri birleştiren bir manadır: Allah her zaman olduğu gibidir. Tevhidin beş esası vardır: Olayların örtüsünü kaldırmak, ebedîliği yalnızca Allah’a isnad etmek, dostları terketmek, memleketi terketmek, bildiklerini ve bilmediklerini unutmak.»

Şeyh’ül Ekber’in bu konuda söylenebileceklerin en yükseği dediği, tevhid üzerine en büyük sözü şudur: «Suyun rengi bardağın rengidir.» Şeyh ibn Acibe bunu yorumlarken şöyle demiştir: «Bu, övülen öz latiftir, gizli ve aydınlıktır, demektir. Ana çizgilerde ve biçimlerde gözükür ve onların rengini alır. Bunu kabul edin ve eğer tatmamışsanız anlayın.»

Tevhid, onu içeren kişi ondan vazgeçmedikçe, yahut daha doğrusu, Bir’in içinde tamamen erimek üzere işaretlerini tüketip onu terketmedikçe, kendi başına, anlamı tamamlanmamış bir tanımdır.

EF’AL  ~  63

Ef’al, Allah’ın eyledikleri olarak, fiiller. Ef’al, Allah’ın mahlûkattaki eylemleri ve hükmüdür. Bu, hem zerrecikler (veya Evren’in temel malzemesine her ne ad verirsniz) alanında, hem de hayat dolu organik varlıklar alanında yürürlükte olan Hüküm’dür. Sufinin kendi büyük psikolojisi olan tasavvufi kozmolojide, organizma, olaydan ayrı olarak görülmez. Diğer bir deyişle, her varlık bir mekan/organizma olduğu kadar bir olay/organizma’dır, çünkü yaşayan herşey bir mekan – içi yaratık olduğu kadar bir zaman-içi yaratıktır. «Savaşlar» ın ve «toplumlar» ın  tasvirinden bir yarar sağlanabilirse de, bunlar, bireyleşmiş organizmalarda olduğu türden bir gerçeklik taşımazlar.

Bütün yaratılış «Kün!» [«01!»] ilahî Buyruğu altında olduğundan, bütün eylemler Bir Eyleyici’nin etkinliğidir. Kur’an: «Allah sizin ve amellerinizin yaratıcısıdır,» der. Bir bakıma amellerinizin sorumlusu siz olduğunuz halde; bir bakıma da amelleriniz sizin zaman-içi yerleştirilmenizden ve sizin önceden belirlenmiş hücresel gerçekliğinizden neşet eder. Allah’ın istediğini isteyinceye kadar kimse özgür değildir. O zaman isteyecekler ve istedikleri hep gerçekleşecek. Bunu anlayabilmek için, «seçim özgürlüğü», «önceden – görülemezlik» vesaire türünden naiv matematiksel işlemlerle, «rastgelelik» yanılsamalarını ve diğer benzeri kavramlarla değer kalıplarını kozmik gerçekliğe yamamaktan vazgeçmek gerekir. Eğer olay istiyorsanız, yalnızca bir tek şey olmaktadır: Evren.

Seyyid Muhammed îbn’ül Habib Divan’ında söylüyor:

«Kozmostan Saflığın Huzuru’na seyahat edeceksin, hilkatte ve Hüküm’de Allah’ın Eylemesi’ne şahid olacaksın.»

SIFAT  ~  64

Sıfat, Allah’ın nitelikleri olarak, sıfatlar. Arayıcı, anlamak için sonsuz sayıdaki eyleme baktığında bütün olup bitenlerin, aynı kabiliyet ve kapasite niteliklerinden doğduğunu görebilir. Asıl nitelikler yedi tanedir: konuşma, duyma, görme, bilgi, irade, kudret, hayat. Bunlar insan denilen yaratığın asıl nitelikleridir ve kendisiyle varoluşun sırrına nüfuz etmeye çalıştığımız idrakimizin dönüştürücü sürecinde, bütün niteliklerimizi, bütün doğuştan ve açık niteliklerimizi kaynaklarına, Bir’liğe çeviririz. Bu suretle, görme Gören’e(el-Semi’), söz Konuşan’a(el-Kelim), bilgi Bilen’e(el-Alim), irade İsteyen’e(el-Mürid), kudret Güçlü’ye(el-Kadir), hayat Yaşayan’a(el-Hayy) aittir.

Arayıcı, her eylemin bir sıfatın tezahürü olduğunu, onlardan neşet ettiğini, onlardan doğduğunu; bu eylemlerin ortaya çıkmakla sıfatlara delalet ettiklerini bilincine iyice yerleştirmelidir. Bilici kendini gösterdiğinde yalnız bilmede gözükür; bu yüzden arayıcı, varlığın görünen yüzünden onda gizli olana, eylemden sıfata yönelir. Tevhid Allah’ın Bir olduğunu teyid eder, bu yüzden arayıcı, derin bir kavrayış bilinciyle Allah’ın eylemlerinde ve sıfatlarında Bir olduğunu kavramalıdır. Şimdi incelediğim ve anlamak için hazırladığım yakında açık bir görüşle görecektir.

Şeyh ibn’ül Habib,  Divan’ında söylüyor:

“İsimlere yükseleceksin ve nurlarından içeceksin… Böylece senden sıfatların perdesi kalkacak.”

İSM-İ A’ZAM   ~  67

İsm-i A’zam, ulu ad.

Bu, Darqawî Yolu’nun talimiyle uyumlu olarak belirlenmiş bir biçimde tekrarlanan «ALLAH»tır. Ad uzatılır, ilk makamda, dinginlikte, Ad’ın harfleri kalpte canlandırılıp düşünmeye ara verilir. Bütün bunlar yetkili (icazetli) olan kişinin «izn»iyle olur.

Ad, arayıcıyı Adlandırılan’a götürür. Adın zikredilmesi yalnız yapılır, ama bunun daha ileri noktası yalnızlıktır (tefrid), ya mağara yalnızlığı ya da halvet.İlk makamlarda müride yol gösteren Şeyh’tir; ama mürid belirli bir noktaya ulaştıktan sonra, artık yoluna tek başına devam etmesi gerekir. Bu noktadan sonra şeyh müridi adım adım izler ; yolun sonuna varana kadar… Yolun sonu da mahlûkatın Rabb’ine dolaysız şehadettir. İlmü’l – Ledunnî: yüz-yüzelik bilgisi…

Bu, Öz’ün Adıdır ve Adların en büyüğüdür. Eğer A-L-L-A-H’tan, yani elif lam lam he’den ilk elifi çıkarırsanız geriye “lillah” kalır. Lam’ı çıkanrsanız geriye “lehü” kalır. Eğer ikinci lam’ı çıkanrsanız, bu defa da Öz’ün Adı olan, Hüve olan “Hû” kalır. Her aşamada Allah’ı bulursunuz.

Şeyh Habib el-Alevî, Divan’ında şunu öğütlüyor:

«İsm-i A’zam’ın zikrini yapın ve kozmosu geçin, ganimeti kazanacaksınız. Zaman – dışı’lığın denizine dalın. Bu Allah’ın denizidir.»

HALVET    ~  69

Halvet, tenhaya çekilme.

Halvet, tenhaya çekilme, İsm-i A’zam’ın zikrini yoğunlaştırarak Cemal’in seyrine vasıl olabilmek için dünyadan çekilmektir. Kılavuzu Şeyhtir. Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin sözlerine harfi harfine uyulması gereken makam budur. Cahil insanlar, bunu, şeyhin müridi üzerinde sahte bir toplumsal denetim sağladığı biçimde aktarıyorlar ki bu böyle değildir. Şunu, bu makam bağlamında söyler:

«Şeyhinizle, yıkayıcısının elinde ceset nasılsa öyle olun.»

Daha önceki bütün edebler, doğru oturma, teşekkür etme edebleri, halvette arayıcıya yardımcı olacaktır. Ama hiçbir şey Rabb’in büyük bir umutla umulması, sizin kötü niteliklerinizi, kendi arı nitelikleriyle ve sizin karanlığınızı (zulmet) kendi aydınlığıyla (nur) örtenin kudret ve ihtîşamına olan derin güven kadar faydalı olmaz.

Kutb, Şeyh Ebu’l Abbas el-Mürsî «Şeyh’e ulaşmak zordur, Allah’a ulaşmak kolaydır,» demiştir. Bu halvetin sırrı ve başarının kapısıdır, şeyh’e bağlanın ve olan herşeyi içtenlik ve titizlikle ona söyleyin. Onun emir ve uyarılarının kılavuzluğunu son kelimesine kadar benimseyin. Halvet, tenha yer ya da açık yer anlamında bir kelimeden gelir. Gerçekte arif için açık yerin açık yeridir.

TECELLΠ  ~ 72

Tecelli, görünmeler. Allah’ın kuluna pencereleri açması. Aydınlanmalar.

Tecelliyat – bazan keşf de denir – perdelerin kalkması, arife, Melekût’ta ilerlerken ve Ceberrût’un ışıkları üzerine vurduğunda gelir. Şeyh’ül Ekber’in işaret ettiği gibi, gerçekte Ceberrût en yüksek alem değildir, orta alemdir, berzah ya da nurlar arasındaki yani gizli olan şekiller alemiyle dış göze görünen şekiller alemi arasındadır. Bir uyku olan gündelik hayatta gizli olana geçitimiz olmadığından, arayıcı Allah’tan başka (gibi) görünen herşeye [masiva] sırt çevirmelidir. Ama bu, iki dünyada bütün varoluşu ve onunla Allah’ı görebilmek içindir, iç tasarım dıştakine egemen olduğunda, görünmeyen dünya görünenden yönetimi ele alır. Yapılacak iş, içi ve dışı mana bakımından bir sıraya koymaktır. Eğer kişi bunu yapmazsa batıncı olur ve böylece dışı yadsıyıp Allah’ı sınırlamaya kalkışır. Kılavuzluk olmazsa, aydınlanmayı izleyen aşamanın imkansız değilse bile çok güç olmasının nedeni budur. Şamlı Şeyh el-Haşimî, «Allah’ta yok olmanın (fena bulmanın) Şeyhin elindekinden başka yolu yoktur ve istisnalar kaideyi iptal etmez.» demiştir, ikisi kaynaştırılıp eşitlendiğinde, birbirinin zıddı olmaktan çıkarlar… Böylece, artık birbirine egemen olmayı bıraktıkları için, fena bulurlar. Bu aşamada, sıfatların nurları açıkça zuhur eder. îdrak’in şafağı sökünce, nur – öz’ün büyük nuru – doğar.Öz’ün tecellisi. Sevgili’nin Cemal’i…

MÜŞAHADE  ~ 78

Müşahade- tanıklık.

Şeyh el-Fevterî, «Gözetleme’nin (murakabe) sırrı tanıklıktır (müşahade)» demiştir.

Şeyh İbn’ül Habib, Divan’ında söylüyor:

«Er – Rahman yalnız Arş, Kürsî, Levh-i mahfuz, ya da Sîdret’ül – Münteha gibi tecellilerde görünür.»

Ayrıca diyor ki:

«Hakikat bir melek ya da bir fani insan tarafından ancak tecelli içinde görünür.

İlk tecelli Ahmed’in Nurudur, en güzel övgüler ebediyyen O’nun üzerine olsun.»

Devam ediyor, bunu dikkatle kavramaya çalışın:

«Hakk. bütün mahlûkatı, olmuş ve olan her ne varsa hepsini O’nunla doldurdu.

Bu yüzden O’nu hem nefsinizde hem de afakınızda görün ve yaratıcıyı idrak edişinize katın.

Ve bu görme nefsteki, kalpteki ve sırrın sırrı her kusuru giderecektir.»

Böylece arif. Sıfatların tecellisinden Zat’ın tecellisine geçer. Sonu Cemal’in doğrudan seyridir.

Şeyh ibn’ül Habib şöyle demiştir:

«Sevgilinin Cemali belirdi, tanyeri ışıldadı.»

VELAYET     ~ 77

Velâyet. Allah’la dostluk, kabili. Velayet velînin makamıdır; o bilgi üzre olandır. Şeyh ibn’ül Habib, Divan’ında söylüyor:

«Sen Allah’la teklifsiz oturanlardan olacak, kuşkudan, şirkten ve masiva’dan emin kılınacaksın.»

Şeyh ibn Acibe bu konuda şunları söylüyor:

«Meyvası, duyumsal olanın ortadan kalkışı ile Zat’te fena bulmanın gerçekleşmesidir. Silinen şey hiç varolmamıştır, kalan şeyin ucu bucağı yoktur.»

İbrahim bin Edhem birine sordu: «Velî olmak ister misiniz?» Adam «Evet!» diye cevap verdi. «O zaman bu dünyadan ya da öbür dünyadan bir şey isteme. Kendini Allah’a ada, yüzünü O’na çevir. Sana incelikle davranacak ve yardım edecektir.»

FENA  ~ 78

Fena, Allah’ta yokolma,

Şeyh’ül Ekber der ki: «Kul, amelleriyle, Allah’ın onu murad ettiğini görür.»

Fena’nm üç aşaması. Şeyh ibn’ül Habib’in Divan’ında şöyle özetlenmiştir:

«Allah’ı zikretmenin başlangıcında fiillerin birliği (tevhid-i ef’al) apaçık ortaya çıkar.

Ve sıfatın birliği (tevhid-i sıfat) Allah aşkından doğar.

Ve O’nun Zat’ının birliği (tevhid-i zat) Allah’ta ebedîliği getirir.»

Yani: fiillerde fena, sıfatlarda fena, Zat’da fena. Şeyh Habib el – Alevî,   Divan’ında şöyle yol gösteriyor:

«Mülk ve Melekût, Ceberrût gibi hep sıfattır ve Zat O’nu gösterir. Sıfatlardan çekilin ve kendinizi Zat’ın Zat’ında eritip yok edin. Bunlar sonunda Allah’a götüren işaretlerdir.»

Fena, tam anlamıyla ne diyorsa odur. Sıfatların ve hatta hayatın durmasına dayanan manevî ölümdür. Fena’ya, İsm-i A’zam aracılığıyla duyumsal olandan, bilinçlilikle kurulan son bağlantı olan Ad bile kaybolana kadar, çekilmekle ulaşılır. Asıl ıssızlığın derinliklerinden sırlar ve nurlar zuhur eder. Arayıcı, herbirinin ayrı renk ve anlamı olan feleklerin arasından geçecektir. Nur üstüne nur… Sırrın üzerindeki örtüyü kaldırarak Allah’a işaret eden büyük tecellîye kadar.

«Fenanın kemale ermesiyle Zat’ın anlamı aşikar olacak;böylece geri kalan ömrünüzde Allah’ta zenginleşerek beka sahibi olacaksınız.»

BEKA ~ 80

Beka, süreklilik, Allah’ta Beka. (Beka billah). Şeyh’ül Ekber şöyle diyor: «Kul görür ki Allah herşeyi korur (esirger).» Beladan sonra Beka… Kelime, Allah’ın adlarından birinden, El – Baki’den gelir, çünkü O ebedî olandır. Böylece kul kulluğuna döner. Şeyh ibn Ataullah’ın çok derin bir biçimde söylediği gibi.

«Allahümme. Bana mahlûkata geri dönmeyi emrettin, o zaman beni onlara nurlarla örtülü olarak, feraset kılavuzluğunda dondur ki, böylece onlardan sana girmiş olduğum gibi, onlara bakmaktan korunmuş sırrımla ve beni onlara bağımlılıktan kurtaracak himmetimle onlardan sana döneyim. Zira senin herşeye gücün yeter.»

Bu, Beka’nın hakîmane anlatımıdır.

Beka, yolun ve vuslatın tasdikiyle, bir muskaya sarılmış gizli sır ve bilgiyle baştaki kulluğa dönmektir. Beka ehl-i zahirde kul, batında özgür, zahirde karanlık, batında aydınlık, zahirde ayık, batında sarhoştur; iki denizin -şeriat ve hakikatin – arasındaki berzahtır. Fark (ayrım) onu cemden (birliktelikten) cem de farktan alıkoymaz.

MUHABBET  ~ 85

Muhabbet, aşk.

Arif, tam anlamıyla aşka düşmektedir. Başlangıcı sülûktu, ortası cezbe ve fenaydı, sonu ise bekadır.

Aşkın (muhabbetin) sırları hiç tükenmemecesine akmaktadır. Arif, Sevgili’den armağan üzerine armağan almaktadır. İşin başında Allah onun yanlış amellerini örtmüş ve şefkatiyle gizlemişti. Şimdi Rabb, onun nurlarını ve bilgilerini halka açmakta, bir zamanlar o nasıl halktan yüz çevirmişse şimdi de halk ona dönmektedir. Zamanında kalbinde fukara ve bela ehli için nasıl aşk doğduysa, şimdi de Allah onların kalbinde onun aşkını doğurur. O zaman onu nasıl bereketine garkettiyse, şimdi de bunu fazlasıyla yapmaktadır.

Bir zamanlar başkalarında sertçe yargıladığı şeyleri şimdi bağışlamakta, kalbi merhametle dolup taşmaktadır. Bir zamanlar insanları iyi öğütlerle doğru amele yöneltemezken, şimdi nazarıyla, onları hasta eden şeyden yüreklerini arıtmaktadır. Bir zamanlar vahdet onun batınındayken şimdi zahirinde de belirginleşmektedir.

Bu konuda Şeyh ibn Ataullah şöyle demektedir: «Bilgenin nuru sözünden önde gider; öyle ki, nerede aydınlık belir-mişse, söz oraya ulaşır.»

KURB ~ 86

Kurb, yakınlık.

“Salik Müridlerin Arzusu ve Arif Seyyahların İncisi”ndeki yüce ve eşsiz kasîdesinde, şair ‘Yakınlık Makam’nı tanımlarken şöyle diyor:

«Sevgiliye münacaat bizi güzelliğe, parlaklığa, hamde ve zevke bürüdü. Yakınlaşırken bütün kısıtlamaları bir kenara attık ve övmeyi sevdiğimiz Bir’i açığa vurduk. Sevgili bize Sevgili’den başka herkesi gözden kaybeden bir aşk yudumu içirdi. Mahlûkatı saf toz parçaları olarak gördük;nurların apaçık ışıldadığını gördük. Nur veren bir şarapta silinip yok olduktan sonra mahlûkata geri döndük. Allah’tan bir ihsan olarak bize ebedîlik verildi ve sabırla Sevdiğimizi örttük. Kaç kez bir salikin üzerine eğildik de, deryaya dalanların makamına yükseldi.»

Burada Şeyh ibn’ül Habib,  kurbet (yakınlık) makamının mahremiyetine girenlere mahsus armağanları açıklıyor. Bu, «iki yay uzaklığı» denilen makamdır. Arifler bu tabiri bir yakınlık, yüzyüze buluşma, Tevhid’in gizli merkezi gibi manalara işaret sayarlar. Bu makamdan biri, eskiden nasıl dışta etkin idiyse şimdi de içte öyle etkindir. Daha önce Allah aşıklarını arayarak dolaştı, şimdi batınen Sevgili’ye dönmeyi umarak dolaşmaktadır. Kaside devam ediyor:

«Bir şeyle gizlice meşgul olduk ve o da gizliydi, ve sevmeyi seçtiğimiz bize geldi.»

TERAKKİ ~ 87

Terakki, yükselmedir. Telakki, almadır.

İlki Şeyh’ül Ekber tarafından «haller, makamlar ve marifetlerde ilerleme» olarak, ikincisi de «sana Allah’tan geleni alman» olarak tanımlanıyor.

Arif yolculuğu bırakmaz; ancak şimdi yolculuk Allah’ta Allah tarafındandır, [istemeye ve Sevgili’nin armağanlarına göre] bilinçle, ve zevkle, ve vecdle, ve keşfle, ve açılma üzerine açılmayla.

Arif, bu makamlarda, en sonunda, hiç ummadığı, hiç beklemediği bir zevkle karşılaşır. Bu, Allah’ın bir armağanıdır. Oysa arif, onun varlığından haberdar bile değildi. Çünkü onu belirtmeye ve tasvir etmeye yetecek hiçbir şey yoktur. Onun ne olduğunu bilenler bilir ve onun tadını tadanlar bilir. Sürekli bir keşiftir o. Sürekli yenilenmedir. Cemal’in her dem taptaze olan şehadeti, Celal’in her dem taptaze olan haşyetidir. Böylece, bir zaman gelir ki, arif insanın, günahkar, dar ve zalimken tasavvur ettiği gibi olmadığını anlar, insan engin ve sınırsız bir hale muktedirdir. Bu arifte, Ademoğullarına müjde ve uyarıyı yaymak ve insanları öz – bilgisi’ne, şehadete ve hayrete davet etmek için yeni bir arzu ve özlem doğurur.

TEMKÎN  ~ 89

Temkin: sebat, kararlılık.

Şeyh’ül Ekber Temkîn’i şöyle tanımlıyor: «Bize göre, Telvîn’de sebatkar olmaktır. Temkin, vuslat ehlinin makamıdır, denmiştir.» Arif bir kez makamına yerleşip, bu makamda derinleşip, kaynaktan kana kana içip şükrünü, senasını artırarak, temaşa ve şehadetle, Bağışlayıcı’nın sayısız bağışlarıyla marifetini zenginleştirdikçe, beşerî nitelikleri yavaş yavaş silinen ve sülûkunun ışıltısında eriyip giden, Allah’ta zengin bu engin ve dehşetli varlık Rabb’in bağışlarına mazhar olduğu bu makamda «sabit kadem» olur. Bu, daima almaya hazır bulunma ve bağışları, nimetleri sonsuz – sınırsız olan bir Rabb’in ihsanlarını kabulde «sabit kadem» olma, demektir. Bu, -bela ya da nimet- her geleni aslında bir bilenlerin ulaştıkları kesinliktir. Temkin ehli için bu hayat ancak bir saat sürer ve engin zaman – içi, her an, zaman – ötesi’nin içinde eriyip gider.

Temkin ehlinin temkinini tadın, bu sizi Allah’a yolculuğunuzda hızlandıracaktır.

Allah sizi bu soylu makama ve onun görkemli bağışlarına ulaştırsın. –

Allahu Ekber.

 TELVÎN   ~ 90Telvîn: değişim.

Şeyh’ül Ekber bunu şöyle tanımlıyor: «Kulun ahvalindeki ilerleme. Çoğuna göre, azalmanın makamıdır. Bize göre makamların en mükemmelidir. Onda kulun hali, Allah teala’nın sözünün belirttiği haldir: «Hergün bir işle meşguldür.» Şeyh eş – Şusterî, «Aşktaki amacım değişme üzere olmaktır.» demiştir. Değişme Allah’ın mevcudattaki sırrıdır, büyük Berzah’ın makamıdır. Tam teslimiyettir. Zahiren es-Salat ve batınen el-Üns makamıdır. Zahiren namaz, batınen mahremiyettir. Yaratılışa baktığında yaratılışın sırlarından başka bir şey görmemendir. Kudret makamında katıksız acz durumudur. Bu, «O ağaçta bir yaprak olaydım,» diyen Ayşe’nin makamıdır. Bunun tam hakikati, temkinde telvin ve telvînde temkin üzre olmaktır. Bu ikisi bir haldir. Rumî’nin, «çok hızlı döndüğü için, bakana duruyormuş gibi görünen topaç» dediğidir. Bunu başardığınızda beşerin ulaşabileceği sınırlara ulaşmış olursunuz; artık seçkinlerin seçilmişlerinin seçilmişleri arasındasınızdır. Bu ihtişama vasıl olanlar bir cemaattir; kimisi bilinir, kimisi ise gizlenmiştir.

300 NUKEBA   ~  92

300 Nukeba, Reisler.

Şeyh’ül Ekber: «Nefislerden gizli şeyleri çıkaranlardır. Üç-yüz kişidirler,» diyor.

Onlar, cahil insanları insana dönüştüren, kişileri karanlıktan çıkarıp Allah’ın kendileriyle ya da kendilerinden değil, O’ndan gelen bir nur olan bağışına götüren insanlardır. Onlar kızıl kükürt (simyacı altını) ehlidir. Bazıları sanatlarıyla kalpleri dönüştürürler, bazıları baz metali altına çevirirler, bazıları ikisini de yaparlar. Aralarmda birbirlerini tanıma ve susma vardır. Allah’ın bilen kulları arasında yarattığı farklılıklarda edeb, hayranlık ve haz sözkonusudur. Hiçbir şey ve hiç kimse onları edeb makamından ayıramayacaktır. Biribirleri arasındaki edeb meşhurdur. Öylesine zarif bilişirler ki çoğunlukla dikkati çekmezler bile… Bazıları çöllerde yoksulluk ve ihtiyaç içinde gizlidir. Diğerleri bütün dünya görsün diye insanların önüne çıkarılmışlardır. Ancak o Allah’ın göriimünde, onlann işareti olan büyük deniz – arslanı’nın okyanusla kara arasında sahilde uzandığı gibi uzanır.

Hepsi aynı zikri paylaşır: “Hu!”, ” Hu!” , ” Hu!”

40 NUCEBA  ~ 93

40 Nuceba, soylular.

Nukeba’dan kırkı Nuceba’dır. Onlar hakkında Şeyh’ül Ekber şunu belirtiyor: «Kırk kişidirler. Mevcudat’ın külfetini taşımakla meşguldürler ve yalnızca bir diğerinin hakkı için hareket ederler.»

Bunda Rabbin yarattıklarına şefkatini görün. Peygamberimiz, ariflerin başı, salat ve selam ona olsun, «Her zaman ümmetimden “İbrahim tabiatı”nda kırk kişi olacaktır,» demiştir. Bu suretle Nukeba’nın iç çekirdeği başkalarına ilgi ve tevazu içinde hizmetle bellidir. Onlar fukaranın hizmetkarıdır. Onlar, Rasûl’ün miskinlere, mahrumlara ve dertlilere derin bir muhabbet besleme sünnetini izlerler. Kendilerini tanııtan işaretleri, niyaza bütün diğer ibadetlerden daha çok güvenmeleridir ve bu onların sünnetleri. zikirleri ve tefekkürleridir. Onunla yaşar, onunla yardım ederler. Bazısı bir ayette yaşar, bazısı bir surede, bazısı Kur’an’da yüzer. Bazısı bir başına Fatiha’nın esrarında yaşar.

7 EBDAL ~ 94

7 Ebdal. Vekiller.

Şeyh’ül Ekber şöyle diyor: «Onlar yedi kişidir. Kim bir yerden bir yere bedenini kalıbında bırakarak, kimsenin onun gittiğini anlayamayacağı bir şekilde yolculuk ederse, o kişi Ebdal’den başkası değildir, İbrahim’in, selam ona olsun, kalbi üzre biçimlenmiştir.» Onların yüksek makamını belirterek Şeyh ibn’ül Habib diyor ki:

«Kendini Allah’a adayan Ebdal’in Yol’u açlıktır, uykusuzluktur, sessizliktir, yalnızlıktır ve zikirdir.» Bu, bütün büyük evliya tarafından teyid edilen bir sözdür.

Salihûn arasında sonradan olan mucizeler hakkında halk arasında nasıl durmaksızın konuşulursa, Ebdal’in ve onun ötesindekilerin bilinmesi ve saptanması da sadıkûn tarafından öyle konuşulur ve yadsınır. Ama hiç kuşku yoktur. Onlar vardır. Burada ve oradadır. Kalp bedene göre neyse, onlar da kozmosa göre öyledirler. Eğer zail olursa, beden de zail olur, çünkü onun hayatı ve anlamı odur. Onlardan bir haber yok değildir. Vardır, Ama Hakikat’lidendir, Hakikatli’nindir, Hakikatin dilindendir, cahilden, dedikoducunun dilinden değil. Ehdal; onlar bile manevî imkanlarının sınırlarını göstermezler.

4 EVTAD   ~  95

4 Evtad. Dört direk.

Onlar yedi Ebdal’dan seçilen dört direk ya da mertebedir. Haklarmda Şeyh’ül Ekber şunu söylüyor:

«Makamları dört Evtad’ın makamma uyan dört insanı gösterir. Eğer dünyada doğu, batı, kuzey ve güney varsa, her birinin bu yönlerde bir makamı vardır.»

Bu, tasavvufî hikmetin çekirdek merkezidir. Dört kişidirler ve biri öldüğünde bir başkası onun yerini alır. Bilinirler. Teyid ediyorum ki, yalnızca dünyanın dört köşesinin destekleri değil, ama Görünmez’de Kabe’nin, Allah’ın Evi’-nin de desteğidirler. Çünkü Ev (Beyt) zahirde Allah’ın Evi’dir, ama batında Allah’ın Evi inananların (müminlerin) kalbi, ya da kalpleridir. Allahü a’lem.

2 İMAMLAR  ~  96

2 İmamlar.

Şeyh’ül Ekber diyor ki; «İki kişidirler (iki Efraddırlar), Biri Gavs’in sağındadır ve yetkisi Melekût’tadır. Diğeri soldadır ve yetkisi Mülk’tedir. Arkadaşından yüksektedir. Gavs’in halefidir.»

Nesnelerin görünen yanlarındaki mükemmelliği gördüğünüz gibi gizli yanlarındaki biçimlenmenin mükemmelliğini de görün. «Allah’ın yaratışında bir noksan bulamayacaksınız.» Burada, manevî gerçekliklerin iki hakiminden herbiri bir başka yönden hüküm sürer. Bu suretle birinin bir görevi vardır, diğerinin de bir başka görevi…

İdrak teyiddir ve idraksizlik onlann aleyhine kanıt değildir.

Eğer, O’nun, güzelliğiyle zahiri biçimlendirdiği biçimlenmeyi idrak edememişseniz, onu batında hiç anlayamayacaksınız demektir. Hiç fark yoktur. Her dünya birbirine zıttır, insan alemi iki dünya arasında uzanır, böylece bir boyutu görünür ve çözümlemeye elverişlidir ama diğeri gizlidir ve yalnızca bu Yol’u bilenlerin ilmiyle bilinebilir. Ve Allah ‘ tek Bilici’dir.

KUTUB  ~ 97

Kutub, eksen.

Ve bu ikisinden bir çıkar. O ‘kutub’tur. Şeyh’ül Ekber şöyle diyor: «Bu Gavs’tır. Allah’ın her çağda dünyaya dikkatle baktığı yer olan kişiyi gösterir, İsrafil’in, selam ona olsun, kalbine göre biçimlendirilmiştir.

Aşıklar Sultanı beyan etti:

«Bu yüzden gökler benim üzerimde döner, öyleyse, kendisi merkez olduğu halde onları kuşatan Kutbu bir düşün!..» Dünya onun etrafında döner ve yıldızlar evreni anlam ve yerini onun dinginlik ve aşkının yüce merkezîliğinden alır. Onunla yalnız Allah’ın yüceliği zahirdir. Dili yalnızca Allah’ın hikmetinden ve Allah’ın kudretinden konuşur. Her an Allah’ı ulular.

Beyan etti: «Mührün ve Kutublar’ın O’nun Nuruna nispeti, damlanın nur ve hayatiyet okyanuslarma nisbeti gibidir.» Burada, zamanının Kutbu Şeyh ibn’ül Habib bu yüce ariflerle Rasul Muhammed’in nuru arasındaki ilişkiye işaret ediyor. Ayrıca, Meşişiyye’deki beyanatı da teyid ediyor:

«Ey Allah’ım, o Senin herşeyi kuşatan Sırrındır; Seninle, Sana yönelten ve Senin önünde duran en kalın perdendir.

HAKİKATLER HAZİNESİ

Ey Allah’ım! öz’ün yüce okyanuslarından doğan Nurların ilki olan Peygamberimiz Efendimiz Muhammed’e salat ve selam eyle. Görünen ve görünmeyen her iki dünyada Sen’in bütün tecelliyatının her bir mükemmeliyetinde isimlerin ve Sıfatların manalarını O görür. Tam bir aşkla ve salih amellerle hamdedenlerin, kulluk edenlerin birincisi O’dur. Biçimler dünyasında da, manalar dünyasında da bütün mahlûkatm yardımcısı O’dur. Ve Salat ü Selam O’nun ailesine ve ashabına olsun, öyle ki, O’nun şerefli yüzündeki perde bizim için de kalksın ve bizi bütün mertebe ve tecellilerde Sana iletsin. Ya Mevlam! Onun rabıtasıyla, hareket ederken de dururken de, bakarken de düşünürken de bize rahmet eyle!..

* * *

Övgüler Rabb’ımıza olsun; bütün söylenenlerden yüce olan, Kadir olan Rabb’e… Ve selam olsun Peygamberlerine ve hamd Allah’adır… Alemlerin Rabb’inedir.